Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Türk Edebiyatında, Akif kadar, hayatı şiire ve şiiri hayata sokmuş şair yoktur. Yalnız, bu hayat, merkez olarak alınmamış, o çağdaki Türkiye şartları içinde ve belli bir ışık altında müşahede edilmiştir. Yani hayat, kendi başına bir gerçek olarak alınıp metafizik kürenin dikenli noktalarına dokunmadan tut da, realitenin içindeki eriyişe kadar kendine yeter ve kendinden ibaret bir hale getirilmemiştir Akif’te. Hayatın acı çizgileri en objektif ve dıştan tesbit edici gözlerle yakalanırken bile bir metafizik yük taşımaz ve insanın genel kaderiyle ilgili hükümlerin yankıları olmaz şiir. Fertlerin hayatı belli bir çöküntünün, tarihî bir anın içindeki değerleriyle ölçülüp biçilirler. Akif’in çıkış noktası olarak aldığı bu ışık İslâm’dır ve İslâm’ın ışığında, 600 yıllık İslâm - Türk Devleti çökerken, cemiyetimizin içinde bulunduğu ahlâkî, içtimaî, ruhî, iktisadî şartlar, en amansız bir gözle, adeta bir cerrah teşrihçiliğiyle ortaya serilir. Ve bir kere yara belli olunca, onun tedavi şekli gösterilir ki, bu da, cemiyetin temeli olan İslâm ilkelerine sıkı sıkıya sarılmak, yeni ve taze bir ruhla, İslâmı, çağın teknik ve maddî güçleriyle de donandıktan sonra, içimizde ve dışımızda ihya etmektir: Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı. Akif, şiirine temel tarihî kadro olarak, «şimdiki zaman»ı alır. Şiirinin konusu olan «hayat»ın zaman kategorisi, şimdiki zamandır. Tarih, bütün yıkıcı birikintileriyle gelip şimdiki zamanda toplanmıştır. O halde, gordiyom, şimdiki zamandır. Bu kördüğüm bir kılıçla ikiye biçilmedikçe, Türk - İslâm Milleti için bir gelecekten bahsedilemez. Geçmiş zaman da, Akif’in şiirine ancak bugünü anlatmakta bir karşılaştırma unsuru olarak girer; bugünü daha iyi anlamamıza yarar. Bir nevi sıhhatla hastalığın karşılaştırılması için ve yaranın tarihçesinin iyileştirme için şart olması bakımından zaman zaman geçmiş ele alınır. Toplumun şimdiki zamanını çok defa tablolar halinde verir, böylece, hasta, bir küfeci çocuğun ağır hayat şartı, Doğu ülkelerinin sefaleti, bir mahalle kahvesinin genel seviyeyi en hurda noktasına kadar ifşa eden, çıplak hali, kadınların durumu, genel içtimaî tembellik, bezginlik ve yılgınlık ve bunun yanlış olarak kadere atfı, bütün yaşama ve düşünce dejeneresansı, bütün cepheleriyle toplum, masaya yatırılır. Bu iş yapılırken, şair, son derece realist, hattâ yer yer natüralisttir. Halkın içine onlardan biri olarak girer ve onların diliyle, hattâ zaman zaman argolarıyla onların mantığı ve görüş açılarına da yer vererek, hayatın acı tablolarını çizer. Şiirleri bu yüzden yer yer hikâyeleşir. Böylece, şiir, yazmakla güttüğü gayeye uygun ve elverişli bir teknik kazanır. Yalnız onun realizmini Frangız romancılığındaki realizmden (Emil Zola realizmi) ayıran bir taraf vardır. O da, Fransız realistleri, sırf bir sanat tekniği olarak realizmi kullanırlar ve bununla toplumu belli bir noktaya götürmeyi hedef tutmazlar; belki hayatı ve gerçeği böylece yakalayabileceklerini umarlar. Toplum hakkındaki doktrinleri belli belirsizdir. Halbuki Akif, bu realizmi, idealinin yedeğinde bulundurur ve bir vasıta olarak kullanır. Ve ideali, keskin bir ışık halinde, bu realitenin üstünde durur. Yani, Akif’in şiirini şöyle tablolaştırabiliriz: Şehri, insanı, sokağı, kahvesi, bütün sefaletiyle bir toplumun, şark ülkelerinin acı manzaraları ve bunu bir taraftan delip öbür tarafına geçen ve bir projektör aydınlığında gösteren bir gün ışığı, yani İslâm. Yani İslâm, tek bir ferde hitap eden mücerret yanıyla değil, tarihin belli bir döneminde en trajik şartları yaşayan Müslüman bir milletin halini tesbit için Akif’in şiirine giriyor; aynı şekilde, toplum ve hayat, biyolojik ve sosyolojik bir gerçek olarak, genellikle, insanın tabiat ve ötesi karşısındaki durumuyla değil, aynı dönemdeki tarihî ve aktüel şartlarıyla aynı süre konu oluyor. Akif’in şiirini — baştaki birkaç denemesi ve sonraki birkaç şiiri müstesna — belli bir dönemde, belli bir topluluğun tarihî-sosyolojik realitesiyle, o toplumun temel değerlerinin bütünü olan İslâm karşısındaki durumu, işte bu iki ana unsur kurar. İslâm ve realite, işte bu iki kelime, Akif’in bütün şiirini özetler. Daha teferruatlı bir bakışla, bu şiirin biçim alışı, Akif’e tesir eden şu şartlarda bulunabilir: 1 — Klâsik kültür ve Sâdi’de mükemmel örneğini bulan ve ahlâkî bir sonucu hedef tutan Doğu manzum hikâyeciliği. 2 — O günün sanat okulları içinde birinci plânda bulunan Batı Realizmi. 3 — İslâm ideali. 4 — Tarihin en trajik günlerini yaşayan bir devlet ve bir millet. 5 — Realiteye objektif ve tahlilî bakma alışkanlığını veren müsbet bilgiler tahsili. Sâdi hikâyeciliğini modernleştirerek, ferde değil cemiyete seslenen bir ifadeye kavuşturarak, onu, roman sanatındaki realizmin imkânlarıyla geliştirerek, çağındaki İslâm dünyasının acı realitesine uygulamak... işte bu bize Akif’in şiirinin kuruluşu için aydınlık bir ipucu verir. Vezin olarak aruzu kullanışına gelince: bunu, yetişme çağında, edebiyatımızda halk şiiri dışında tek veznin aruz olmasına bağlamak gerekir. Aruz, aynı zamanda, İslâm edebiyatının müşterek veznidir ve bütün İslâm şiirini aynı ahenk alanında toplar. İslâma inanmış ve İslâm milletlerini uyandırmayı ülkü edinmiş ve aruzun hâkim olduğu bir edebiyat içinde şiirini kurmuş bulunan şairin bu vezni kullanmasından daha tabiî bir şey olamazdı. Hece vezni, ancak istiklâl Savaşı başlangıcında ve Anadolu'nun ortaya çıkışıyla edebiyatımızda gelişmiş bir vezindir ve o, Türk şiirini tutmaya başlarken, Akif, şiirinin büyük örneklerini vermiş ve kendini kurmuş bulunuyordu. Fakat, o, aruzu, Türk dilinin ivicaçlı noktalarına kadar sokmayı bilmiş, «en tabu aruz şairi» denilebilecek bir sehl-i mümteniye ulaşmıştır. Aruz, daha önceki şairlerimizle birlikte, Akif’ledir ki, dilimizin öz malı olmuştur. O, divan şairlerinden ayrı olarak, aruzu, dilin ayrı bir bölümüne, en realist çizgilerine ve gündelik hayat bölümüne son derece büyük bir güçle uygulamıştır. Aruz, dilin içine ve şiire öylesine yerleşmiş ve kaynaşmış ki, şiirler, ağza geldiği gibi söylenmiş ve sanki aruzla yazılmamış intibaını verirler. Akif’in realizmi ve natüralizmi üzerinde uzun boylu durmayacağız. Akif hakkında yazılmış eserler ve herhangi bir edebiyat kitabında bu hususta birçok örnekler görülebilir. Bütün şiirlerinde bu realizm buğu buğu tütmektedir. Bizim asıl üzerinde duracağımız nokta, Akif’in şiirinin temel özellikleri ve şiir tarihindeki yerleşişidir. Akif’in şiiri bir nevi günlüktür (jurnal). Ancak, bir şairin (ben)i etrafında toplanan eşya ve olayların anlatılışı değil, bütün bir toplumun günlüğü... Bunun için şiir yer yer bir kronik manzarası kazanır. Bütün şiirlerini, SAFAHAT, yani safhalar (Dönemler) adı altında toplaması da bu günlük şuurunu gösteriyor. Savaş olmadığı zamanlar toplumun günlük hayatından tablolar çizilir. Camiler, kahveler, hastalar, alıcılar ve satıcılar, meyhane, içki ve kumarın açtığı yaralar, yetimlerin, dulların, yoksulların içinde bulunduğu acı problemler, idarenin bozukluğu, rüşvet felâketi, faiz faciası.. her yönüyle cemiyet, enstantaneler, çizgiler ve tablolar halinde bir çöküşün umumî görünüşünü verirler. Bunlar, yani cemiyetin alelâde vakitleri ve halleri anlatılırken, şiir, daha çok tasvirîdir, objektiftir, bir ilim vesikası çekmek isteyen bir metoda sahiptir ve bir anket sadakati içindedir. Sakin sakin akan bir nehir gibidir şiir. Fakat, şiir, toplumun fevkalâde günlerinde birden değişir; nehir bulanır, hattâ yer yer dalgalanır, coşar ve bazan da şelâleler yaparak, kayaların üstünden büyük tarrakalarla düşer. Bir toplumun hayatı nasıl bir nehre benzerse, belli bir dönemin toplumunu anlatan ve yansıtan Akif’in şiirini de bir nehre benzetmek mümkündür ve yerinde olur. 1908’de hürriyet adı altında ne kadar kof bir hareket yapıldığını çığlık ve feryatlarla anlatır. Sonra savaş yılları gelir. Artık toplum günlük yaşayışını bırakmış, destan çığırına girmiştir. İşte o zaman Akif’in şiiri de birden destanlaşır ve safha safha Birinci Cihan Savaşı’nın ve İstiklâl Savaşı’nın destanı haline gelir. Çanakkale destanı, Süleyman Nazif’e cevap, Bülbül ve İstiklâl Marşı gibi şiirler, artık realizmin aşıldığı ve hayallerin bütün genişliğinin kullanıldığı bir destanın parçalarıdır. Çünkü: Millet hayatı destanlaşmış, iç harikaların çizildiği bir döneme girmiştir. Millet hayatının sadık tesbitçisi şair de en coşkun bir imaj ve ümit alanındadır. Bu bakımdan, İstiklâl Savaşı’nın destanı yazılmamıştır demek bir bakıma yanlış bir hükümdür. Nasıl İstiklâl Harbi, Cihan Harbi’nin bir devamı ve Millet hayatının bir safhasıysa, bu dönemle ilgili şiirlerini Akif, şiirlerinin içine bir yüzüğün taşı gibi yerleştirmiştir. Bu şiirlerden yapılacak bir seçme bir Millî Destan manzarası verir. Cihan ve istiklâl savaşları bitip devrimler başlayınca Akif’in sustuğunu görüyoruz.Bu yıllara Akif’in «Boykot» yılları diyebiliriz. Akif gibi bir şairin cemiyette oluşan büyük bir değişiklik karşısında susması, denebilir ki en büyük tepkisi, en güçlü protestosudur. O güne kadar resmî tarihçi gibi şiirleriyle toplum değişikliklerini değerlendiren şair, birdenbire yazmaya ara veriyor. Bu, yazma ortamını bile bulamadığı anlamına gelir. Sonra bütün tereddütlerine son vererek Mısır’a geçer. Mısır’da yazdığı şiirler, denize yaklaşmış bir nehrin psikolojisini taşır. Ölümün gölgesi vurmuştur bu hayat şiirlerinin üstüne (ki Safahat’ın bu bölümü GÖLGELER adını alır). Hayattan ve zamandan kopuş, metafiziğin kendini duyuruşudur artık bu dönem. Bir Ehram, bir Firavun anıtı önünde faniliği elle tutar gibi yoklar. Sonra tasavvuf içinde avunuş gelir. Bu metafizik örneklerinde bile bir nehrin denize karışırken faydalılığını kaybetmeyişi gibi, Akif de, faniliğe sosyal açıdan bakar; zulmün ebedileşemiyeceğini, sonsuzluğu yalnız dinin kucaklayabileceğini görür ve artık olaylara sırt çevirerek mutlak içinde erir. Safahat’a panaromik bir bakış attığımızda, birincisinde, toplumun alelâde günlerini cepheleri, ikincisinde (Süleymaniye kürsüsünde) cemiyette çarpışan ve er geç ona bir biçim verecek olan alternatif fikir ve görüşlerin tenkidi ve kurtuluş yolunun ifadesi, üçüncü Safahat’ta (Hakkın Sesleri) idealinin, İslâmın, Kur’an yolunun açıklanması yer alır. İslâm gerçek cephesiyle halka anlatılır. IV. Safahat’ta (Fatih kürsüsünde) halkın ve aydınların genel bir incelenişini buluruz. V. Safahat (Hatıralar) gezi intihalarıdır. Bu kitapta yer alan Necid çöllerinden Medine’ye şiiri Akif’in en güçlü şiirlerinden biridir. Çölü bütün yakıcılığıyla şiirine sokmuş, ufak bir kaydırmayla tabiat serabını sosyal seraba ustaca çevirebilmiştir. Şiiri okurken bir serab dünyasına gireriz. Gözümüzün ufkunda ışıltılı vahalar uçuşurken göğdemizi bunaltıcı hava, ayaklarımızı kızgın kum yakar. VI. Safahat (Asım), yazılış zamanları aynı olduğu için, içine istiklâl Marşı ve Bülbül’ü de katacak olursak, bir yandan bir nevi bir destan şiiri, öte yandan da şairin özlediği geleceğin şiiridir. Zaten Destanlar, bir bakıma gelecek zamana bakışlardır. Akif’in alkışladığı Asım nesli, savaş içinde birdenbire olağanüstüye yükselen gününün nesliyse, sulh içinde de aynı başarı, üstünlük ve fazileti gösterecek geleceğin neslidir. Savaşta geçici olarak gelen bu üstün-insan, gelecekte hergün ve her işteki durumuyla böyle olan bir kuşağın özlemidir. «Şimdiki zaman» şairi olan Akif, bu şiirinde gelecek zamanı da gününe taşımıştır. Daha doğrusu, olağanüstü şartlarla, şimdiki zaman kendini aşarak geleceğe ulaşmış, gelecek de, şairin özlemiyle şimdiki zamana gelmiş, böylece şiir çift katlı bir zaman dokusu kazanmıştır. Ve böylece realitenin içinden ideal bir neslin çizgileri doğar, savaş içinde, bütün gündelik iğretiliklerden kurtulan Asım nesli, geleceğin nesli haline gelir, şimdiki zaman içinde. Ve yazdırdığı destan bu yüzden devirlere sığmaz. Önceki şiirlerde geçmiş zaman şimdiki zamana girerken, bu sefer, gelecek zaman giriyor ve böylece, şimdiki zaman öbür zamanların da desteğini ve kıvamını kazanarak bütünlenmiş oluyor. Ve destansı karakteriyle, Cihan ve İstiklâl savaşlarını yapan Milletin, saf ve berrak, idealist Asım neslinin destanı olarak şiir yer yer en yüksek edebî parçalar halini alır. Ve ilk defadır ki, kalemini hep cemiyeti hırpalamakta kullanan şair, övgüye tahsis etmiş olur. VII. Safahat (Gölgeler)se artık öteye bakış şiirleridir. Hicran, Gece ve Secde gibi şiirleri şairin ebedîlik içinde kendini unutma denemeleri ve geri dönüşünde kendini avutan ahenkler getirmesini arzuladığı yankılar adına yolladığı dalgalardır. Bir cemiyetin muayyen bir devrini ifade eden Safahat’ı sosyolojik bir bakışla şöyle vasıflandırabiliriz: 1 — Birinci Safahat (Genel sosyolojik çizgiler - Denemeler). 2 — İkinci Safahat (Süleymaniye kürsüsünde) spekülatif yapı şiirleri. 3 — Üçüncü Safahat, doktrin şiir (Hakkın sesleri). Değer hükümleri. 4 — Dördüncü Safahat (Fatih kürsüsünde) siyasî yapı (Kadro). 5 — Beşinci Safahat (Hatıralar), karşılaştırmalı tarihî - sosyolojik çizgiler. 6 — Altıncı Safahat (Asım), tarihî - destansı yapı, savaş sosyolojisi, potansiyel halinde gelecek zaman. 7 — Yedinci Safahat (Gölgeler), Metafizik. Bu açıdan bakılınca, bir cemiyet, gerçekten, belli başlı cepheleriyle ve temel perspektiflerden tanıtılmıştır, sanki bir plân dairesinde işlenmiştir denebilir. Akif, «şiirle düşünme»yi edebiyatımıza sokan hemen hemen tek şairdir. Bir toplumun, bir ömür başından geçenleri şiirle anlatması da diyebiliriz Safahat'a. Türk Devleti, Akif’te, şiir ölçüleri içinde, düşünmüş, ağlamış, haykırmış ve umutsuzluğa batmış, umutla çırpınmış adeta. Şiir, cemiyetle sonuna kadar içli dışlı olmuştur. Gerçek ve değerli bir doğu gazetesi cildidir Safahat handiyse (gazete mefhumunu gerçeğiyle düşünürsek elbet). Edebiyatımızdaki yeri, şiirinin özellikleri gözönünde tutulursa, hemen hemen tektir. Modern Türk edebiyatında (gerekse eski edebiyatımızda), bir dönem fikriyle donanmış olarak, belli bir dünya görüşünün ışığında, geniş anlamdaki kronikler halinde, safha safha bir kuşağın dramını veren, ilk bakışta birbirine zıt, realist çizgilerle mitleşmeğe elverişli davranışlarını kaynaştırarak canlandıran böyle bir başka realizm ve destan şairimiz yoktur. Şiirlerine bağlantı (angajman) açısından bakışta da, şiirimizde ilk olarak Akif’in şuurla başarılı bir bağlantı şiirini kurduğu tesbit edilir. Bağlantıyı geniş anlamda, yani sanatçı ben’inin oluşmasına bir dünya görüşünün köklü katılması olarak alırsak, Akif’in şiiri, bunun, model olacak örneklerinden biridir. Şiiri kucaklayan doktrin, aynı zamanda bin yıldan beri halkı şartlandırmış ve medeniyetini meydana getirmiş bir görüş, bir hayat tarzı ve bu inançlar ve görüşler, Akif’in samimi dünya görüşünün temel taşları olduğu ve realizmi, hayatı olduğu gibi verdiği için, bu bağlantı tam bir kaynaşma olmakta ve içtimaî görüş, şairin öz görüşü, şiirden kopmaz bir muhteva durumu almaktadır. Güdümlü edebiyat (La littérature engagée) adı altında hoş görülmeyen edebiyatta, şairle tezi arasında bir iğretilik ve bir mesafe kalır. Sanatın ilk prensibi olan samimiliğe aykırı bu aralık, bu, vücudun yaşama sebebine uymaması, kanın vücuda işlememesi, eseri başarısızlaştırır. Akif'in şiirindeyse fikir, eşya, insan ve zaman öyle bir kaynaşma içindedir ki, ten şiirden ve şairden koparmak ve ayırmak mümkün değildir. Can ve ruhu, yaşayan insandan ancak ölümün çekip alabileceği gibi. Ve Akif öte yandan realizmi ve bir dünya görüşünün şiirinin bütününe yerleştirmesiyle, Türk edebiyatında en ileri adımı atmış ve bu üstünlüğünü bugüne kadar aşan olmamıştır. Nâzım Hikmet’in şiirlerinde, Akif’in, doğu ülkeleri ve memleketimizin sefaletini anlatan şiir parçalarına çok benzeyen taraflara rastlanır. Yalnız o bu realite tablolarını, komünizm hesabına işlemiştir. Akif’in şiiri göz önüne alınınca, ne Nâzım Hikmet’in, ne de Orhan Veli okulunun şiirleri, Türk şiirinin realizmine yeni ve fazla bir şey katabilmiştir. Akif’i, 20. yüzyılın iki büyük din ve metafizik şairi olan Claudel ve Eliot’la karşılaştırırsak şu farkı buluruz: Bu iki şair, tek kişinin, genel olarak metafizik ürpertisini ve din karşısındaki durumundan doğan duyguları, sanatlarının teması yaptıkları halde, Akif, belli bir toplumun belli bir zamanını pratik bir gaye ile şiirinde hükme bağlamıştır. Eliot, tarihi, insan kaderi açısından ele alırken, Claudel, tam bir din duygusunun verdiği ruh sükûnunu ve saflığını işler. Akif’teyse ahlâk ve içtimaî problem ön plâna geçer ve metafizik, uzak yankılarla duyulur. Bu yüzden, denebilir ki, Akif’in şiiri öbürlerinden çok ayrılır ve temporel bir şiir olur. Belki de Akif’in şiirini anlayabilmenin en iyi yolu onu Yahya Kemal’le bir arada düşünmektir. İmparatorluğun batışında gelen ve şiir türlerinde tek kalan bu şairler, aynı medeniyetin ve ülkünün şairi olarak yanyana durdukları halde, ilk bakışta, şiirlerinin özü ve biçimi bakımından doğu ve batı kadar ayrılıyorlar. Teferruatlıca, bu ayrılığın ilk noktası, çıkış ağzı, birinde estetiğin, öbüründe ülkünün hedef tutuluşudur. Biri estetikten çıkarak ülküye de varıyor, öbürü ülküden başlıyarak hemen estetiğini kuruyor ve sonra ikisini birlikte yürütüyor. Biri şimdiki zaman şairidir demiştik; öbürü, estetik için daha elverişli olan masallaşmış bir geçmiş zamanın peşindedir. Muhteşem bir gün batışı karşısında huzursuz olan bu iki şairden biri, geçmekte ve bitmekte olan günün doğuş vakitlerini hatırlayarak teselli aramakta, öbürüyse mümkün olduğu kadar güneşin batışını geciktirmek için ışık işçilerini vazife başına davet etmekte, hiç olmazsa gelecek günün doğuşuna hazırlamakta çevreyi. Tarihin geniş açısı içinden, akışa bakan Yahya Kemal, eski, mükemmel vakitlere kayıyor ve o vakitlerin mermerden anıtını yapıyor. Böylece o üstün medeniyetin, tarihte olsun kurtulmasını sağlamaya çalışıyor. Mehmed Akif’se, «aktüel»in içinden bakarak, siperler kazıyor. Biri medeniyeti arka hatlarda, öbürü ön hatlarda koruyor. Biri yaşayanın ölmemesine, öbürüyse ölenin sanatta yaşamasına emek ve yürek sarfediyor. Bütün bir Türk - İslâm Medeniyeti, geride bir mermer kayası halinde duruyor. Şair, ona dönüp içinden şanlı geçmişi sembolleştiren anıtlar çıkarıyor, öbürüyse günlük medeniyet yaşantısını realist çizgilerle tesbit ediyor. Biri, geçmişin destanını, öbürü günün destanını, yazıyor. Burdan giderek, sanat stillerine ulaşabiliriz. Birinin, günlük dil ve halkın konuşmasına inişi, öbürünün sade bir şekilde de olsa, Divan geleneğini yürütmesi, birinin kelime ve mısra tasarrufuna karşılık, öbürünün bütüncü ve hikâye edici oluşu hep bu temel özelliklerden ileri gelir. Yahya Kemal, çizdiği dünyayı, gelecekler için yapıyor ve yakın bir aksiyonu hedef tutmuyor. Mehmed Akif’se genç nesillere, içinde bulunulan durumu çizerek, bir yön ve yol gösteriyor ve açık bir ödeve çağırıyor. Ödeve çağırılışla hayal meyal hatırlatma arasındaki, çıplak ışıkla alacakaranlık arasındaki fark. Bir savaşta, askerleri heyecanlandırmak için komutanın yaptığı bir konuşmadır Akif'in şiiri. Ama savaş bittikten sonra, şehit olanlar için dikilen anıt ve kitabedir, o kahramanlığın destanıdır Yahya Kemal’inki. Yahya Kemal, hep medeniyete, medeniyetten kalana bakıyor. Medeniyetin, İslâm - Türk medeniyetinin bıraktıklarının unutulmaması, bilinmesi ve ebedîleşmesi O’nun tasasıdır. O’nu şiirinde ebedileştirebildiği ölçüde şiirinin de ebedileşeceğini bilir. Mehmed Akif ise, o medeniyetin çağdaki gücünün artışı için, o geçmişi büyüten fikirler, ülküler ve gelecekte yaşaması uğruna hayat harcar. Denilebilirse, biri medeniyetin anatomisine bakıyor, heykelleşen vücuduna, öbürüyse fizyonomisine ve fizyolojine. Yahya Kemal esere, hep esere bakıyor; imparatorluk idealine sıkı sıkıya bağlıdır. Akif’se, eserden müessire, yani imparatorluktan çok, medeniyetin tarihe serpili eser ve kuruluşlar zincirinden çok, bütün o eserleri doğuran İslâmın kendisine bağlıdır. Bundandır ki, O’nu yeni kurulan Devletin İstiklâl Marşı’nı yazmış olarak da görebiliyoruz. Millî Marşın şairi ise bundandır ki, Yahya Kemal değildir ve Mehmed Akif’tir. Biri geçmiş zamanını, diğeri son zamanını ve geleceğini şiirde yaşatan imparatorluğun bu iki şairini bir arada düşünürsek, aynı dünyanın tamamlanmış iki cephesini birden yakalamış oluruz. İkisi birden, bir imparatorluğu bütün halinde anlatıyorlar ve ifade ediyorlar. Osmanlı Devleti, geçmişiyle ve batış anındaki görünüşüyle şiire giriyor ve sanat içi bir gerçeklik kazanıyor. İki şair böylece birbirini tamamlıyor, biri realizmi ve öbürü yeni divan tarzıyla, eskiyi ve yeniyi, klâsiği ve çağdaşı, antik olanı ve moderni birbirine bağlıyarak, İslâm - Türk medeniyetinin bu büyük vak’ası için, bir bütün halinde sanatın mesajını getirmiş oluyorlar.
·
752 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.