Sevgili Ahmet Erhan...
Onun sözcükleri yüreğinde demlenmeden akmadı kaleminden. Başına ne geldiyse, yüreğine çarpan neyse onu anlattı.Dünyanın derdine dertlendi, "Alacakaranlıkta" gördüğü ülkesine yandı:
“Nicedir akşam, kara bir kefen gibi geriliyor
Bu acılı, bu yoksul ülkemin üstüne..."
İnsana, insanlığa dokunan her ne varsa gönlünün sancısı saydı. Yalnızlığı, ölümü on ömür yaşamış da sırrına ermiş gibi anlattı. Tez fark edildi şiirleri. Ödüller arka arkaya geldi.
Şubat 1958'de Ankara'nın o kuru ayazında, dört kardeşinin sesine eklendi sesi. Mersin, Adana,Ankara derken nereye ait olduğunu o da kestiremedi. Eli kalem tuttuğunda anladı ki bu topraklara aitti işte, plakanın önemi yoktu. Her neredeyse orası gurbet, uzaktan baktığı yerler sıla oldu ona. Yine annesine seslenen mısralarında öyle diyordu:
“Anne ben mi yoruldum
Yoksa dünya mi duruldu?
Yüreğim kaldı gurbette"
Belki o da yaşıtları gibi gündüzleri okumayı isterdi,ekmek derdine küçük yaşta düşmek olmasaydı. On sekizinde baba yokluğunu tattı. Hassas yüreğinin duvarları daha da inceldi. Sonra Türk Dill ve Edebiyatı okudu. Adanaspor'da oynarken kırdığı kaval kemiğine minnet duymalı. Futbola veda etmeseydi kalemle buluşur muydu? Bilinmez.
Ölüm ve yaşam arasındaki gelgitlerinde ölüm galipti...
“Anne niye doğurdun anne beni?” diye sitem yollarken anasına, başka bir şiirinde arada kalmışlığından dem vuracaktı:
“Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük
Bugün de ölmedim anne"
Hem hayata hem ayrılığa dönük olan yüzü, başındaki karabuluttan kurtulduğunda da ondan beklenmeyen bir coşkuya akacaktı mürekkebi:
“Yaşamak, seni seviyorum
Demenin başka türlüsü..."
Ahmet Erhan "..sevincin anlatılamayan bir yanı da varmış...“dediğinde, kaleminin duygularına yetişemediğinden dert yandığını da sevinci pek tanımadığını da düşünebiliriz. Ölüm sözcüğü sayfalarını sararken yarım kalmışlıklardan söz eder:
“Ellerim de susabilir, bir gün gelir de
Ölümüm belki de kendi elimden olur.
Bir şiir yarım kalır, turuncu bir güz günü bölünür
Bir şeyler hep tamamlanmamış olarak durur."
Kendince mutluluğun tarifini yaptığını görmek mümkün... Onun mutluluk anlayışı asla bireysel değildir:
“Bütün mayınları, bütün dikenli telleri
Ayıkladım sınırlardan
Ve bir tek zorba çıkamadı önüme.
Bu dünyada acı çeken tek bir insan yoktur, Diyebildiğim zaman
İşte o zaman ölebilirim.
Toprağımda bir çığlık olur da büyür.
Yaşama sevincim..."
Ahmet Erhan okurken Orhan Vell'nin aklıma gelmesi boşuna değildir.
Her ikisi de "garip" sözcüğünün karşılığını verirler. Yazdıklarında, yaşadıklarında benzer noktalar vardır. Hayatın içindendir yazdıkları her ne kadar kendileri dışarıdan seyretseler de... “Bir işçinin elinde
ekmekle evine döndüğü yerde..." mutluluk duymayı bildiler.
Ölüme kardeş yaşayıp, yalnızlıklarına tutunmak zorunda kaldılar.
Orhan Veli değil miydi Aşk Resmigeçiti'nde son mısralara en sevdiği muteberin özelliğini sıralayan
“Hür olsak der, / Eşit olsak der. / İnsanları sevmesini bilir / Yaşamayı sevdiği kadar. “
Şairsen ve insan yarasına meylediyorsan buna şaşılmaz. Bu yönde ortak olmaları doğal... Ama bir yönleri daha var ki ilginç. Her ikisi de at yarışlarına düşkün ve kaybeden taraftalar daima. Orhan Veli'nin
mektuplarında tahminlerine, Nahit'ine önerilerine rastlıyoruz bu konuda. Ahmet Erhan'ın "Şehirde Bir Yılkı Atı" olmasını bu mevzudan uzak tutuyorum tabi.
Akdeniz'e aşinalığından olsa gerek birçok şilrinde "portakal çiçeği" imgesi yer alır. "Turuncu" renk sarar dizelerini (İki cilde toplanan şiirlerinin kapak renginin turuncu olması sanırım tesadüf değildir)
“Akdeniz'in mavisini, turuncusunu anlatmak isterdim Oysa hep ölümü anlattım, hemen bütün şiirlerimde.”
Kendini Akdeniz'e ait görmesi çocukluğuna gençliğine gittiği günlere hastır:
“Buradayım şimdi
Beni arayan olursa
Adresi mutluluk.
Ülkesi Akdeniz'dir deyin!”
demişse de ruhu bu ülkeye aitti:
“Sevgili yurdum, dağlar, denizler, ovalar
Biraz da kendine sakla kendini
Başımda güneş, ayaklarımda kar
Bağlar gazeli
Bağlar gazeli
Uzat artık bana şu güzel coğrafyanın ellerini...”
Adını dilinden düşürmediği ölüm onu 2013'te gırtlağında dert olup buldu. Ona sormak imkânı olsa sanki mutlu olduğunu söyleyecek gibi gelir bana... Sivas'ta dostlarıyla yanan yüreği onlara kavuşunca derin bir nefes almıştır. Ahmed Arif'in oğlu Filinta Önal, ona çok yakışacak bir mezar yaptı. Akdeniz taşından, yelkenleri toplanmış, varacağı yere ulaşmış bir sandal tasarladı. Üzerine de Ülkesi Akdeniz yazıldı.
Elli beş yaşında ardında onca şiirle gitti. Dediği gibi oldu aslında:
“Kalırsa bir soru kalır benden
Bir de üç beş şiir iyi kötü..."