Gönderi

Amerikalıların Zihniyeti Almanlar teslim olduktan sonra Japonlar teslim olmuyorlardı ve İkinci Dünya harbi Pasifik'te devam ediyordu. Fakat, Nagazaki ile Hiroşima'ya atılan atom bombası Japonları da teslime mecbur kılmıştı. Amerikan işgâl ordusunun o günlerdeki kumandanı meşhur MC. Arthur'du ve karargahını Tokyo'da kurmuştu. Kibirli Mc. Arthur, Japonları rezil etmek için Japon İmparatoru'nun kendisini ziyaret etmesini resmen istemişti. Fakat Japon imparatoru, Japonlar için güneşin oğlu veya ilah gibi sayıldığından Japon devlet adamları teklifi reddetmek istemişlerdi. Fakat İmparator, Japon milletinin fazla bir baskıya maruz kalmaması için Mc. Arthur'un teklifini kabul edeceğini söylemiş ve gitmişti. Mc. Arthur ayağına kadar gelen İmparatora karşı büyük bir kabalık göstererek ayağa bile kalkmak istememiş, gazetelerin yazdıklarına göre yüzünü ekşiterek elini uzatmıştı. Fakat bir sene sonra Mc. Arthur İmparator ziyaret ettiği zaman tutumu tamamı ile değişmişti. Artık bir sene önce Japonlara aşağı ırk olarak bakan Mc. Arthur yoktu. İmparatorun şahsında Japon milletine hayranlık içinde bulunan bir Mc. Arthur vardı. Bir sene önce yaptığı hatasını tamir etmek için huzura kabulünü isteyen bir Mc. Arthur vardı. Japon milletinin çalışkanlığı, Amerikan hava kuvvetlerinin yerle bir ettiği fabrikaların bacalarının bir sene içinde yeniden tütmeye başlaması, Amerikalıların Japonya'nın ekonomisini yıkmak için gönderdiği teknik malzemenin Japonlar tarafından kullanılmadığını, örnek için alınan bu malzemelerin ise bir ay içinde daha kalitelileri yapılarak satışa çıkarıldığı ve Amerikalıların satmak istediği fiyatın dörtte bir fiyatına satıldığı, Japonya'daki milli düzenin, Japon milletinin gelenek göreneğine bağlılığın ve Japonların teknik alandaki buluşlarının Avrupa milletlerininkinden daha üstün olduğunu gören Mc. Arthur yüz seksen derece bir dönüş yaparak, Japonların şahsında bütün Avrupalı olmayan milletlerin Avrupalılardan aşağı bir ırk olmadığını savunan raporları Amerika'ya ilim adamları göndererek durumun incelenmesini ve Amerika'nın lehine bir değişikliğin yapılması teklifinde bulunuyordu. Amerika'dan gönderilen ilim heyetleri Mc. Arthur'un teşhisinin doğruluğunu tasdik ederek Amerika'da o zamana kadar hakim olan Avrupa üstün ırk kanaati ortadan kalmış oldu ve Amerika'ya Japon gelinleri gitmeye başladı. Japonların Amerikalılarda oluşturdukları zihniyet değişikliği bizim de aşağı veya ikinci bir dereceye mensup bir ırk olmamızı da ortadan kaldırdı. İşte biz diplomatlar kampında bulunurken Amerikan kumandanlığının ve hariciyesinin bizi ikinci sınıf milletler olarak Avrupalılardan ayırmalarının kökü buraya dayanıyordu. Fakat buna rağmen bize yeniden Avrupalılarla aynı kampa yerleşmek nasip olmadı. Çünkü 1945 senesi sonunda Amerika Dışişlerinin emriyle biz Azerbaycan Milli Komitesi başkan ve üyeleri serbest bırakılarak göçmen kamplarına gönderildik. Bizim Rusya'ya iade edilmeyerek serbest bırakılmamız hayret edilecek bir durumdu. Halbuki, o günlerde yalnız askerleri değil, Sovyetlerden kaçan sivilleri de Ruslara iade ediyorlardı. Fakat buna rağmen Almanlarla işbirliği yaparak bir milyona yakın gönüllü ile üç sene Ruslara ve müttefiklerine karşı savaşmış olan Azerbaycan Milli Komitesi'nin üyesi bizleri Rusya'ya teslim etmiyorlardı ve serbest bırakıyorlardı. 1946 senesinin başında serbest göçmen olarak İtalya'nın Bari kentine, oradan da çizme şeklinde olan İtalyan haritasının tam ökçesinde yer almış bulunan Santa Maria kentindeki göçmen kampına geldik. Kampta Avrupa'nın Ruslardan kaçan milletleri, az miktarda da biz Türkler vardık. Ben, Fetelibeyli, eşi, çocuğu, kaynanası, daha önce bahsettiğim Fetelibeyli kendisini emir subayı olarak aldığı Ali Asgerli, karısı ve üç çocuğu, birde Fetelibeyli'nin harp okulundan arkadaşı Beşir bey vardık... Bütün yazı Santa Maria'da ve onun denizinde geçirdik. Ne olacağımızı düşünüp duruyorduk. Ben Fetelibeyli'ye daha diplomatlar kampından serbest bırakılır bırakılmaz şöyle bir teklifte bulundum: "Artık Milli Komite mensubu olmaktan vazgeçelim. Ruslar peşimizde koku almış av köpekleri gibi iz sürüyorlar. İngiliz ve Amerikalılara "bunlar harp suçlularıdır, veriniz" dedikleri takdirde bizi verebilirler. Tehlike tam olarak bitmiş değildir, dedim. Fakat ikna edemedim. Kendisinin bir Milli Komite başkanı olduğunu ve bu şekilde tanınmayı, hatta ilerde Türkiye'ye veya herhangi bir memlekete gidecek olsak bile bu hüviyetle gitmek istediğinin hayali içindeydi. Ben ve Beşir bey hüviyetimizi değiştirdik ve Türkiyeli olduğumuzu, Beşir bey Polonya'ya tüccar olarak geldiğini ve Almanların savaş açması sebebiyle vatanına dönemediğini, ben de tahsil için Almanya'ya geldiğimi ve harp içinde tahsilimi devam ettirdiğimi, Türkiyeli olduğumu söyleyerek göçmen evinin hüviyet defterine kendimi yazdırdım. Fetelibeyli'yle yaveri teğmen Ali Asgerli ise Azerbaycanlı olduklarını ve Alman ordusuna esir düştüklerini yazdırarak kayıt defterine geçtiler." Biz Salsamaggiere diplomat kampından ayrıldıktan iki ay sonra Amerikalılar, diplomat kampını müttefikleri olan İngilizlere devretmişlerdi. İngiliz siyasi polisi (British intelligence agencies) kamptaki kimlik dosyasını incelediği zaman bizim de varlığımıza şahit olmuşlar ve ne olduğumuzu Amerikalılara sormuşlar. Amerikalılar ise serbest bırakıldığımızı ve göçmen kamplarına gönderildiğimizi söylemişlerdi. İngiliz siyasi polisi hemen göçmen evlerini araştırmış ve Bari'deki göçmen evi dosyasında bizleri bulmuş, fakat Santa Maria'ya gönderildiğimizi öğrenmişler. Bizi yakalamak için özel ekiple Santa Maria'ya gelmişler. Göçmen evi kayıt defterini araştırırken, Fetelibeyli ile yaveri Ali Asgerli'nin adlarına rastlamışlar. Hoparlörle Ali Asgerli'yi göçmen evi müdürlüğüne çağırmışlar ve İngilizlere teslim etmişlerdi. Bu defa İngilizler arkadaşlarınız nerededir diye sorarken Ali Asgerli de buradadırlar demiş ve bizleri yakalatmak için İngiliz subay ve askerleriyle birlikte plaja gelmişlerdi. Hatta benim kendi arkadaşı olduğumu ve diplomat kampında birlikte bulunduğumuzu itiraftan çekinmedi. Denizde benimle birlikte bulunan hemşerilerimizden birisine ikinci plaja giderek durumu Fetelibeyli'ye anlatmasını ve hemen saklanması gerektiğini söylemesini istedim. Böylelikle Fethelibey kurtulmuş oldu. Ali Asgerli'ye de hata yaptığını bildirdim. Fakat fikrinden döndüremedim. Bana Fetelibeyli'yi sordular. Roma'ya gittiğini, Santa Maria'da bulunmadığını söyledim. Fakat Ali Asgerli ailesinin Santa Maria'da bulunduğunu söylediğinden, Fetelibeyli'nin dışında bizleri yakalayarak getirdikleri kamyona doldurdular. Zaten Ali Asgerli'nin karısı ve üvey annesi Rus olduklarından ve iki çocuğu da Türkçe bilmediğinden, konuşmaları Rusça olduğundan, aynı zamanda Fetelibeyli'nin kaynanası da Ukraynalı ve aile dilleri Rusça olduğundan kampta cirit atan Rus istihbaratçılara bunları ihbar etmişlerdi. Fakat ben ve Beşir bey Türkiyeli olduğumuzu kayda geçirdiğimizi, hatta diplomat kampındaki hakiki soy adımızı bile attığımızı, Beşir bey kendisi Ahmet Alioğlu, ben de kendimi Mehmet Bayramoğlu olarak kayda geçtiğimiz halde, Aliaskerli'nin "hayır bunlar arkadaşımızdır," demesi sebebiyle bizi de tutuklayarak Bari kentindeki tutuk evine götürdüler ve hapsettiler. Amerikalıların bizleri serbest bırakmasından aylar sonra İngilizlerin bizi hapsederek Ruslara teslim için hazırlık yapmaları, iki müttefikin düşünceleri arasında büyük fark olduğunu gösteriyordu. Amerikalıların bizi serbest bırakmalarında ise benimle yukarda yazdığım gibi konuşma yapan ve Rusların hakiki çehresini benim anlattıklarımda görür gibi olan ve o günlerde Rusların Amerikalılarla ve İngiliz devlet adamlarıyla yaptıkları kongrelerde beklenilmeyen taleplerde bulunduklarıyla, benim söylediklerim arasında hakikatlerin yattığına kanaat getiren albay Hilla'in Amerikan kumandanlığına ve hariciyesine hakkımızda yazdığı müspet cümleler olsa gerekti. Fakat İngilizler hiç de Amerikalılar gibi düşünmüyorlardı. Bizleri tutuklayarak Bari'deki hücreye kapatmakla kalmamış, Santa Maria ve diğer İtalyan şehir ve kasabalarında, aynı zamanda göçmen evlerindeki bütün Türk asıllı mültecileri toplayarak Piza kentindeki esir kamplarına doldurmuşlardı. Daha sonra bunlardan ikiyüzü aşkın talihsizi, Türkistan, Kafkasya ve Azerbaycan asıllı olduklarını söylediklerinden 1946 senesinin sonunda Ruslara teslim etmişlerdi. Fakat ben ve Beşir bey Azerbaycanlı olduğumuzu inkar ettik fakat bunlarla birlikte olmamızın sebebi lisanlarımızın aynı olması ve birbirimizi anlamamızdır dedik. Daha sonra da şunu söyledim. Biz Türkiye Türk'ü, onlar ise Kafkasya Türküdürler. Aramızdaki fark ülkelerimizin ayrı olmasıdır. İki ay kadar bizi Rimini'deki hücrede tuttuktan sonra Verona'daki esir kampına gönderdiler. Kuzey İtalya'da kış bütün şiddetiyle başlamıştı. Çadırda kalıyoruz. Beşir beyle battaniyenin birini altımıza sererek birini de üstümüze örterek sırt sırta vererek yatıyoruz. Bir gece şiddetli bir kar yağdı ve çadırımızı yıktı. Bütün gece karın altında yattık ve kışı Verona esir kampında geçirdik. Rusların talepleri üzerine Fetelibeyli bucak bucak aranıyordu. Fakat Fetelibeyli Roma'da başka bir hüviyet ile yaşıyordu ve kendisini maddi bakımdan destekleyen ve her ay muntazam olarak para gönderen İsviçre'ye sığınmış olan Azerbaycan asıllı gönüllü askerlerin kumandanı Aflan Muğan beydi. Bütün 1946 kışını Bari'deki hücrelerde geçirdik. Ali Asgerli kendisinin Azerbaycanlı olduğunu söylemesine rağmen Bari'deki İngiliz kumandanlığı üç çocuğuyla ve karısıyla birlikte olduğunu düşünerek acımış olacak ki onu Sovyetlere verilen ikiyüzü aşkın talihsizin kafilesine katmadılar. Fakat 1947'nin ilk baharında hepimizi Rişşien'e denen bir İtalyan şehrindeki esir kampına gönderdiler. Böylece hücreden kurtulduk. Fakat Ali Asgerli'nin ailesiyle birlikte Fetelibeyli'nin ailesini Rişiene içindeki kadınlar kampına kapattılar. Bizler ise yüzbinin üzerinde Avrupa'nın çeşitli milletlerinden oluşan esir kampına konulduk. Esir kampında da Rus ajanları cirit atıyorlardı. Rusça konuşanları hemen ihbar ediyorlardı. Benimle, Beşir bey Rusça bilmediğimizi söylüyor ve Azerbaycan ve Sovyetler Birliğiyle hiçbir ilişkimiz olmadığını, kampın kumandanlığına da söylemiş ve yapılan soruşturmada da bildirmiştik. Fakat Ali Asgerli ailesiyle Rusça konuştuğu gibi kendi kimliğini saklamaya gerek duymuyordu. Buna rağmen bizimle oturup kalktığından kamptaki Rus ajanları İtalya'daki Sovyet karargâhına bizlerin hepimizin Sovyetlerden kaçtığımızı, hatta gönüllü ordunun teşkilatçılarından olduğumuzu söylemiş olacaklar ki, 1947 senesinin Şubat ayında bir sabah kamp kumandanlığı beni, Beşir beyi ve Ali Asgerli'yi alarak Rissiene şehrindeki İngiliz kumandanlığına götürüyordu. Arabada elleri silahlarında iki İngiliz eri bizi denetliyordu. Askerlerden birisi diğerine bunları neden götürüyoruz diye sorarken, ikinci asker bilmiş olacak ki, arkadaşına "Raşşayns vants dem" (Russian Wants Them) (Onları Ruslar istiyor) dedi. Kampta İngilizce çalıştığımdan, durumu anladım ve Beşir beye bizi Ruslarla görüşmeye götürüyorlar dedim. Ali Asgerli'yede şunu söyledim. "Bizi Rus subaylarıyla görüşmeye ve sorgu için götürüyorlar. Kendin hakkında istediğini söylebilirsin. Fakat benimle Beşir bey hakkında herhangi bir açıklamada bulunmamanı rica ediyoruz. Eğer bizim de senin gibi Azerbaycan'dan olduğumuzu söyleyecek olsan, İngilizler bizi Sovyetlere verecekler ve bu bizim için ölüm demektir. Bizi bu yolculuğa göndermeye hakkın yoktur. Açık söyleyeyim eğer aleyhimizde herhangi ifşatta bulunacak olursan, biz ölüm yolcuğuna çıkmadan önce senin ölmüş olacağını bil," dedim. Beşir bey de beni tasdik etti. Nihayet yolculuğumuz bitti ve Rişşiene'deki İngiliz kumandanlığının kapısına geldik. Bizi bir salona aldılar, salonda kadınlar kampından Ali Asgerli'nin ailesiyle birlikte Fetelibeyli'nin ailesini de getirmişlerdi. Hepimizin başımızda silahlı İngiliz askerleri vardı. Ve bizleri birer birer ikinci bir odaya alıyorlardı. Giden geri dönmüyordu. Ben ne olduğunu biliyordum. Artık önce kadınlar, sonra, Ali Askerli'yi içeri aldılar. En sona beni bıraktılar. Tahminen Beşir beyin içeri alınmasından yarım saat sonra beni içeri aldılar. Gözlerime inanamadım. Soruşturma masasında bir Rus korgenerali (İtalya'daki Rus askeri komisyonunun başkanı) oturuyordu, yanında da iki yarbay ve bir de siyah saçlı esmer tenli bir sivil vardı. Bunlardan başka general ve diğerleriyle Rusça konuşan bir İngiliz binbaşısı da vardı. Bana oturmak için yer gösterdiler ve General İngilizce sordu bu Rusça biliyor mu? Beni hiç tanımadığı halde İngiliz üniformalı binbaşı biliyor dedi. Bu defa general bana Rusça küfretmeye başladı. (Alçak, namussuz, sadist, orospu çocuğu) cümleleri birbirini takip ediyordu, istediği benim sinirlenerek kendisine Rusça karşılık vermemi sağlamaktı. Ruslar, çizmelerindeki Türklerin karakterini çok iyi biliyorlardı. Türklerin şerefine dokundukları zaman öleceklerini bilseler dahi, karşısındakine hak ettiği cevabı verirlerdi. Şimdi bu Korgeneral benden bunu bekliyordu. Fakat maksadını anladığımdan bütün küfürlerini işitmemezlikten geliyordum. Fakat general susmak bilmiyordu ve küfürler ağır şekilde birbirlerini takip ediyordu. Siyah saçlı, esmer sivil ise, benimle hem Türkiye hem de Azerbaycan şivesi ile konuşmaya başladı. Bu Ermeni bir tercümandı. Bazı Azerbaycan Türkçesinde bulunan kelimeleri söylediği zaman ne demek istediğini soruyor ve Türkiye Türkçesinde böyle kelimelerin olmadığını ve bunların Türkiye Türkçesindeki karşılığını söyleyiniz diyerek konuşmasına itiraz ediyordum. Benim Türkiye Türkçesindeki bazı kelimeleri de Osmanlı şivesindeki karşılıkları ile söylediğimi de o anlamıyordu. Bu defa generale dönerek şöyle söylemeye başladı: "Orospu çocuğu benim anlamayacağım kelimeleri kullanıyor ki kendisinin Türk olduğuna inanayım" dedi. Ben yine aldırmadım. O söylediğim kelimeleri anlamadığı zaman İngiliz binbaşısına döndüm ve Almanca şunu söyledim "Binbaşım ben Türk'üm ve beni karşılarına çıkardığınız bu Rus tercüman Türkçeyi iyi bilmediğinden beni anlamıyor. Lütfen beni siz Almanca olarak sorguya çekiniz." Bu defa general İngiliz binbaşıya ne diyor diye sordu. Binbaşı da kendisini Almanca sorguya çekmemi istiyor, zira sizin tercümanın hakkıyla Türkçe bilmediğini ve söylenenleri anlamadığını söylüyor, dedi. Bu defa İngiliz binbaşısı bana sorular sormaya başladı ve Almanya'ya ne zaman geldiğimi, niçin geldiğimi, sordu. Kendisine tahsile geldiğimi Biyo-kimya bölümünü bitirdiğimi ve doktora çalışmalarına başlamış olduğumu, fakat Almanların yenilgisi sebebiyle doktoramı tamamlayamadığımı, bu yüzden memleketime dönerken yanlış olarak beni de Rusya'dan kaçan Türklerden sayarak buraya kapattıklarını söyledim ve esir kampında bu Türklerle karşılaştım. Aynı dili konuştuğumuzdan bir araya geldik dedim. Binbaşı söylediklerimi Rusçaya çevirerek generale ve yanındakilere söylerken Ermeni tercüman itiraz etti ve hayır Azerbaycanlılar Türk değiller dedi. Bu defa kendisini haşlamak sırası bana gelmişti. Türklere duyduğunuz düşmanlığı herkes ve dünya biliyor. Sovyetlerdeki kırk milyon Türk'e Türklüklerini siz vermediğiniz gibi, inkârını da siz yapamazsınız. Avusturalya, Patagonya gibi dünyanın en uzak bölgelerinde bulunan ve Ermenice konuşanları Ermeni diye bağrınıza bastığınız halde, beşbin senelik öz vatanlarında bulunan kırk milyon Türk'ün Türklüğünü inkâr ediyorsunuz. Fakat bu bölüp parçalanan ve Rusların aşağı ırk diye saydıkları bu Türkistan ve Kafkasya ile Azerbaycan Türklüğü size minnettardır. Eğer siz Rusları Türklere karşı bu kadar düşmanlığa götürmemiş olsaydınız ve size verilen imtiyaz Türklere de verilseydi, Türkler dil ve dinlerini atarak Ruslaşabilirlerdi. Tıpkı Altınordu hanlığının Tatarları gibi. Türk milleti sizin düşmanlığınıza teşekkür borçludur. Türkleri öz vatanlarında bile ikinci sınıf insan olarak sıraya koydurdunuz. Biz sizin düşmanlığınızı unutmayacağımız gibi, her zaman size teşekkür edeceğiz. Zira, Rusları bize karşı baskı ve mezalime siz teşvik ettiniz ve bu da bizim Türklüğümüze sarılmamıza sebep oldu. Bu defa general Ermeni'den ne söylediğimi sordu. Ermeni gevezelik ediyor dedi. Bu defa ben İngiliz binbaşıya döndüm ve generalin ne sorduğunu bilmek istediğimi söyledim. Binbaşı bana, tercümana ne söylediğinizi soruyor. Bu defa Almanca olarak Ermeni'ye söylediklerimi İngiliz binbaşıya söyledim. İngiliz binbaşı da Rusça olarak generale tercüme etti. General hayretle yüzüme baktı ve Binbaşıya dönerek doktor dedi bu adamın tahsili nedir sorunuz. Binbaşı önceden biyo kimyacı olduğumu öğrenmiş bulunduğundan biyokimya okumuş ve doktora yapıyormuş derken, General kendisine şunu söyledi: - Sorunuz bakalım Pavlov'u tanıyor mu? Meğer İngiliz binbaşısı da doktor binbaşıymış, bana şu soruyu yöneltti: - Madem siz biyokimya tahsil ettiniz, o zaman Rus bilgini Pavlov'u ve onun meşhur tecrübesini de biliyorsunuz. Bir biyolog Pavlov'u bilir değil mi? Kendisine dönerek şunu söyledim: -Şu meşhur Rus biyolojistin bilmek istediğiniz teorisi Köpekler üzerine yaptığı ameliyattır. Köpeklerin yemek borularını ikiye ayırmış bir ucunu açık bırakmış, 'yediği yemekler oradan mideye gitmeden dışarıya akmış. Bir de midelerinden bir delik açmış, ağızdan yemekler midelerine gitmediği halde, sinirlerin uyarması sebebiyle mideden özel sıvılar salınmaya başlıyor ki, gelecek yemekleri sindirsinler. Bu deneye de "Gastro Pago İzotomi" denir. İngiliz doktor binbaşısı müşfik bir nazarla yüzüme baktı. Bu zaman ben ikinci bir atak yaptım ve Pavlov'dan başka Rus fizyologlarından Sıçanov'u da tanıyorum dedim. İkinci Rus bilginin adını kasti olarak yanlış telaffuz ettim. Bu yanlışımı general hemen düzeltti. Sıçınof değil Seçenef'dir dedi. Bu defa ben yeniden Almanlar ve biz Sıçanof diye biliyoruz dedim. İngiliz doktor binbaşı, generale dönerek "Beyin söyledikleri hepsi doğrudur, bu Sovyetlerden kaçanlardan değildir, diğer Azerbaycanlılarla kampta tanışmıştır, dedi. Fakat General, Binbaşıya şunu sordu. Fakat siz önceden Rusça bildiğini söylemiştiniz. Binbaşı "yanılmışım beyi başka birisiyle karıştırdığımdan söyledim" dedi. Bu defa General benden özür dilemeye başladı. "Sizi buraya getirdiğimizin kusuruna bakmayınız. Bizden kaçanlar ve Sovyetlere hıyanet edenler vardır, biz onları arıyoruz" dedi ve Binbaşıya dönerek Almancası nasıldır diye sordu. Binbaşı da, "bir Alman gibi konuşuyor. Eğer Sovyetlerden kaçanlardan olsaydı birkaç sene içinde Almancayı bu kadar düzgün konuşamazdı" dedi. Generalle birlikte İngiliz doktor Binbaşı da benden özür dilediler ve beni de aynı kapıdan arkadaşlarımın bulunduğu odaya gönderdiler. Birkaç dakika sonra da karargahtan ayrılarak esir kampına dönmek için arabaya doğru giderken, arkamdan gelen binbaşı, "Doktor!" diye bana seslendi ve şunu söyledi: "Ben Estonyalıyım. Tahsilimi İngiltere'de yaptım. Ve İngiliz ordusunda göreve başladım. Korkmayınız, sizi kimse Rusya'ya verecek değil, bana güveniniz" dedi. Kendisine teşekkür ettikten sonra her ihtimale karşı yine ihtiyatı elden bırakmadan ve şunu söyledim: "- İkinci Dünya Harbi'nde İngiltere'nin müttefiki olan Türkiye'nin vatandaşını Ruslara teslim etmeyeceğinize bende güveniyorum." Binbaşı hoş bir tebessümle yürüyerek gitti. Bir ay sonra Rimini'deki esir kampından suçludurlar ve Sovyet vatandaşıdırlar diyerek bin kadar talihsizi Ruslara teslim ettiler. Bu teslimden on gün kadar önce esir kampının kumandanı Ali Asgerof'u makamına çağırarak: - Seni Ruslara teslim edecekler. Fakat eşin ve çocukların olduğundan sana acımaktayım. Lütfen ne yaparsan yap kaç git buradan. Ve Aleskerof hemşehrisi Aliekbere haber göndererek durum bildirdi ve Aliekber tarafından kaçırıldı ve Ruslara teslimden kurtuldu. Ben ve Beşir bey esir kampında iken sorguya çekildik ve kısa zamanda göçmen kampına verildik. Milano'daki ve Napoli'deki aynı zamanda Roma'daki Türkiye Başkonsolosluğu'na defalarca başvurarak yalvardık ve Türkiye'ye kabulümüzü istedik. Fakat yüzümüze bile bakmak istemediler. Aradan onbeş gün geçtikten sonra Riççiene yakınlığındaki esir kampından beni ve Beşir beyi serbest bırakarak Riççiene'deki göçmen kampına gönderdiler. Riççiene, Adriyatik denizi sahilinde ufak bir kasabaydı. Turistik bir yerdi. Hatta Mussolinin yazlığı da oradaydı. Rişiene'nin bir az uzağında. Türkiye'den kaçtıktan sonra Vahdettin'in bir müddet kaldığı San Marina bölgesi ve şehri vardı. Söylenenlere göre bağımsız bir devlet sayılırmış.
·
398 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.