Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Nar gibi kızarıp dağılmış korların arasında dolaşan buğulu bakışlarını benden gizliyordu. Sesinin kırılganlığı ürperticiydi. Kendini hikâye etmeyi sevenlere özgü anlatımı, anlattıklarından daha cazip gelmişti. Kısa hikâyeler yazıyordu. Sezgileriyle gelişen doğal yeteneğinin farkındaydı ama onu her an tüketen bir ‘eksiklikle’ de boğuşuyordu sanki. Bir yazarı seviyordu. Anladığım kadarıyla onu taammüden seçmişti. Henüz suretini bile görmeden, kitaplarındaki çakıl taşlarını izleyerek ihtiyacı olan ‘mucizeyi’ onda bulabileceğine inanmıştı. Bu rezil dünyaya dayanabilmek için yazma arzusuyla kıvranıyor, yaralı bir hayvan misali kendisi gibi can çekişen bir yazı insanının mağarasına sığınmak istiyordu. Yaşadıklarına ilişki denemezdi. Zamanla hiç çaba göstermeden birbirlerinin her şeyi ve ‘hiçbir şeyi’ olmuşlardı. Adam pek ortada yoktu ama kadının kılcal damarlarında, ruhunda, hayallerinde, geleceğinde, rüyalarında, yazılarında, saç diplerinde dolaşıyordu. Onu hatırlamak istediğinde bileklerinin içini kokluyormuş. Anlamıyordum. Onunsa hiçbir koşulda vazgeçmeyen inatçı bir sahibi ve ‘evcilikten’ sıkıldığı zaman sokakta oynadığı başka ‘kadınları’ da varmış. Koşullar eşit değilmiş, hiç olmayacakmış. İşin tuhafı başından beri isteyerek kabullendiği bu dengesizlik, kadının ilgisini çekmiyordu. Sesinin titremesi gizlemeye çalışarak çok yorulduğunu itiraf ettiği gece, zihnime kazınan cümleyi sonradan çok düşündüm; “Kiminle olduğu, başkalarıyla ne kadar vakit geçirdiği o kadar önemli değil, ben ona sahip olmak istemiyorum, yeter ki beni aldığı o mahrem odaya kimseyi sokmasın. İşte buna dayanamıyorum. Ne yazık ki bunu anlamadığını söyleyecek kadar çok küçümsüyor beni” demişti. Onu acıtan bu konuşmanın derinliğini kavrayamayacak kadar gençtim o zaman. Kendisini tamamıyla istemeyen, onunla toplum önüne çıkmaya, yanında iki günden fazla kalmayan bir erkeğe böylesine koşulsuz bir ‘fedakârlıkla’ teslim olmasına çok anlam verememiş, onun için cidden üzülmüştüm. Önünde koskoca bir hayat ve onu isteyen çekici, zeki erkekler vardı ve maalesef takılıp kaldığı bencil ‘yazarla’ mukayese ettiğinde hepsini kolayca reddediyordu. Yaşadığı yalnızlık ne kadar çürütücü olursa olsun bedelini ödemeye hazırdı. Onun tanrısal yazma kudretinde kendi boşluğunu dolduracak bir mana arıyordu sanırım. Aşk bir uçurum... Mesele, sadece adamın yazar olması değildi elbet. Aralarında başkalarının göremediği, her an kopabilecek gibi görünmesine rağmen gücünü geriliminden alan sağlam bir bağ vardı. Tutku, arzu, takıntı, kıskançlık, sahiplenme gibi kavramlar, çıplak gözle görünemeyen o ipeksi dokuyu tarif etmeye yetmiyordu. Başkaları onları anlayamazdı, bu romantik düşünceye çocuksu bir inançla bağlanmıştı. O kadının yaşadığı savrulmayı idrak edebilmek için, kırık dökük tecrübelere, yüzlerce kitaba ve karların ruhuma usul usul dökülerek yığılmasıyla oluşan buzdan bir gerçeklik algısına ihtiyacım olduğunu bilmiyordum henüz. İnsan büyürken eksildiğini bazen âni bir sarsıntıyla, bazen de bir dip akıntısı gibi uğuldayan sakin mısralarla fark ediyor. Geçenlerde bir arkadaşımın hediye ettiği Sezai Karakoç kitabını karıştırıyordum. Kendini hayattan itinayla sakınan şairin sesiyle ürperdim: İyi ki bilmiyor kalabalıklar/ Yağmura bakmayı camın arkasından/ İnsandan insana şükür ki fark var; / –Birine cennetse, birine zindan–/ İyi ki bilmiyor kalabalıklar/...Ben geldim geleli açmadı gökler; / Ya ben bulutları anlamıyorum,/ Ya bulutlar benden bir şey bekler/ Hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum; / Ben geldim geleli açmadı gökler... İyi ki bilmiyorlar dedim, iyi ki bilmiyor kalabalıklar...
·
65 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.