Çocukluğundan beri kira evinin ne demek olduğunu bildiği için, ne olursa
olsun başını sokacak bir ev sahibi olmak istiyordu. Çocukluğunun en
büyük, en derin anıları bir kira evinden başka bir kira evine taşınmalarıydı.
Her taşınmada, ille annesiyle babası kavga ederler, darılırlardı. Kırılacak
eşyalar, tabak, çanak, şiltelerin arasına, yumuşak yerlere konur, denkler
yapılırdı. Annesi sacayağından, mangal borusuna, gazete kâğıtlarına sarıp
sarmaladığı balık ızgarasına kadar bütün ufaktefeği denklerin bir yerine
tıkıştırırdı.
Eşyalar, çift atlı arabaya yüklenir, annesi hâlâ, arabanın şurasına, burasına,
dibi delinmiş konserve kutularından saksılara dikilmiş sardunyeleri,
karanfilleri, haseki küpelerini, ıtırları yerleştirmeğe çalışırdı.
Çocukluk günlerinin, eşya taşıyan, bir yerinden küp görünen, bir yanma iple
tel dolabı bağlı arabalarını hiç unutamamıştı.
Eşyalar yeni eve gelince birkaç tabakla lâmbanın, bardağın kırıldığı,
zeytinyağı, sirke, yada, annesinin yaptığı gelincik şurubunun, kantaron
yağının mantarı açılan şişeden döküldüğü, çamaşırları berbat ettiği
görülürdü. Babası,
— Fakirlik rezillik be!... diye bağırırdı. Hep bunlar babasıyla annesinin yeni
baştan kavgalarına sebep olurdu.
Yeni eve yerleşmek de ayrı bir dertti. Tam yerleşirler, rahat edecekleri sıra,
ya kirayı veremezler, mahkemelere, icralara düşerler, polisle, karakolla
eşyalar sokağa dökülür, ya da ev sahibi, «Ben oturacağım, evi tamir
ettireceğim» gibilerden bir bahaneyle onları evden çıkarırdı, isanbul'un
hemen her semtinde oturmuşlardı, ilk çocukluğu Kasımpaşa'da sonra
Üsküdar'da geçmişti, ilkokula Süleymaniye'de başlamıştı. Üçüncü sınıfı,
Aksaray, Cerrahpaşa, Şehremini'nde, üç ayrı okulda okumuştu.
İstanbul'da nereye, hangi mahalleye gitse, ille oradaki evlerden birinde bir
anısı bulunurdu.
Babasının şu sözü kulağına küpe olmuştu:
— Dünyada mekân, âhirette iman!...
1930 da liseyi bitirip hayata atıldığı zaman artık ne annesi vardı, ne babası...
Kiracılık derdini bildiği için bir ev sahibi olmadan evlenmiyecekti. Beş yıl
bir kat elbiseyle yetindi; cıgaraya, rakıya alışmadı; sinemaya, tiyatroya,
gitmedi, gezip tozmadı, bir keşiş, bir Hint fakiri gibi yaşadı.
Beş yılın sonunda dişinden, tırnağından ikibin lira arttırabildi. Onun gibiler
için ikibin lira çok para sayılırdı. Parasına göre, hattâ bin liraya bile satılık
evler vardı ama, onun isteğince değildi. Çürük, çarık şeylerdi.
«Bir arsa alıp, üstüne kendim bir ev yaptırayım» diye düşündü.
Deniz kıyısında, güzel görüntülü geniş bahçeli, caddeye yakın bir ev
istiyordu.
Olunca olmalı... istediği yerde, aradığı şartlarda iki arsa buldu. Birine üçbin,
öbününe üçbinbeşyüz istiyorlardı. Bin liraya bile daha geniş arsalar vardı
ama, isteğine uygun değildi.
Daha bir zaman para biriktirmeliydi.
1937 yılında toplanan dörtbin lirasını cebine koydu. Artık istediğinden
güzel bir arsa alacağına güvenli, araştırmaya başladı.
Üçbinbeşyüz lira istedikleri arsaya gitti. Bu arsanın yarısı satılmış, üstüne
bir villâ yapılmıştı. Öbür yarısına beş bin lira istiyorlardı.
Eskiden üçbin lira dedikleri arsaya gitti. Buraya altıbin lira istiyorlardı.
En beğenmediği, eskiden bin Ura dedikleri arsaya şimdi dörtbinbeşyüz
diyorlardı.
Parasını bankaya yatırdı. Eskisinden daha tutumlu oldu.
Pençe pençe üstüne kundura, yama yama üstüne elbise giydi. Artık deniz
kenarında arsadan vazgeçmişti. Şehrin iyice bir yerinde arsa arıyordu.
Arsayı alacak, ev yaptıracak, eşya alacak, evlenecek, çoluk çocuk sahibi
olacaktı.
1943 yılında ancak beşbin lirası toplanabilmişti. Ne kadar elini sıktıysa da
pahalılık yüzünden daha çok para biriktirememişti. Dört bin lira dedikleri
arsanın üstüne dört ev yapılmış, geriye bir parça boş yer kalmıştı. Buraya da
altıbin istiyorlardı.
Artık çoktaan, şehir içinde arsa almaktan vazgeçmişti. Şehrin kenarındakine
bile razıydı. Ama nerde?
Artık tutumlu değil de cimrinin, pintinin biri olmuştu. Yemiyor, içmiyor, ha
babam para biriktiriyordu.
Terfi etmişti. Aylığı da yükselmişti. Şimdi eline eskisinden daha çok para
geçiyordu ama, 1950 yılına kadar ancak yedibin lirası olabildi.
Yedibin liraya arsa mı? Gülüyorlardı. Şehrin dışının dışında bir evlik değil,
bir kulübelik arsalar bile bu paraya satılmıyordu.
Taa eskiden baktığı ikibin liraya satılan arsanın yirmide bir parçası boş,
satılıktı. Buraya kırkbin lira istiyorlardı.
Arsa alabilmek için daha çok para biriktirmekten başka yol yoktu. Yeni bir
hızla para biriktirmeye başladı. Evinin plânını bile yapmıştı, içinde hem
alaturka, hem alafranga helası olacaktı. Bir yatak odası, bir misafir odası,
bir yemek odası, bir salon, bir oda da doğacak çocuklarına... Beş oda
istiyordu. Eskiden evini iki kat üzerine isterken şimdi plânını değiştirmişti.
Artık yaşlanmıştı, düzayak istiyordu.
1954 yılında onbin lirası olmuştu. İstanbul kazan o kepçe, arsa aradı. Bu
kadar paraya ancak Çekmece, yahut Kartal sırtlarında yer bulabiliyordu.
Biraz daha dişini sıkıp, biraz daha kemeri sıkıp para biriktirmeliydi.
Hele bir arsayı alsa, bir de üstüne ev... Beş odadan vazgeçti, bir alaturka, bir
alafranga heladan vazgeçti. Tek bir oda, yeter ki başını sokabilsin...
Evini,yaptırır yaptırmaz ilk iş evlenecekti.
956 da emekliye ayrıldı. Artık emekli maaşıyla ne kadar az yese içse para
biriktiremezdi. Yirmi altı yıllık çalışmasının kuruş kuruş biriktirerek verdiği
sonuç işte onikibin liraydı.
Ne şehrin içinde, ne şehrin dışında, ne deniz kenarında, ne dağ başında bu
paraya arsa yoktu.
Arsa aramaktan sanki yirmi yıl daha yaşlanmıştı. Babasının sözleri
kulağında çınlıyordu:
— Dünyada mekân, âhirette iman!...
Bu dünyada mekân kalmamıştı. Öbür dünyaya bakmalıydı.
Arsa aramaktan yorgun argın döndüğü bir akşam yolunun üstünde bir
mezarlık gördü, içeri girdi. Burası ne kadar da güzeldi. Tıpkı hayalindeki
evin bahçesi gibi güzel bir bahçe, çiçekler, çayırlık, çimen... Temiz yeşillik
ve renk renk çiçekler, güller arasında mermer mezarları görünce,
— İnsanın hemen şu güzel mezarların içine gireceği geliyor! diye söylendi.
Nasıl olsa ölecek değil miydi? işte buradan bir mezar yeri satın almalı,
sağlığında, istediği gibi bir mezar yaptırmalıydı.
Mezarlık bir tepede, denize karşıydı. Serin selvi gölgeleri arasında sonsuz
uykuya yatmak, yaşamaktan daha iyiydi.
Ertesi gün hemen Mezarlıklar Müdürlüğüne koştu. Kendisi için bir mezar
yeri satın alacaktı.
— Sizin istediğiniz mezarlıkta boş yer yok! dediler. Ama eğer isterse başka
bir mezarlıkta, yirmi bin liraya iyi manzaralı bir mezar yeri satın alabilirdi.
Utanarak,
— Daha ucuzu, bana göre bir yer yok mu? dedi. Vardı, onbeşbine,
onikibine, onbine de vardı. Düşündü... Arsa işinden tecrübesi vardı. Ertesi
güne mezarlar da fırlar, bu paraya, mezar yeri de bulamazdı. Hemen o gün
muameleyi yaptırdı, görmeden mezarım satın aldı.
Sonra gidip gördü. Kapalı, manzarasız, kırık dökük mezar taşları arasında
bir yerdi. Ama o sevindi. Göz bebekleri parlıyarak,
— Ooooh, burası benim! Benim! dedi.
Şimdi her gün, eskiden işine gittiği gibi sabah erkenden mezarına geliyor,
en sonunda bir, toprak sahibi elmanın kıvancıyla burada oturuyor, yabani
otları temizliyor, getirdiği çiçekleri dikiyor ve sanki mekânına kavuşacağı
günü özlemle bekliyor.
Ev Yaptıracaktı hikayesinin tamamını paylaşmak istedim. Arada gelir okurum takrar tekrar