Gönderi

Yazıyı bilen ve yazısız kültürler arasındaki karşıtlığı ortadan kaldıran bir yazı kavramı geliştirmiş olması, Derrida'nın bir katkısıdır. Bu yazı kavramı işaret kuramı temelinde kurulmamıştır. Çünkü işaret kuramı bağlamında, yazı zaten ikincil bir konuma düşmektedir. Resim-yazı, konuşulan sözcüğün işaretidir; konuşulan sözcük bir şeyin ya da bir keyfiyetin işaretidir. Derrida, Lacan'la bağıntı kurarak, işaret kuramı 'var olduğu sürece, son bir işaret edilenin olmadığını, çünkü her işaret edilenin (signifıe), yeniden bir işaret eden olduğunu ve bu zincirin sonu olmadığını vurgular. Böylelikle yazı ikincil konumundan çıkar. Yazı işaretlerinin, ses imgesi karşısındaki avantajları, hep yeni baştan okunabilmeleri ve yeni yorumların nesnesi kılınabilmeleridir. Son ve kesin bir yorumlama olanaksız olmakla kalmayıp, amaçlanmamaktadır da. Bu durum, daha sonra ayrıntılarıyla irdelenecek olan, doğruluk (hakikat) kavramının zor sorunlarına yol açar. Yazı kavramı açısından ise, yazının artık (ikincil) bir işaret olarak değil, kendinde sonsuz bir gönderme bağlamının okunduğu bir iz olarak anlaşılması sonucunu doğurur. Ama yazı "görülebilir ve okunabiliriz" olarak kavranılırsa, konüşulan dil denli eski demektir. Kumsaldaki ayak izleri, kırılmış bir dal ya da bırakılmış çakıl taşları da kayalardaki ya da su kabaklanndaki çiziktirmeler, insan bedeni üzerindeki kabile ya da cinsellik işaretleri ya da savaş boyamalan, ya da sözcükler olarak yorumlanabilen resimler (hiyeroglifler) gibi, yazıdırlar. Artık konuşulan dille yazı arasında bir hiyerarşi yoktur. Derrida, metafizik tarihinde, Platon'un doğruluğun (hakikatin) yazılamayacağına ilişkin "Yedinci Mektup" savından, Rousseau'nun yazıyı, konuşulan sözün salt desteği olarak tanımlamasına ve Hegel'in, konuşulan dilin görece maddesizliğinden ötürü, saltık (absolute, mutlak) düşünceye her tür yazıdan daha yakın olduğu düşüncesine dek, konuşulan dilin bir önceliğinin egemen olduğuna açıklık kazandırmıştır. Metafiziğin aklı, rasyonel düşünceyi merkeze koyan sözmerkezciliği (Logozentrismus), önceliği konuşulan söze veren bir sesmerkezciliğe (Phonozentrismus) denk düşmektedir. Bizim düşüncemiz açısından, sözcük işareti anlamında yazının politik işlevinin çeşitli görünümlerinin oluşu önemlidir. Sadece bazı kişiler yazabildikleri sürece, bu gelenek onlara saygınlık ve erk kazandırmaktadır. Levy-Strauss'un, Nambikwara kabilesi üyeleri arasında düzenlediği "yazma dersi"ni anlatırken betimlediği kabile reisi, bu durumu çok çabuk kavramışür. Reis yazma jestini taklit etmekte ve bu sayede büyük hayranlık toplamaktadır. Daha sonraki yazgısını da anlatmayacağız. Okur-yazar olmayan köylerdeki ve kentlerdeki yazıcının saygın rolü bilinmektedir. Herkes yazabildiği anda, yazının işlevi ansızın değişmektedir. O zaman, yazı salt otoritenin yasalarını ve emirlerini yaymaya değil, karşı erkin örgütlenmesine de yaramaktadır. Savaşım yazılan, bildiriler, duvar gazeteleri, devrimci kılgının vazgeçilmez araçlarıdır. Derrida'nın sözlü ve yazılı gelenek arasındaki ilişkinin yeniden değerlendirilmesine yol açan düşünme tarzı, sözmerkezcilikten, sesmerkezcilik üzerinden etnomerkezciliğe bir çizgi çektiğinde, bir ölçüde paradoksal bir yön değiştirmektedir. Metafizik düşünce, bir anda yazıyı ikincil işaret olarak düşünsemekte, öbür yandan da, yazıyı bilen ve yazısız kültürler arasındaki karşıtlığı, birincisine büyük bir öncelik tanıyarak, vurgulamaktadır. Ancak bu çelişkililik, Derrida'nın düşünce gelişiminin karakteristik özelliği değildir, tersine metafizik düşüncenin aynlmaz bir parçasıdır. Bu düşüncenin içsel kırılganlığını gösterir. Mantıksal olarak, metafizik düşünce, iletişim ve gelenek biçimleri ağırlıklı olarak konuşulan söze bağlı olan kültürlere öncelik tanımalıydı. Açıkça görülüyor ki, bunu yapmamıştır. Burada, metafizik düşüncenin etnomerkezciliği açığa vurmaktadır. Lévi-Strauss da "yabanıl düşünceye büyük değer verişiyle ve doğaya yakın halkların güzelliklerini ve masumluluklarını melankolik bir biçimde anlatışıyla, anti-etnomerkezcilik kılığında, etno-merkezcilik içinde kalıyor. Derrida, genişletilmiş yazı kavramıyla, konuşulan dil ve yazı bağlamındaki hiyerarşik düşünceden kurtulmak istiyor. Derrida'ya göre ikisi bir karşıtlık oluşturmamakta, yanyana birarada bulunmakta ve herbirinin kendi özgül işlevi bulunmaktadır. Buradan, sözlü gelenek ve iletişimin her zaman yazılılığın öğelerini içerdikleri ve bunun tersi olarak da yazılı olanda, sözlü konuşmanın öğelerinin göründüğü sonucuna vardıracak bazı düşünceler çıkarmak istiyorum. Ne ağırlıklı olarak sözlü iletişim ve gelenek biçimleri yazısız, ne de ağırlıklı olarak yazılı iletişim ve gelenek biçimleri sözsüz ya da sessiz gerçekleşirler. "Görülebilir" ve "Okunabilir"iz olarak yazıyla, konuşulan dilin birlikteliği, sözlü olan yazılı olana ağır bastığında, tersi durumdan kesinlikle, başka türlüdür. İzlerin yumuşak ya da sert malzeme üzerine basılması, kazınması ya da çizilmesinin — tarihten bildiğimiz gibi— sözlü iletişim bağlamında önemli işlevleri vardı; kılgısal (pratik) becerilerin, dinsel göreneklerin ve tıbbi bilgilerin aktarımında büyük bir rol oynuyordu ("Herbalistler"i düşünün). Bu durum, tarihsel deneyimlerin ve bilgelik öğretilerinin aktarılması bağlamında daha az bir önem taşımışa benziyor. Aslında, sonuncusu, büyük ölçüde, konuşulan sözcük aracılığında gerçekleşiyordu. Bu olayda, yazılı olanın öğeleri olarak, görülebilir ve okunabilir izler, her bir anlatım ya da öğretim durumunun belirli sahnelenmeleriydiler. Bir kola cevizinin kırılması ve hep birlikte yenmesi, akıl-danışma-durumuna dahildi. Böylesi durumlar konuya ve vesileye göre, kendi içlerinde de çok çeşitliydiler. Burada aynı şeyin yinelenmesi de, yeni olana biçim verilmesi de önemliydi. Bu açıdan bakıldığında, konuşulan dilin sözcüklerinin ve öteki anlam birimlerinin işaretlenmesi anlamında yazma edimini, her defasında, içinde gerçekleştiği belirli yaşam bağlamlarından ayırmamak, akla yatkın görünüyor. Deniz kıyısından ya da dağlardan gönderilen dinlence selamlan, bir bilimsel makaleden biraz farklıdırlar; bir alışveriş listesi, lirik bir şiirden başka bir bağlamda yer alır, vs. Burada olup bitenlerin anlamını, kendi başına yazma edimi değil, tersine, her birindeki yaşam bağlamı oluşturmaktadır. Bu yüzden, kültürel açıdan önemli olan, pek de öyle, yazı işaretlerini bilmek değil, tersine, her durumda uygun yazma biçemini bilmektir. Böylelikle, sözlü iletişimin öğeleri, yazılı iletişime kanşırlar. Elbette, böylelikle geleneksel bilgelik öğretilerini yazıya geçirerek onları korumanın önemi yadsınmamalıdır. Ayrıca bu süreç, yazıdan başka bir aracı, yani, yazılı olarak değil, elektronik olarak işaretleyen ses alma aygıtını da kullanır; Yazıya geçirme işlemi ancak bundan sonra gerçekleşir. Daha da önemlisi, bu bilgelik öğretilerinin belirli yaşam bağlamlarına ve belirli ritüel süreçlere ilişkin olduklarının görülmesidir. Sözlü ve yazılı karşıtlığını görmezden gelişimiz anlamında, geleneksel Afrika'daki bilgelik öğretilerinin aktanm biçimlerinin kesinlikle yazısız olmadıkları ortaya çıkmaktadır. Tersine olarak da, yazılı aktarım biçimlerinde, bazı ilksel yazılı felsefe çalışmalarında (Afrika'da, ama salt orada değil), biçemin bilinçli olarak kullanılması ve çeşitli biçemlerden yararlanılması gerçeğinde, sözlü konuşmanın öğelerinin varlığını da gündeme getirmeliyiz.
·
186 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.