Gönderi

Kentin Saf ve Düşüncelisi
Orhan Pamuk'un 2011 yılında yayınlanan "Saf ve Düşünceli Romancı" kitabında (Harvard Üniversitesi'nde verdiği dersin notlarından oluşmaktadır) bu ayrımı ilk defa 1795 yılındaki makalesinde (Saf ve Duygusal Şiir Üzerine) kullanan Alman yazar Friedrich Schiller'e atıfta bulunarak bir roman yazarı ve okuru olarak bu iki tanım üzerinde detaylıca durur. "Roman yazmanın (ve okumanın) yapay bir yanı olmasını hiç mesele etmeyen bu tür duyarlılığa, bu tür roman okuruna ve yazarına 'saf' diyelim. Bunun tam tersi bir duyarlılığa, yani roman okurken ve yazarken metnin yapaylığına ve gerçeğe ulaşamamasına takılan ve okurken kafamızın işlemlerine özel bir şekilde dikkat eden okurlara ve yazarlara da 'düşünceli' diyelim." diye izah eder ve daha net anlaşılması için de örnek verir: "Hayatının çoğu Manisa'da geçmiş Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli'nde son derece 'düşünceli' bir tutumla hikâyesini anlatırken, köy romanlarının ilk örneklerinden Yaban'ın yazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun İstanbul'da geçen bütün romanları 'saf' bir yazarın dünyasını hissettirir bize. Bu önemli ayrıma birkaç yazar da, yazı ve yazıcılık üzerine kaleme aldığı metinlerde vurgu yapma ihtiyacı duyar. Milan Kundera "Roman Sanatı" kitabında şöyle dokunur konuya "Kahraman gerçek bir varlığın taklidi değildir. Deneysel bir ben'dir. ... Don Kişot'u gerçek bir varlık olarak düşünebilmek hemen hemen olanaksızdır. Ama belleğimizde onun kadar yer etmiş bir başka gerçek kahraman var mıdır? Anlayın beni. Kendisini romanın düşsel dünyasına kaptıran ve onu zaman zaman gerçeklikle karıştıran saf ve aynı zamanda da haklı okuyucuyu küçümsemiyorum. Alıntı yaptığım iki yazar da saf ve düşünceli olma hali içinde bir tercih yapmıyor. Zira vurguladıkları gibi kitap okumak ve yazmak aynı anda hem saf hem de düşünceli olma işidir. Bu bir bilinç halidir, bu bilinç kaybolduğu zaman bu iki tanımın hemhal olması bitip ayrışmaya başlar. "Bütünüyle 'saf' okurlar: Bunların ellerindeki şey romandır diye ne kadar uyarsanız uyarın, metni yazarın kendi hikâyesi ya da yaşadığı şeylerin biraz değiştirilmesi olarak görürler. Bütünüyle 'düşünceli' okurlar: Onlar ne kadar ellerindeki kitabın sizin en mahrem duygu ve düşüncelerinizle yazıldığını söyleseniz de fayda etmez, bütün metinlerin hesap kitap ile ayarlanmış hatıralar olduğuna inanırlar. "Bu insanlardan uzak durun, diye uyarmak gerek sizleri. Çünkü onlar roman okuma zevklerini bilmezler hiç." (Orhan Pamuk, a.g.e) Bu ayrışma içinde en çok karşılaşılan "saf okur" olduğu için geçmişten örneklerle bugüne doğru gelelim neler yaptıklarına biraz bakarak. J.W.Goethe'nin 1774'te basılan "Genç Werther'in Anıları" isimli mektup romanının sonuçları biraz ipucu verir bize. Okurlar romandaki karakteri öylesine benimsediler ki "Werher salgını/sendromu" olarak adlandırılan bir akım oluştu. Bir idol olan hayali kahramanın kıyafetini gençler (sarı pantolon, sarı yelek, mavi ceket, kahverengi çizme) giyiyor, Werther parfümü sıkıyor ve romanda olan her şeyi gerçek hayata taşıyorlardı. Ve tabii onun Werther'in kişiliğini de. (Aradan 240 yıl geçmesine rağmen her şey çok tanıdık değil mi?) Sonunda da kurgu karakterin kendini öldürmesi gibi birbirini taklit eden intiharlar silsilesi oldu. Goethe kitabının bu hale gelmesinden nefret ettiğini söylemişti. Saf izleyicilerin Erol Taş'a ettiklerini bilirsiniz. Hadi sinema perdesini taşlamayı, o anda kapılan büyülü dünyanın etkisiyle bulabiliriz de, filmde gerçek hayatını da öyle zannedip onu, oğlunu dövmeyi... Kurtlar Vadisi dizisinde, hayali bir karakter olan Çakır'ın dizide ölmesi üzerine gerçek hayatta onun adına cenaze namazı kılınır gazeteye vefat ilanı verilmiş, arkasından mevlüt okunmuştu. Hatta karakterinin ölüm yıl dönümleri de unutlmadı. Daha birçok örnekle anlatılabilecek saflık hali, yukarıda ismini zikrettiğim iki yazar ve ismini sayamadığım diğer yazarlar tarafından vurgulanan edebi bir okuma halini yaşamaktan ayrıştırılıp endüstri haline gelen sektörün okuru, dinleyiciyi, izleyiciyi manipüle etme noktasına ulaştı. Çünkü onların saflığı, onları tekrar tekrar kandırabilme potansiyelini oluşturuyordu. Öyle olmasa gerçekten de okuduğu kitaptaki 12 şeyi yapınca mutlu olacağını, zenginliğe kavuşacağını veya bir ayda 24 kilo verebileceğini düşünen okur olmazdı. Ya da izlediği dizide, kokusunu bile duymadığı halde, o karakterin parfümü diye sunulan kokuyu alan tüketici... Veya komşularını öldürmeyi vaat eden bir kişinin dünyaya barış getireceğine kanmazdı. Endüstrinin kullandığı bu hal politikacıların hrp kullandığı bir durumdu tarih boyunca. Biraz da bu saf olma haline politik tüketici olarak bakalım: Politikacıların en çok üzenlerine oynadıkları seçmen güruhunu oluşturdular her zaman. Dünyanın birçok yerinde siyasal parti liderleri günlük hayatta konuşmadıkları tonda ve vurguda kitlelere karşı monolog yaparlarken birçok şeyi vadederler. Ekonomi düzelecek, refah artacak, insan hakları ihlalleri bitecek, sağlık ve eğitim düzelecek vb. Saf seçici, liderin söylediklerini nasıl yapacağıyla değil onun bunu söylemesiyle gerçekten yapacağına inanır. Düşünceli seçici ise, bu söylediklerini nasıl yapacağını, ne zaman yapacağını, ne zaman yapacağını yapmazsa karşılığının ne olacağını sorar. Seçim bildirgesini okur, gerçekle tutarlı olup olmadığına bakar. Zor bir şey değildir bu ama nedense yoğurt alırken son kullanma tarihine, telefon alırken garanti süresine bakarken, bir partinin bizi yönetme vaadinde gerçeklik payı aranması zül gelir. Çünkü Milan Kundera'nın kahraman için söylediğini rahatlıkla politikacı için uyarlanabiliriz "Politakacı/Lider gerçek bir varlığın taklidi değildir. Deneysel bir ben'dir... Politikacıyı gerçek bir varlık olarak düşünebilmek hemen hemen olanaksızdır." Saf seçicinin liderde gördüğü kendi "deneysel ben"idir ve bu gerçek değildir. Gerçek olmayan bir şey de gerçek bir vaat aranmaz! Çünkü artık bu illüzyonu yaratan dil gerçek dilin yerini almıştır. Sürekli tekrarlanan kelimeler belirli bir süre sonra saflık üzerinde kimyasal/biyolojik bir silah gibi çalışıp, iyi ya da kötüyü belirleyen mantık ve düşünce süzgecinden geçip sorgulanması sakıncalı "olmayan gerçekliğin" yerine oturur. Hayatı ve düşünceyi sürekli olarak yüksek sesle tekrarlanan kelimeler biçimlendirmeye başlar artık. "İmam uçmaz, cemaat uçurur" sözü boşuna çıkmamıştır. Victor Klemperer'in "LTI/Nasyonel Sosyalizmin Dili" kitabında bu süreci aşama aşama anlatır: "LTI (Üçüncü Reich'ın dili) yazı ve konuşma dili arasında bir ayrım gözetmediği gibi özel alanla kamusal alanı da birbirinden ayırmaz, her şey konuşmadır, her şey kamusaldır. Şiarlarından biri: "Sen hiçbir şeysin, millet her şeydir" der. Bu demektir ki: Asla kendinle baş başa değilsin, hiçbir zaman yakınlarınla baş başa değilsin, hep milletin nazarları altındasın." "LTI tamamıyla, tek tek her kişiyi bireysel varlığından mahrum etmeye, onun kişiliğini uyuşturucuya, onu belirli bir istikamete doğru güldüren ve kışkırtılan sürünün düşünceden ve iradeden soyunmuş parçası yapmaya, yuvarlanmakta olan bir taş kitlesindeki bir zerre haline getirmeye yönelmiştir. LTI kitle fanatizminin dilidir." Bu fanatizmi yakıtı da politik olarak "saf seçicidir". Edebiyatta kaldırilabilecek bir durum olan saflık politikada felakete ve kötülüğe yol açar. Şimdi kendi halimize bakalım, bir üst ses olarak bize sunulan hayat vaadini algılayışımız saf mı yoksa düşünceli mi?
Turgut Yüksel
Turgut Yüksel
Saf ve Düşünceli Romancı
Saf ve Düşünceli Romancı
·1 quotes·
231 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.