İnsanın kendi kafasının içindeki sessizlik en gürültülüsü,
diye bir vedası oldu kitabın, içinde okuduğum onca alıntıya rağmen zihnimde karşılık bulan bu oldu ve yadırgamadım bu durumu ve incelemeye de bu cümleyle başlamak istedim çünkü biliyorum tüm insanların nazarında Bosnaya, ordaki savaşın bıraktığı izlere söylenmiş bir sözdü bu.. Hani demişti ya Cansever:
"İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına
benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı
eğimine" diye...
İşte kimi yaraları şehirlerle birlikte toplumlar da taşır...
Bir tarafta binalar yıkılırken bir tarafta duygular, hayaller, insanlar yıkılır... O koca yangınlar içinde bir de görünmeyen yangınlar vardır...
Bu yüzden kimi yolculuklar vardır ki bir tarafta insan ruhunun yıkıntıları diğer tarafta yıkılmış o şehrin külleri... Tıpkı yazarımızın yaptığı gibi...
Karanlığın ortasında, üzerinde "Bu ülke turistik seyahatler için elverişsizdir" yazan beyaz bir benek. Bu beneğin adı Bosna-Hersek, diye başlayan bir yolculuk...
Şehrin meydanlarını dolaşan, yıkılmış evleri, yakılmış yerleri, kaybedilmiş güzellikleri, savaşın götürdüklerini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir yazar...
Bir savaş muhabiri!!!
Ama işine geç kalmış bir muhabir kendisi, sadece sonrasına şahit olabildi(k)...
Öylece kenarında izlemek bile lânet okutturuyordu insanın kendisine... Hüzünlü bir yolculuktu benim için...
İleride yolculuk yapabileceğim yerlere dair kitaplar biriktirmek ve bu kitaplar dahilinde uygun bir rotayla özel bir seyhat yapmak gibi bir hayalim var kimi zaman kitap alırken bu durumu da göz önünde bulunduruyorum, bu kitap benim için hüznün ilk durağı oldu galiba...
Yeryüzü coğrafyasının hiçbir parçası, bölünmüş ve parçalanmış bir kent kadar tekinsiz, hazin, kuşku uyandırıcı ve üzüntü verici değildir: Berlin, Kudüs, Saraybosna ve Lefkoşa bize her zaman bir “ayrılma”nın, bir “eksikliğin”, bir “kopukluğun” öyküsünü anlatırlar.