Gönderi

159 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
1 saatte okudu
"Tekil hayatlar da bir gün devrim yapar ya"
Cumhuriyet dönemi yazarları, yazılarında bazen örtük bazense alenen modernizm eleştirileri yaparlar. Benim için o dönemin en büyük modernizm eleştirmeni Ahmet Hamdi Tanpınar, ikincisi ise Reşat Nuri Güntekin’dir. “Alenen modernizm eleştirisini anlarım da, örtük modernizm eleştirisi de neyin nesi?” diyebilirsiniz. Bu soruyu -şayet varlığında hemfikirsek- dönemin ruhu (zeitgeist) diye açıklamak isterim. Edebiyat tarihinde bazı dönemler, bazı toplumsal değişimler sonucunda, bazı değişimlere gidiyor ve değişik coğrafyalardan ve birbirinden habersiz yazarlar aynı konu üzerinde yazmaya başlıyor. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve dört yıl kadar süren birinci dünya savaşı, maddi kayıplara neden olmasının yanında, aynı zamanda insanları manevi buhranlara sürükledi: modernizmin çöküşünün buhranı. Bu nedenle hem dünya edebiyatında hem de bizim edebiyatımızda kendine öyle ya da böyle yer bulmuş bir sorundur modernizm sorunu. Bittabi Reşat Nuri Güntekin’in Acımak kitabında da. Kitabı iki ayrı türde inceleyeceğim. İlk incelemem modernizm – postmodernizm bağlamında olacak, ikincisinde ise bu konuyu bir tarafa bakıp kitabın üzerinde durduğu ahlaki sorundan veya ikilemden bahsedeceğim. (1) Kitabın hemen ilk sayfalarında, esasında pek mühim görünmeyen bir anlatı var: bahçedeki ağaçlar. Zehra öğretmen bahçedeki ağaçları budayıp şekil verip tüm hepsini birbirine benzetmiş, başka türlü olan (farklı) ağaçlara tahammülü yok ve tüm ağaçlar sanki fabrikadan çıkmış gibi. O bahçe modernizmdeki tüm her şeye muktedir rasyonel akıl fetişizminin vücut bulmuş hâli, farklılıklara tahammülü olmayan bir yer. Modernizmde “Akıl” her insanda bulunan zihinsel yetiye karşılık gelmez. Modernizmin aklı, tüm kuralların koyucusu, idealize edilmiş, sınırları belirlenmiş politik akıldır. Modernizm henüz çökmeden önce insanlar “şayet bu akla uyarsak, duyguları bertaraf edersek ve dümeni duygulara bırakmazsak; refah içinde, mutlu mesut yaşayacağız” inancındaydılar. Ama tarihsel durum gösterdi ki, insan topyekun rasyonel bir varlık değil ve duygular da yaşamın önemli bir parçası. Üstelik o çok övülen, fazla övülmekten böbürlenen aklın insanlara vadettiği dünya, böyle bir dünya değildi. Bir yanda Naziler, bir yanda Sovyetler, her yan kan revan. Ardından denetim toplumu ve öğrenilmiş çaresizlik duygusuyla körüklenmiş gönüllü kulluk. Tüm bu süreçlerden sonra ortaya çıkan Dadaizm ve 68 öğrenci hareketlerinden sonra yeni bir döneme, postmodern döneme geçildi. Postmodernizmi karakterize eden temel nitelik, akla olan düşmanlıktı fakat bu akıl bireysel (tekil) insan aklı değil, o büyük harfle yazılmış Akıldı: Meta anlatılara, politik akıllara, kısıtlamalara ve dayatmalara direnen akıl. Duyguları ve özgürlüğü de içinde barındıran akıl. "Doğruluk, temizlik, fedakârlık hastalığı onda insanlığın en kıymetli bir kabiliyetini öldürmüştür: Acımak kabiliyeti..." Modernizm, bir büyük akıl vasfıyla; doğruluğun, temizliğin, güzelliğin, fedakarlığın sınırlarını belirler ve duygulara bir alan bırakmaz. Ona göre zaaf, düşkünlük, çirkinlik kötü şeylerdir ve onlara acımaya yer yoktur, tıpkı Zehra öğretmende de olmadığı gibi. Bu nedenle Zehra öğretmene, modernizmin vücuda gelmiş hali demek pek abes kaçmayacaktır. Ancak hikayenin devamında Zehra öğretmen kandırıldığını, her şeyin sandığı gibi olmadığını öğrenir ve dolayısıyla kendinde eksik olanı, acımayı da öğrenir. (2) Hikayedeki Zehra’nın babası Mürşit’in başına gelenler gibi, insanı genellikle en yakınındakiler (sevdikleri, değer verdikleri) zehirler. İnsan, iyi niyetli bir insan da olsa, diğer insanlara karşı iyi niyetini sonsuzca gösterince, hem kendine hem de ister istemez başkalarına zarar verir. İyiliklerin işe yaramayacağı bir nokta vardır ve insan şayet o anda “iyi niyetli” olursa, iyilikleri hiçbir işe yaramaz (buna iyimser salaklık diyorum). İyi niyetinden, saflığından zarar gören Mürşit’in yıkımı öyle bir anda olmaz. Her şey kademeli gelişir, her kademede inanılan doğruları (ilkeleri) bir bir yıkılır. Mürşit içinde bulunduğu bu durumu şöyle açıklar: "İstinat noktaları yavaş yavaş aşınan, sonra günün birinde en ehemmiyetsiz bir sarsıntı ile birdenbire göçen binalara benzedim..." Çöküş sanki bir anda gerçekleşmiş sanırız genellikle, ancak dikkatli baktığımızda çöküşten önceki artçıların bizi zaten birer birer eksilttiğini görürüz. Bunun farkına varamamamızın nedenleri şunlar olabilir: kendi yaşantımız (mesela nasıl hissettiğimiz) hakkında yeteri kadar düşünmemek, sevdiklerimiz gerçekten her zaman sevilesi insanlar mı (mesela nasıl hissettiriyorlar, davranışları nasıl) yeteri kadar düşünmemek, vs. Mürşit’in yaşadıkları da hemen hemen bunlardan ibaret. Nihayetinde küçük ve tekil hayatı da mahvoluyor elbette. Peki o küçük ve tekil hayat gerçekten mahvolmayı hak etti mi? "Maddi sukutların manevi sukutlardan bir farkı var. Mesela bir uçuruma düşen insan paramparça olup ölüyor. Fakat manen düşen insanın bazen yalnız bir tarafı zedeleniyor, öte tarafları tamamıyla salim kalabiliyor." Zehra babasının tüm bunları hak ettiğini düşünüyordu ancak sonrasında yaşadığı “aydınlanma” ile esasında meseleye önyargılı yaklaştığını ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını fark etti. O babasının tamamıyla salim kalan taraflarını hiçbir zaman göremedi, oysa babası organize bir kötülüğün pençesinde kurban gitmişti. Ve acımayı öğrendi.
Acımak
AcımakReşat Nuri Güntekin · İnkılâp Kitabevi · 202140bin okunma
··
255 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.