Gönderi

1941 Senesinde Türkiye'ye Sığınan Talihsizler Ruslar, daha Almanların taarruzuna uğramadan önce Almanların Rusya'ya saldıracaklarını tahmin ettiklerinden mi veya kendilerinin Almanya'ya ve Türkiye'ye savaş açacaklarını tasarladıklarından mı Türk illerinden toplu halde askere almaya başlamışlardı. 1940 senesine kadar Kızılordu içindeki Türkler'in miktarı on bini bile geçmediği halde, 1940 senesinde Türkillerinden silah altına alınanların miktarı iki milyonu bulmuştu. Bunların yüzde doksanı Batı hudutlarıyla doğuda Çin ve Japonya hudutlarına yerleştirildiği halde, yüzde on kadarı da Türkiye ve İran hudutlarına yerleştirilmişti. Hiç şüphesiz bu Türk asıllı askerler için ayrı bölükler, taburlar yoktu. Bunlar çoğunluğunu Rus ve İslavların teşkil ettiği kıtaların içine serpiştirilmişlerdi. Subaylar ve astsubaylar ise tamamı ile Rus ve Ukrayna asıllılardı. Türk asıllı askerlere güvensizlik kendini gösteriyordu. En ağır istihkam işlerinde çalıştırılan Türk asıllılardı. Türkiye ve İran hudutlarına getirilmiş olan Türklerin gözleri hep bu devletlerdeydi. Azerbaycan ve Türkmenistan ile hududu olan İran'ın Tahran yakınlığına kadar konuştuğu dil Türkçeydi. İran'da o günlerde bir milyon Türkmen ve on beş milyon kadar da Azerbaycanlı Türk bulunuyordu. Türk asıllı Kızılordu mensubu askerleri İran'a çeken Türkçeydi. Türk hudutlarında bulunan Rus üniformalı Türk asıllılar ise nerede doğmuş olmalarına bakmayarak Türkiye'yi kendi vatanları, devleti de kendi devletleri sayıyorlardı. Bundan dolayı da İran çizmesindeki talihsiz Azerbaycan'a geçmek oradaki Türklerin himayesinde Rus zulmünden kurtulmak isteyenlerle birlikte Türkiye sınırında bulunanlar Türkiye'ye, öz devletine sığınarak onun ordusunda vatanına hizmet etmek ve uğruna ölmek istiyorlardı. Fakat 1941 senesinin Temmuz ve Ağustos aylarında Ruslarla anlaşan İngilizler İran'ı işgal ettiler. Azerbaycan Rusların işgali altına düşerken, Farsların yaşadığı bölgeleri de İngilizler işgal ettiler. Bundan dolayı da Türkmenistan ve Kafkas Azerbaycanı hududlarındaki Türk asıllı askerlerin İran'da kurtuluş aramalarının ateşi sönmüş oldu. Fakat Gürcistan ve Ermenistan ile Nahçivan bölgelerindeki Türk asıllı askerler fırsat bulur bulmaz Türkiye'ye sığındılar ve bunlar Türk asıllı oldukları halde Yozgat'taki özel iltica kamplarına yerleştirildiler. Muamele ise hiçte bekledikleri kardeş muamelesi değildi. Zira, milletimiz onları kendisinin bir parçası saydığı halde, iktidarda bulunan hükümet ve özellikle Cumhurbaşkanı İsmet İnönü onları aynı duyguyla karşılamıyordu. Bu talihsiz Azerbaycanlı, Kırımlı, Kazanlı ve Türkistanlı Türk felaketzedeleri ne hayallerle Türkiye'ye sığınmışlardı. Ayak bastıkları Türk toprağına diz çökerek öpmüşlerdi. Türk bayrağına nasıl sarılmışlardı. Konuşulan Türkçe ile kulakları nasıl sevinmişti. Radyolardaki şarkılar, türküler onların Türklük duygularına yenilerini eklemişti. Fakat devlet makamları bunların Türkiye'ye bağlılıklarını takdirden çok uzaktı. Zaten o günlerde devlet başkanı olan İsmet Paşa 1937 senesinde Atatürk'e darıldığından, onun ölümünden sonra, onun devlet felsefesi yaptığı Türk milliyetçiliğini yürürlükten kaldırmıştı. Okul müfredatlarındaki milli ve vatani şiirler, hikayeler, bunların yazarları adeta yasaklanmıştı. O günlerin iktidarının memleket lehine olmayan bu tutumuna itiraz edenler, Atatürk devri Türk milliyetçiliğinin devamını isteyenler ise hükümet tarafından suçlu olarak muameleye tabi tutuluyorlardı. Hatta komünistliğe ve azınlık ırkçılığına karşı Atatürk devri kanunlarını savunanlar ırkçı, Turancı suçlamasıyla 1944 senesinde yakalanarak hapishanelere tıkılmışlardı. Memleket içinde Türklüğü savunanlara, profesör, edip, yazar, hukukçu, subay ve şairlere suçlu gözüyle bakan bir iktidar çok tabii olarak Türkiye dışından iltica edenlere şefkat eli uzatmayacak, hâmi gözüyle bakmayacaktı. Nitekim böyle de oldu. 1945 senesinde İkinci Dünya Harbi biter bitmez dört sene önce Türkiye'ye iltica etmiş olan yüzlerce talihsiz Türk mültecisi, kelepçelenerek Ruslar'a iade edildiler. Ruslar da bizimkilerin gözleri önünde bunları kurşuna dizdiler. Bu sırada acı bir örneği ise Almanya'dan Türkiye'ye gemilerle kaçarak gelen şair ve yazar Enver Gazi ile Adem Kardeşbey adlı iki Azerbaycanlı mültecilerin şahsında gördük. Bunlar da Ruslar'a verildi ve imha edildiler. Atatürk yaşadığı yıllarda Türkiye, Türk olan herkesin vatanıdır, diye kabul edilmişken ve bu devlet felsefesi iken, Atatürk'ten sonra bu felsefe de kaldırılmıştı. Bunun içindir ki, Müslüman memleketler İkinci Dünya harbinin felaketzedesi Türklerle ilgilenmediği gibi, Türkiye devlet adamları da bu Türklerle ilgilenmiyordu. O günlerin iktidarı Avrupa'dan gelen bu feryatları işitmek bile istemiyordu. Bu talihsiz Türkler, İtalya, Fransa, Almanya ve diğer Avrupa memleketlerinde uğradıkları Türk sefaret ve konsoloslukları da bir şey yapamıyorlardı. Zira her şey Ankara'dan gelecek emir ve müsaadeye bağlıydı. Ankara ise duygusuzluk içinde ve ilgisizdi. Atatürk'ten sonraki iktidarlar Türk milliyetçilik felsefesini savunanları ırkçı ve Turancı diye tutuk evlerinde süründürürken, Türkiye'yi Kâbe olarak bilen bu talihsizlerle elbette ilgilenmeyecekti. Bunu da kaydetmek gerekir ki, Türk milletiyle o günün iktidar makamındakilerin milliyet duygusu alanında yüzseksen derecelik bir fark vardı. Türk milleti Türkiye dışındaki Türklere şefkatliydi. O günlerin münevverlerinin çoğunluğu da Dış Türklerine karşı ilgisiz değildi. Zira Atatürk devrinin Türk duygusu hala varlığını koruyordu.
·
132 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.