Gönderi

114 syf.
·
Not rated
·
Liked
·
Read in 11 hours
Felsefenin Temel Kavramlarına Giriş
Felsefe kavramlarla yapılan sistematik bir düşünce etkinliğidir. Şayet bir olgunun veya nesnenin zihnimizde kavramsal bir karşılığı yoksa, o şey hakkında düşünemeyiz. Felsefe kavramlarla yapılan bir düşünce etkinliği ancak her kavram üzerinde bir uzlaşı yok, hatta çoğu kez farklı tahayyüllerle karşılaşıyoruz. Sözgelimi birine göre özgürlük iyiyken başka birine göre kötü; birine göre adalet ve eşitlik iyiyken başka birine göre kötü. Bertrand Russell felsefenin kavramlar üzerine yoğunlaşan bu işlevine eleştiri getirir ve der ki: Kavramların anlamını tartışırken asıl mühim olanları gözden kaçırıyorsunuz, kavramların ne anlama geldiğini tartışmayı bırakın ve ciddi meselelere yönelin. Bu görüşe göre örneğin adil olmak ve adalet ne demek tartışmak beyhudedir, asıl yapılması gereken hangi düzenlemelerle toplumun adaletli yönetilebileceğidir. Russell bu eleştirisinde kısmen haklı ama kısmen de haksız. Evet salt kavramsal tartışmaların olguya etkisi az olabiliyor ancak kavramsal tartışmalar da gerekli, çünkü Russell’ın sandığı gibi insanlar bu kavramların ne demek olduğunu bilmiyor, yani toplum hakkında fazla da iyimser olmamak gerek. Kavramlar bu denli mühimken Bochenski felsefenin bazı temel kavramlarını felsefe dışından olan “sıradan halk” düzeyinde anlatmış ve kavramlara dair temel tartışmalara değinmiş. Elbette her bir kavramı ve kavramlar üzerine her bir tartışmayı ele alması mümkün değil ancak temel düzeyde gayet açıklayışı ve anlaması kolay bir kitap. Yazarın 1958 yılının mayıs, haziran ve temmuz aylarında radyoda yaptığı yarımşar saatlik on konuşmanın metne aktarılmış hali olduğu için kompozisyon olarak da zorlayıcı bir metin değil, bir çırpıda okunabilir. Şimdi biraz da kitapta ele alınan temel kavramlardan bahsedeceğim. 1. YASA Bildiğimiz iki tür yasa var: mahkemelerde uygulanan yasalar ve bilimsel yasalar. Felsefe, şayet siyaset veya devlet ve toplum felsefesi değilse, yasa dediğinde ikinci tür yasaları kasteder. Bochenski de yasayı bu ikinci anlamında kullanmış. Dünyada varolan her şey için -istisnasız- ortak yasalar var: yerlilik, zamanlılık, geçicilik, tekillik ve zorunsuzluk. Bir başka ifadeyle dünyadaki herhangi bir varolan belli bir yerdedir, belli bir zamandadır, bir vakit meydana gelmiştir ve geçicidir, değişikliğe uğrar ve olduğundan başka türlü de olabilirdi. Bunların her birinin her varolan için geçerli olduğunu anlamak kolay ancak yasalarda neden bu özelliklerin hiçbiri yok? İstisnasız hiçbir yasada yukarıdaki beş özellikten hiçbiri yok. Yasaların ne olduğu ve nereye konumlandırılacağı felsefede tartışma konusu olmuştur. Sözgelimi Hume yasaların bir gerçekliği olduğunu reddeder ve yasalar ancak bilim insanının kafasında der. Hume’a göre nedensellik yasası bir yanılsamadır, yani olmuş olagelen şeyin geldiği gibi devam edeceğine dair herhangi bir kanıt yoktur. Her gün güneş doğduğu için yarın da güneş doğacak sanıyoruz ama doğacağını nasıl bilebiliriz ki? Buna kısaca zorunluluğun reddi kuramı diyebiliriz sanırım ve bu kuramın kökü Gazali’ye kadar uzanır. Bu görüşe karşıt bir eleştiri olaraksa şu söylenebilir: Yasaların gerçekliğini reddettiniz ama yasalar herhangi birinin bilip bilmemesinden bağımsız olarak dünyada geçerlidir. Eh pek haksız değiller. Yasaların gerçekliği tartışmasının bir uzantısı olarak düşünsel olan ve gerçek olan ayrımına dair felsefede üç temel görüş vardır: 1. Düşünsel olan gerçek olandan bağımsız olarak var. (Platon) 2. Düşünsel olan var ama gerçek olandan bağımsız değil. (Aristoteles) 3. Yasalar düşünseldir ama düşünsel olan yalnızca düşüncede bulunur. (Kant) 2. FELSEFE Felsefeden bahsediyoruz ama felsefe nedir, ne demektir? Bu soruya tarihte birçok filozof birçok farklı cevap getirmiştir ve cevaplar arasında bir uzlaşı sağlanamamıştır. Bu cevaplar arasındaki en temel cevaplardan bahsedeceğim. Russell ve pozitivistlere göre felsefe henüz bilim sayılmayan her şeyin ortak adıdır. Bu görüşe göre şu an özerk bilim dediğimiz tüm bilimler vaktiyle felsefe dahilken, yetkinleştikçe felsefe olmaktan çıkmışlardır ve kalanlar da yetkinleştiklerinde felsefeden çıkacaklardır. Peki sonuç? Böylece felsefenin sonu gelecektir. Günümüze bakalım, günümüzde her zamankinden daha çok felsefe var ve bilimler geliştikçe de felsefe canlanıp zenginleşiyor. Örneğin mantık ayrı bir disiplin olarak kabul edildikten sonra mantık felsefesi de zenginleşti; matematik felsefesi, biyoloji felsefesi, zihin felsefesi ve daha niceleri… Aristoteles’in dediği gibi, felsefe ya yapılır ya yapılmaz, ama felsefe yapılmazsa bu da ancak bir felsefe adına olur. Bir başka ifadeyle, felsefenin bittiğini söylemek de esasında felsefe yapmaktır ve onun bitmediğini gösterir. Jean Wahl ve Karl Jaspers ise pozitivistlere karşıt olarak şöyle derler: Bütün bilimler felsefeden ayrılsa da felsefe yok olmaz, çünkü felsefe us ötesi olanı, kavranamayanı araştırır. Burada felsefenin yöntem, bakış açısı ve nesnesi bakımından bilimden farklılıkları vurgulanır. Felsefe, bilimlerin varsayımları kabul ettiği yerde soru sormaya başlar ve bu nedenle felsefeye kök bilim de denebilir. Peki bilim olarak felsefeye ne kalır? Bu soruya getirilen dört temel cevap şunlardır: 1. Bilgi Kuramı: Bilginin kendisinin olanağını araştırmak. (Kant) 2. Değerler: Olması gerekeni araştırmak. (Genel olarak ahlak filozofları diyelim, diğer kısımlarda bunu açacağım.) 3. İnsan: Başka her şeyin koşulu ve temeli olarak insanı araştırmak. (varoluşçuluk) 4. Dil: Bilimlerin dillerini yapıları bakımından incelemek. (Wittgenstein ve mantıkçı pozitivizm) 3. BİLGİ Yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce Gorgias şöyle dedi: Hiçbir şey yok, var olsaydı da bilemezdik, bilebilsek bile bir başkasına aktaramazdık. Gorgias’ın bunu şaka olsun diye öylesine söylediğine dair söylentiler de vardır ama biz bunları bir kenara bırakalım ve ne demek istediğini düşünelim. Öncelikle bir şeyler var, bir şeyleri biliyoruz ve başkalarına aktarıyoruz. Gorgias’ı yanlışlamak bu kadar basit. Ancak evren, yaşam ve kendimiz hakkında ne kadar az şey bildiğimizi bir düşünün, bilmenin olanaklarını ve zorluklarını düşünün. Bunu düşününce de Gorgias’ın ne kadar önemli bir konuya temas ettiğini anlıyoruz. 4. DOĞRULUK Felsefede, özellikle de mantıkta, doğruluktan kasıt mantıksal doğruluktur. Mantıksal doğrulukların da yanlış olabileceğine dair bir eleştiri vardır ancak esasında bu önermenin açıkça dile getirilmemesinden kaynaklanır. Örneğin bugün hava yağmurludur önermesine dair biri şunu söyleyebilir: Hava İstanbul’da yağmurlu ancak Antalya’da güneşli, bu nedenle bu önerme bir anlam ifade etmiyor. Ancak mantıksal önermelerde görelilik yoktur: önerme ya koşulsuz olarak doğrudur ya da koşulsuz olarak yanlıştır. Bunun için de önermelerin açıkça dile getirilmesi gerekir. Örneğin bir önerme şöyle olmalı: Bugün saat 10.41’de Antalya’da hava güneşlidir. Şayet o saatte Antalya’da hava güneşliyse önerme doğru, güneşli değilse önerme yanlıştır. Peki bir bilim insanı ve hatta genel olarak insanlar bir önermeyi neye göre kabul ederler? Gerçekliğe uygun düştüğü için kabul ettiklerine inanmak isteriz ancak esasında yararlı oldukları için kabul ederler. Örneğin geçerliliği ispatlanmış birçok geometrik model vardır ancak okullarda hep bir tane ve hep aynı geometrik model öğretilir. Bunun nedeni bilimde şayet önermeler doğruysa, basit olan daha işlevsel olduğu için, onu seçme eğilimidir. Bir önermenin beş farklı yolla ispatı varken en basit ispat yöntemini seçmenin pek akla yatkın olması gibi. Doğruluğun felsefe iki temel yorumu vardır. Bu yorumlardan biri idealist yorumdur, biri gerçekçi yorum. Bilgi nesnenin yaratılması mıdır yoksa kavranması mıdır? Gerçekçiler dış dünyayı gerçek olarak varsaydıkları için onlar için bilgi nesnenin kavranmasıdır onlar için. İdealistlere göreyse asıl olan akıldır, akıl yaratır. Gerçekçilere dair eleştirilerden biri renk örneğidir, bir gerçekçi elindeki kalemin mavi olduğunu, onu kavradığını söyleyebilir ancak esasında kalemde bir renk niteliği yoktur. İdealistlere dair eleştirilerden biri ise sıcaklık örneğidir. Elimizin birini soğuk suya, birini sıcak duya tuttuğumuzu düşünelim, ellerimizi sudan çıkardığımızda ikisi arasındaki sıcaklık farkını hissederiz, o halde duyularımız sıcaklığı yaratmıştır mı diyeceğiz yoksa sıcaklık verilidir ve duyularımızla onu kavradık mı? İkincisinin daha akla yatkın olduğu açık olsa gerek. 5. DÜŞÜNME Bilimsel düşünme düzene sokulmuş ve bilgiye (bilgi nesnesine) yöneltilmiş düşünmedir. Bu nedenle ancak belli bir düzeni ve sistemi takip ederek bilimsel bir bulguya ulaşılabilir. Ancak bu bulguların kesinliği nedir? Bilimin ulaşabildiği ne varsa hepsi olasıdır çünkü bilim tümevarım yöntemini kullanır: Tikel örneklerden tümele varır ve tikeli tümelle açıklar, tümeli de tikellerle. Bir çeşit kısır döngü. Ancak bilmek için elimizdeki en iyi araç bilimdir, sırf tümevarım yöntemini kullanıyor diye bilimi görmezden gelmek deliliktir. Bu nedenle bilime güvenmeliyiz ama tapmamalıyız. 6. DEĞER Yaşam içerisinde insan salt seyirci olarak kalmaz, değerlendirir. Değerlerin üç çeşidi vardır: ahlaki değerler, estetik değerler ve dinsel değerler. Ahlaki değerler yapılması gerekeni içerirken, estetik değerler olması gerekeni içerir ve insanın vicdanına (en azından doğrudan) bir çağrıda bulunmaz. Dinsel değerler ise diğer iki değerlerden farklı bir konumdadır ancak farklı olduğu kadar da onlarla iç içedir. Örneğin ahlaki değer bakımından kötü olan dinsel değer bakımından günahtır, vs. Değerler ve değerlendirmeler zamana, kültürel çevreye ve geleneklere göre farklılık gösterir. Dolayısıyla görelidirler. (Örneğin eşi öldükten sonra kadının kendini diri diri yakması adeti olan bir yere, ahlaki değerler açısından o yere müdahale etmek doğru mudur yanlış mıdır? Felsefede değerlere dair buna benzer daha birçok tartışma vardır.) Değerlere dair iki temel görüş ayrılığı olduğu söylenebilir: pozitivistler ve idealistler. Pozitivistlere (özellikle İngiliz deneycilere) göre değerlendirmeler gerçek şeylerdir ve fayda/faydacılık üzerinden değerlendirilirler. İdealistler (özellikle Platon ve Scheler) ise değerlendirmelerin başkalaşabileceğini ancak değerin kendisinin başkalaşmayacağını söylerler, bunlara göre değerler apaçıktır ve hiçbir zaman başkalaşmaz. 7. İNSAN İnsanın diğer canlılardan bazı temel farkları vardır: teknik, gelenek, gelişme, başka düşünme, kendine dönük düşünme. Bunlar arasında özellikle kendine dönük (refleksif) düşünme esas ayırt edici olarak düşünülür ve diğer canlıların bilinci olup olmadığına dair tartışmalar da refleksif düşünme üzerine sürdürülür. İnsan tüm bu niteliklerinden ötürü bilim, gelenek, din gibi büyük sistemler kurmuş ve var kalmıştır: Kırılgan bedenlerinin olmasına karşılık ayrı çalışan zihinlerinin farkıyla doğada bir farklılık olarak, doğayı şekillendirmiştir denebilir. Ayrıca insan öleceğinin, ölüme doğru bir varlık olmasının da açıkça bilincinde olan bir canlıdır, buna karşın ölümsüz olmak ister, sanki ulaşamayacağı bir şey için var gibidir. İnsanın anlamı nedir? İnsanın gereksinimleri nasıl karşılanabilir? Bu tür sorulara dair felsefedeki üç temel görüşten bahsedilebilir: 1. İnsanın gereksinimleri toplumla özdeşleştirilmelidir. (Marx) 2. İnsanın hiçbir anlamı yoktur, o trajik bir soru, sonsuz bir bilmecedir. (Sartre) 3. İnsanın bir anlamı vardır ve insan bilmecesinin de çözümü olmalıdır. (Platon) Birinci görüş tekil yerine çoğula, birey yerine topluma önem verir. Böylesi bir görüşte esas önemli olan toplum olduğu için, bireyin esasında bir bireyliği olduğu bile kabul edilmez. İkinci görüş insanın anlamı olmadığını söyler ancak esasında anlam kuran bir varlık olarak insanın bunda bir imkan bulacağını da söyler. Üçüncü görüş çözümü genellikle aşkın bir varlığa veya dış dünyaya atfettiği için pratikte bir karşılığı yoktur. 8. VARLIK Ontoloji (varlık felsefesi, metafizik, ilk-felsefe, vs.) kimi filozoflarca reddedilir, kimi filozoflarca da en mühim felsefe olarak görülür. Ontolojiyi reddeden iki temel görüş bilgi kuramsal idealizm ve pozitivizm görüşleridir. Bilgi kuramsal idealizm varolan hakkında söylenebilecek her şeyin daha önce tek tek bilimlerce söylendiğini söyler. Pozitivizm ise töz kavramının gerçeklik hakkında hiçbir şey söylemediğini söyler. Örneğin pozitivistlere “köpek bir hayvandır” anlamlı ve bilimsel bir ifadedir ancak köpek bir tözdür” gerçeklik hakkında hiçbir şey söylemez, köpek yerine köpek sözcüğünden söz edilmiştir, o halde ontolojinin yerine temel dil bilgisi araştırmalarını koyalım der pozitivistler. Felsefedeki bir diğer tartışmada varlığın olanağı tartışmasıdır. Örneğin Parmenides ve Megara Okulu için gerçeklik ve olanak bir ve aynıyken, Aristoteles ise gerçekliği ve olanağı, bilkuvve-bilfiil dikotomisiyle kesin bir biçimde ayırır. 9. TOPLUM Bütün toplumsal konular amaca ve hedefe uygunlukları bakımından mı değerlendirilmeli? Hangi amaç, hangi hedef? Bu amacı ve hedefi kim kabul etti ve bunlar dokunulmaz oldu? Toplumsal konuları amaca ve hedefe uygunlukları bakımından değerlendirenler için hedef, devletin erkinliğidir. Ama devletin erkinliği neden bizim de erkinliğimiz olsun ki? Hedefin ve amacın belirlenmesi sorunu, felsefenin (devlet ve toplum felsefesinin, ahlak felsefesinin, siyaset felsefesinin) sorunudur. Asıl olan birey midir yoksa toplum mu? Genellikle bu soru felsefi görüşlerde belirleyici etmendir. Şayet asıl olanın birey olduğu kabul edilirse, devletin ancak birey için olduğu söylenecektir, aksi halde tek tek bireylerden bile söz edilemez. Özellikle doğu toplumlarında toplumun devlet için olduğu söylenir ancak nedense hiç devletin ancak ve ancak toplum için olabileceği söylenmez. Bizdeki “sanat sanat için midir yoksa yoksa toplum için midir” tartışması yerine “devlet devlet için midir yoksa toplum için midir” tartışması olsaydı belki daha iyi bir durumda olabilirdik ancak bizde devletin kutsallığı (ta Göktürklerden beri) öyle kesin ve keskin bir dille ifade edilmiştir ki, aksi bir görüş dile getirilememiştir. 10. MUTLAK Felsefedeki mutlaklık tartışması, en nihayetinde tanrı ve sonsuzluk tartışmalarını da kapsar. İki ayrı temel görüş vardır: sezgiciler ve dolayımcılar. Bunlar da kendi içinde ikiye ayrılır. Salt sezgicilere göre tanrı ve mutlak bize doğrudan verilidir, diğer sezgiciler ise insanın tanrı ve mutlak deneyimini kendinden değil sonsuz bir varolandan edindiğini söyler (Scheler). Salt dolayımcılara göre tanrının varlığı deneyime dayanmaz, aprioridir (Anselmus, Descartes, Spinoza, Hegel), diğer dolayımcılar ise tanrının varlığını deneyime dayandırarak açıklar. Örneğin Whitehead filozofun ussal olarak anlamak ve açıklamak görevidir, bu nedenle neden sorusunu sorması hakkı ve görevidir der. Sartre mutlaklık tartışmasına dair, tanrı ve saçma arasında bir seçim yapmanın gerektiğini söyler. Sartre’a göre ya tanrı vardır ve yaşam saçma değildir, ya da tanrı yoktur ve yaşam saçmadır. Sartre bir ateist olarak yaşamın saçma olduğunu seçmiştir.
Felsefece Düşünmenin Yolları
Felsefece Düşünmenin YollarıJ. M. Bochenski · BilgeSu Yayıncılık · 2009138 okunma
·
490 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.