Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

104 syf.
·
Puan vermedi
Belli bir zamanda var olan “A” ilmi, süreç içinde geliştikçe kendisine yeni yollar açarak muhtelif ilim dallarını meydana getirmiştir. Böylece “A” ilmine bağlı olarak ortaya çıkan yeni ilimler de zamanla kendi içerisinde derinleşmeye başlamış ve müstakil bir ilim dalı haline gelmiştir. Bu durum süreklilik arz ederek her dönemde farklı isim ve metotlarla birlikte ilimlerin genişlemesine katkı sağlamıştır. Nitekim 19. ve 20. yüzyıl içerisinde gerçekleşen ilmî süreçte böyleydi. Coğrafya, psikoloji ve hukuk ilimlerinin müstakil hale gelmesi yahut tam tersi duruma dönüştürülmesi tartışmasız bu ilimlerin ele alınış şekliyle ilgilidir. Coğrafya ilmini tarihe yardımcı bir bilgi türü olarak tanımlamak, özgün bir ilim dalı haline gelmesinin önünü tıkarken, antropolojiye bağlı kalması gereken herhangi bir yöntem alanını başka bir açıdan ele almak onu müstakil ilim alanı haline getirebilir. Bu sebeple sosyal bilimlerin mevcut haline gelene dek geçirdiği evrim dikkatle incelenmelidir. Günümüz ilim dünyasında da farklı bir durum söz konusu değil. Tartışmalar bütün sıcaklığıyla kendisini koruyor ve yeni ilim dallarının ortaya çıkmasında etkin rolünü sürdürüyor. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, ilimlerin çerçevesinin nasıl çizildiği ve hangi bağlamda değerlendirildiği meselesidir. Kısaca özetlemek gerekirse, 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar geçen süre, ilim sahasının giderek özel alanlara bölünmesiyle sonuçlanmış ve bilim tarihinin tartışmalı bir sonucu olarak ortaya sosyal bilimler çıkmıştır. Sosyal bilimler sistemli hale geldi gelmesine ancak yaygınlaşması ve geliştirilmesi için uygun ortamlar henüz oluşturulamamıştı. Gelişmesi için en doğal ve uygun ortam üniversitelerdi. Çok geçmeden hızlı bir şekilde özel alanlara ayrılan ilim dalları, kürsülerine kavuşmuştu. Öğrenciler yetiştirilmeye başlanmıştı. Daha sonra akademisyenler tarafından dergiler, kitaplar, kaynaklar tamamen alanlara göre tasnif edildi ve artık sosyal bilimler derin bir üretme aşamasına hazır hale gelmiş oldu. Üretim aşamasında ise her bir ilim dalı, kendisini diğer ilimlerden ayıran sınırlara bölündü. Keskin şekilde tanımlamalar yapılarak ilimlerin neye, nasıl ve niçin hizmet edeceğini belirten bu sınırlar, aynı zamanda akademisyenlerin hareket alanlarını da sınırlamaktaydı. Esasen bu durumu bir başarı olarak görmek tartışmaya açık bir konudur. Nihayetinde her ilmin bir akademisyen, uzman kadrosu söz konusu olduğu için disiplinlerarası farklar derinleşmek durumunda kalacaktır. Bu derinleşme sonucunda uzmanlar kendi alanlarında diledikleri gibi söz sahibi olabilecekleri yanılgısına düşmekten kendilerini koruyamazdı. Ancak aynı ilim dalında farklı bakış açılarının sürekli olarak çatışması bunun önlenmesinde faydalı olsa da, akademi bünyesinde oluşacak muhtemel bir iktidar alanı, tekelcilik sorununu yeniden gündeme getirecektir. Örnek olarak, dünya haritalarının günümüzde hâlâ hatalı ve yanlış biçiminin kullanılıyor olması verilebilir. Bir tarihçinin, söz konusu dünya haritasının aslında geçersiz olduğunu bilmemesi onun bir eksikliği olarak görülse de, son tahlilde coğrafyaya bağlı haritabiliminin sunduğuyla yetinmek durumunda kalması kaçınılmazdır. Her alanda derinlemesine bilgi sahibi olmasını beklemek haksızlık olacağı için disiplinlerarası ilmî derinlik farkının da daha işlevsel hale getirilmesi, herhangi bir ilim dalında tekelleşmeyi engelleyecektir. Yoksa ilerleyen süreçlerde disiplinlerarası üretim, söz konusu faydasını yitirme yoluna girebilir. Kişisel kanaatim olarak ifade etmeliyim ki, sosyal bilimlerin uluslararası bir örgütlenmeye ve metodolojiye yönelik gelişmesi büyük bir faciadır. Dünya genelinde ortak bir metodun gözetilmesi bilimin kısırlaşması anlamına gelir. Dünyanın farklı coğrafyalarında farklı kültür ekseninde hareket eden toplumların kendi usulüne göre bilim yapması ve geliştirmesi gerekmez mi? Mesela akademik yazım kurallarının soğuk ve resmi dili bizim kültürümüz açısından ne kadar faydalı olabilir? Açıkçası etkili olmadığı gibi bilginin topluma süzülmesini de engelleyen bir biçime sahip. Yer yer edebi bir üslubun akademik dile karıştırılması ve benzetme sanatlarının da bu sürece dâhil edilmesiyle Türk toplumunun bilgiyle olan ilişkisini güçlendirebilecek iken, Avrupamerkezci oluşumla bir akademik lisanın faal olması hem Türk akademisyenleri hem de Türk insanının hareket alanını daraltmaktan başka bir işe yaramıyor. Özgün bir dil ve Türk kültür nokta-i nazarından sosyal bilim anlayışımızın yeniden gözden geçirilmesi ve biçimlendirilmesi gerekiyor. Akademik dilin en gülünç yanlarından biriside, üslubun “biz” dilinde olmasıdır. Misal, “Biz bu makalede … gerçekleştirdik” cümlesinde ki “biz” kim olabilir? Tek kişinin yazmış olduğu makalede neden çoğul bir dil kullanıyoruz? Elbette bu basit bir örnek… Fakat Türk akademisinin artık kendi yapısına uygun bir biçime kavuşması gerekiyor. Sosyal bilimlerin dünya genelindeki gelişiminin toplumlar arası sınırları ortadan kaldırarak vücut bulması ve Avrupamerkezci bakış açısı ile diğer bakış açılarının eritilmesi bilim adına yapılan bir sınırlamadır. Bu duruma karşı çıkan toplumlarında zaman içinde dirençlerinin kırıldığını ve Avrupamerkezci tutum karşısında eridiklerini görüyoruz. Her şeye rağmen sosyal bilimlerinin parçalara ayrılarak, özel alanlarına kavuşması, insanlığı bilinen gerçeklerden bilinmeyen gerçeklere ulaştırma noktasında katkısı ortadadır. 1945 sonrası süreci etkileyen en önemli gelişme ise ABD’nin ezici bir güce sahip olmasıydı. Ekonomik ve politik gücü elinde bulunduran kültürlerin bilimsel akışı da yönlendirme yetkisine sahip olduğu apaçık bir gerçektir. ABD’nin yönlendirmeye başladığı bilim dünyası doğal olarak diğer toplulukların seyrini de etkilemiş oldu. Ezici bir güç karşısında topyekûn bilim dünyası nasıl bir yol izlemeli sorusuna cevaplar aranıyordu. Nihayetinde çareyi disiplinlerarası akademik üretime yönelmekte buldular. Böylece farklı disiplinlerin iş birliği yaparak üretime geçişi ile akademisyenlerin kendi alanlarındaki muhtemel iktidar alanı sorunu önlenmiş oldu. Artık metotlar kendi alanlarında derinleşerek yegâne unsur olmaktan çıkıyor ve geniş bir alana yayılıyordu. Sonuç itibariyle ele aldığımız zaman ABD’nin sahip olduğu ekonomik ve politik gücü, sosyal bilimlerin dar bir alana sıkışıp ardından daha ileriye sıçramak üzere geri adım atmasını sağlamıştır. Değişen ve gelişen dünyada diğer topluluklar da, yatırımlarını artık bilim dünyasına yönlendirerek kısa süre içerisinde sosyal bilimleri de kapsamak kaydıyla yeniden şekillenmişti. Sosyal bilimlerin birbiriyle arasındaki mesafenin kapanması ve sistemli şekilde kaynaşması, akademisyenlerin bilgi alanlarını da genişleterek büyük bir ilerleme kaydetti. Bölge araştırmalarının artması ve çeşitlilik arz etmesi yeni uzmanlıklar ve bilgi alanları oluşturdu. Artık sosyal bilimler, başlı başına bir fayda aracı olmaktan çıkarak her bir alanın kendi içindeki boşluğu diğer bir alandan yararlanarak güçlendirmesi durumuyla karşı karşıyaydık. Nitekim üniversitelerinde içinde bulunduğu çeşitli araştırma kurumlarının artması ve uzman yetiştirmesi bu durumun bir sonucudur. Sübjektifliğin kaçınılmaz olduğu alanlarda evrensellik iddialarının abesle iştigal etmek olduğunu söyleyebilirim. Matematik bilimler haricinde kalan insan bilimleri açısından baktığımızda belli bir nesnellik alanı oluşturmanın imkânsızlığı üzerinden yaklaşıyorum konuya. Görünen, insan bilimlerinin –tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji vb.- evrenselleşmesi noktasında direnç gösterilmesi yapıcı bir tutum olmadığıdır. Esasen Kant’ın tarih felsefesinde bahsettiği uluslararası tek devlet, tek millet ve tek kültür düşüncesinin zihinlerdeki etkisi varlığını tüm gücüyle koruyor. Günümüzde teknolojinin ve bilginin tek elden çıkma yansımalarıyla açığa çıkan sonuç budur. Farklılıkların, yeniliklerin önündeki en büyük engel de bu olsa gerek. Çünkü bir şeyin evrensel olabilmesi için ilkelerinin çatışmaması ve hangi bağlamda olursa olsun aynı sonuca ulaştırması beklenir. Matematik ve fizik kuralları gibi… Bir topu havaya attığımızda hiçbir kültürde havada asılı kalacağı sonucuna ulaşamayız. Lakin bir tarih teorisini ele aldığımız zaman kuzeyde farklı bir sonuç vereceği gibi güneyde de farklı sonuçlar verecektir. Dünya üzerinde sınırları olmayan tek kültür ve devlet hayalinin ne kadar yıkıcı olabileceğini düşünürsek sosyal bilimlerinde evrensel kılınması ve bunda diretilmesi aynı sonuçları vereceğini görebiliriz. İki örneğin arasında mahiyet bakımından hiçbir fark yoktur. 1945 sonrası sürecin kritik meselelerinden olan doğa ve sosyal bilimlerin ilişkisi ise bize başka bir açıdan düşünmeyi öğretiyor. Her dönem kendi bilimini yaratır ve belli kuralları vaz eder. Ancak bilimsel taassubun ortaya çıkmasına sebep olan yetinmeci bir anlayış kendini gösterdiğinde bilim artık kısır bir döngüye girer. Newton üzerinden hareket etmeye alışmış ve karşılaştığı her sorunu onun üzerinden çözmeye çabalayan bilim insanlarının yanı sıra artık Newton’un geçerliliğini sorgulamaya başlayan ve hem doğa hem de sosyal bilimlerde yeni bir form aramaya başlayan bilim insanlarını görmekteyiz. Böylece Newton’un ortaya koymuş olduğu prensipler, yöntemler ve bakış açıları artık geliştirilebilir ve üzerine çıkılarak yeni bir bilim meydana getirilebilirdi. Nitekim bu tartışmalar neticesinde artık bilim açısından farklı gelişmeler durdurulamaz bir boyuta gelmişti. Netice olarak baktığımızda, doğa ve insan bilimleri ile ikisi arasında şaşkın bir vaziyette bekleyen sosyal bilimler sorununu, sorun olarak görmekten çıkararak, bilgiye hizmet eden her türlü alan arasında ayrım yapmamak gerekmektedir. İnsanın var olduğu evreni anlama ve anlamlandırma faaliyeti olan bilimlerin, kendi içlerinde meşruluk problemini tartışması vakit kaybıdır. Bu bakımdan interdisipliner çalışmaların yaygınlaşması ve teşvik edilmesi elzemdir. Okuduğumuz metnin sosyal bilimleri ele alış şekli, bir anlamda otopsisini çıkartması hem akademisyenler hem de lisansüstü öğrenciler için oldukça zihin açıcı bir etkiye sahip. Komisyonda yer alan Trouillot ve Wallerstein’in bazı metinlerini önceden okumuştum. Bilimsel bakış açıları berrak biçimde. Alanlarında önemli çalışmalara imza atmış isimlerin sosyal bilimler üzerine bir çözümleme yaparak var olan sorunlara yeni çözümler üretmeleri oldukça verimli bir girişim olmuştur. Katılımcılar listesinde bir Türk sosyal bilimcinin olmasını da isterdim. Peşin hükümlü olmamakla beraber, Türk akademisinin henüz sosyal bilimlerin anatomisi üzerine yoğunlaşarak yeni bir söz söyleme girişiminde bulunacak düzeyde olmadığı söylenebilir. Zihinlerin evrensel düzeyde parlaması ve araştırmaların yerel düzeyde faaliyet göstermesi gerektiği aşikâr... Son tahlilde Türk-İslam bilim tarihini ele aldığımızda görüyoruz ki, sadece Müslümanlar üzerine düşünmek Müslümanca bir hareket olarak görmemişler. Genetik kültürel kodlarımızda, tüm insanlık birikimi üzerinden hareket etmek ve ortaya yeni ve faydalı ürünler koymak canlılığını koruyor. Bu noktadan hareket ederek, din, dil ve ırk taassubuna düşmeden ve kendilik bilincini de bertaraf etmeden bilim üzerine düşünmek, neticesinde ona göre eylemek hem memleket hem de dünyamız için izlenmesi gereken en sahih yoldur. “Sosyal Bilimleri Açın” raporu benim açımdan bunu anlamamı sağlamakla birlikte bilimin ne kadar girift ve aynı zamanda spesifik olduğunu göstermiş oldu. Yapıcı eleştiriler ve aklı ön plana alarak sunulacak çözümler ışığında sosyal bilimlerin gün geçtikçe daha verimli ve insana dair pratik fayda sağlayacak hale gelmesi kaçınılmazdır.
Sosyal Bilimleri Açın
Sosyal Bilimleri AçınKolektif · Metis Yayınları · 201835 okunma
·
1 artı 1'leme
·
895 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.