Gönderi

Orta Asya'da (Kazakistan ve Kırgızistan) Mustafa Şen ile birlikte 2004 yılında "ODTÜ Bilimsel Araştırmalar Fonu" desteğiyle önemli bir alan/saha araştırması yapan Bahattin Akşit, farklı modernleşme yolları konusunda gözlemler aktarıyor. Alan araştırması deyimindeki "alan/saha" kavramını, Bourdieu'nun "field" kavramının karşılığı olarak kullandıklarını belirten Akşit, şöyle devam ediyor: "Kazakistan ve Kırgızistan'da 'dinsel alan'ın kurulması veya oluş(turul)masını gözlemledik. Ulus-devletlerin sınırları içinde bir 'ulusaşırı dinsel alan' oluşmaktadır. Bu ulusaşırı dinsel alanda kimler var? Farklı 'habitus'lar ile farklı 'dinsel sermaye'ler ve farklı 'özne ajan'lar var. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı'nın imamları var; Türkiye Diyanet İşleri ve bazı üniversitelerin ilahiyat fakültelerinin birlikte kurdukları ilahiyat fakülteleri var; Türkiye'deki dinsel cemaatlerin vakıfları, dernekleri, liseleri ve ilahiyat fakülteleri var. Türkiye'den giden resmi ve gayri resmi kurum ve örgüt temsilcilerinin ortak söylemi, bütün bu kurum ve kuruluşların faaliyetlerinin birbirlerini tamamladığı ve 'Hanefi Mezhebi' ortak paydasında buluştukları yönündedir." (Akşit, 2015: s. 74) Türkiye Diyanet İşleri de Türki Orta Asya ülkelerinde faaliyet sürdüren kuruluşlar arasında bulunuyor. Diyanet'in ihraç etmeye çalıştığı İslam anlayışı, "resmi" diyebileceğimiz bir çerçeveye sahip. Bu faaliyet, Kazakistan Müslümanlarının da "Hanefi" olduğu varsayımına dayanıyor. Bu ülkelerde, özellikle 1990'lı yıllar ve 2000'li yılların hemen başında Türkiye dışında İran, Suudi Arabistan, Pakistan ve Mısır da faaliyet yürütüyor ve kendi modellerini Orta Asya Müslümanlarına dikte ediyordu. Artık böyle etkinliklerinin kalmadığı, söz konusu ülkelerde devletlerin duruma müdahale ettiği biliniyor. Özellikle Çeçenistan Savaşı ve küresel cihatçı terör örgütlerinin bazı eylemlerinden sonra, hem Rusya'nın hem de Türki Cumhuriyetlerin İslamcı hareketleri kontrol ve baskı altına aldıkları; özellikle başka devletlerin bu alanda faaliyet yürütmelerine eskisi gibi izin vermedikleri; bu ülkeler ya da çeşitli cemaatler tarafından kurulan okulları ise kapattıkları bir süreç yaşanıyor. Suudi Arabistan, Pakistan ve İran gibi ülkeler ile Türkiye kökenli bazı cemaat temsilcilerinin yürüttüğü siyasal İslamcı faaliyetlere yönelik, seküler geleneğe dayalı sert bir müdahale yapıldığı anlaşılıyor. Diğer taraftan Soğuk Savaş sonrasında dünya daha iyi olmadığı gibi, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku'nun dağılması da kapitalizmin ve Batı'nın tezlerinin daha doğru olduğu anlamına gelmedi. Bu durum, günümüzde giderek güçlenen bir tez, dahası bir olgu haline geliyor. Prof. Dr. Akşit şöyle yazıyor: "1989'da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği krize girdi ve dağıldı. Modern toplumlar onlardan beklenen eşitlik, özgürlük ve refah taleplerini yerine getiremediler ve hatta ulaştıkları refah toplumu ve devletinden geriye doğru gidip neo-liberal politikaları uygulamaya başladılar. Modernitenin ötesine geçen uygulamalar oldu ve büyük anlatıları eleştiren post-modern felsefeler ve kuramlar yaygınlaştı. Dünya sivil toplumu tam olarak ortaya çıkmadığı gibi, daha önceki bütünleşmeler parçalandı ve birçok toplum, yerel topluluk ve sınıf, küresel kapitalist ağ toplumundan dışlandı ve daha öncekinden daha derin bir yoksulluğa terk edildi." (Akşit, 2012: s. 104) Sovyetler Birliği, bir başka araştırmanın konusu olabilecek çeşitli nedenlerle dağıldıktan sonra dünya daha özgür, adil, demokratik ve barışçıl olmadı. Kapitalizmin insanlığa yeni bir ufuk ve gelecek sunma rezervlerinin tükendiği, bilim ve teknolojinin gelişiminin ise gezegeni yıkıma doğru sürüklediği, her geçen gün daha çok belirginleşmeye başladı. Öyle ki, bu dönemde "vatandaşlık" kavramı ve hukukunun bile, formel de olsa eşitlik ilkesinin bir gereği değil, homojenleştirici ve farklılıkları yok eden bir ilke ve kurum olduğu ileri sürüldü. Böylece toplumu birleştiren bütün ortak zeminler imha edilmeye, kültürel ve hukuksal bağlar çözülmeye başladı. Prof. Akşit'in de yukarıda işaret ettiği gibi, insanlar ulus, sosyal sınıf, felsefi ve siyasal aidiyetlerinden koparılıp, bir önceki çağın sosyal kategorileri olan dinsel ve etnik kimliklerine iade edildi. Sosyal devlet anlayışı tasfiye edildi, din ve dincilik yükselmeye başladı, bilim ve akılcılık aşağılandı. Modernite eleştirisi tarihsel bağlamından ve kapitalizmden koparılıp, salt kültürel bir kategoriye indirgenerek yapıldı. Dünya, deyim uygunsa, "post-modern bir Ortaçağ" diye nitelenebilecek, iç karartıcı döneme girdi. Özellikle bir Müslüman coğrafyası olan Ortadoğu, Kuzey Afrika, Hazar Havzası ve Orta Asya ile Hristiyan ve Müslüman nüfusun yer yer iç içe yaşadığı Balkanlar 1990'lı yıllardan sonra savaşlar, etnik ve dinsel boğazlaşmalar sonucu kan gölüne döndü. Soğuk Savaş dönemi (1950-1990) sonrasında din-toplum-devlet ilişkileri alanında da, özellikle Müslüman dünyada, yeni bir dönem açıldı. Müslüman ülkelerde, 1980'li yıllarda başlayan siyasal İslamcı hareketlilik, 1990'lı yıllardan itibaren yükselişe geçerek, devleti, iktidarı, eğitimi ve bütün kamusal alanı yeniden istemeye başladı.
Sayfa 317Kitabı okudu
·
129 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.