Gönderi

Yol alametleri var üzerimde. Çünkü yolcuyum. Her yol, evet, derin izler bırakmıyor insanda. Bir sessizlik oluyor yol hali bende genelde. Kafamdan mi, kalbimden mi yoksa ruhumdan mu geçtiğini bilmediğim, Yahya Kemal'in "His var mı bu âlemde nekâhet gibi tatlı?" istifhamı bende kalan. Yol bir hastalık mıdır bilmiyorum ama yol geride kalırken, yolun geride bıraktığı, ruhun şifa ümidiyle tutunduğu bir şey sanki. Yolu yazmak mı, yolun bakiyesini yazmak mı daha makbuldür bilmiyorum. Yol, sanki yaşanacak ve tecrübe edilecek somut bir uzam değil de, soyut bir derinlik. Yolu sanıyorum kimse tam olarak anlatamaz, aynı yolun yolcuları aynı şeyi yazamıyorlar çünkü. Yolu yazmak da ayrı bir yol olarak beliriyor insanın önünde. Yolu yazmak, yol ile yüzleşmek değil; yolda insanın kendisiyle yüzleşmesi, zamanın yeniden kurgulaması, detaylandırması, hesaplaması, iç açılarının veya çapının gözden geçirmesi gibi bir şey. Yolu ve zamanı yazı masasına oturtmak zor bir iş bu yüzden. Zamanla ve mekanla merc ü merc olan ruhu ıssız bir camide güneşin ve gölgenin yeniden yarattığı bir rahleye yerleştirmek, aşınmış bir mermer eşikten geçirmek, yeryüzünden amûdî olarak firar eden bir minarenin sükûtuna kulak vermek, bir kubbenin gözbebeklerine gözlerini dikmek, mahzun bir mezar taşıyla sessizliğine mukabele etmek... Gözyaşı yolcunun ruhuyla bedeni arasında bir yerden sızıyor böylece. Çok mu karışık oldu? Edirne'yi adımlarken Selimiye'yi sona bırakma istiğnası anlatmaya çalıştığım. Önce sükûttan başlamak ve sonra tekrar sukûta dönmek. Muradiye Camii'nin yokuşunu tırmanırken katlandığım sıcağa, minberin hemen yanındaki pencerenin serin bir rüzgar ikram etmesi. Son cemaat yerindeki "hû"nun nefes nefes sinmesi insanin içine. Mihrab duvarının arkasındaki Mevlevî mezartaşının kendisiyle fotoğraf çekinmeme müsade etmesi işte anlatmaya çalıştığım. Yol, olduğumuz yer ile olmak istediğimiz yer arasındaki güzergâh...olduğumuz şey ile olmak istediğimiz şey arasında...Biraz kaçış, biraz saklanış...Yol tükendiğinde, yolun aslında yolcunun kendisi olduğu hakikati ortaya çıkıyor. Bunca zamandır yürüdüğümüz aslında kendimizmişiz! Kaçtığımız şey ile vardığımız şey aynı imiş meğer! Kendimiz. Garip gelecek ama her dilde "ben" kelimesi ile "kendi" kelimesinin beraber var oluşunun bir sebebi olabilir bu. Yolu da yolculuğu da uzun kılan zaman değil. "Kendi" kelimesi şimdi bir zaman mefhumu olarak göründü bana...Kendi içimizde derinleşen ve sadece kendimize ait bir zaman var! Saatlerden müstağni bir zaman! "Ben" demenin imkansız olduğu bir zaman. Kendimiz kadar özgürüz! Kendimiz olarak zamana ve mekana mağlup ve mahkumken, gerçek manada özgürlüğü kendimizden sıyrılarak bulmak mümkün müdür? Yol sahiden bu imkânı vermiyor mu bize?
·
386 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.