Gönderi

520 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
İnsanın azmettiğinde, inandığında ve çalıştığında istediği her şeyi başarabileceğini anlatan… Şaka şaka! Aman diyeyim, sakın bu kitaptan böyle bir ders almaya kalkışmayın, hatta hiçbir kitaptan bu dersi almayın. Çünkü bu doğru değil. Bunu başarmış olan Martin Eden’e karşılık aynı çabayı göstermiş fakat kendi kapasitesi yetememiş, talihi yeterince yaver gitmemiş, o büyük cümleyi kuramamış, hatta sadece ömrü yetmediği için bunu başaramamış binler vardır. Hem de hayatın her sahasında böyledir bu. Biz başarı öykülerini sevdiğimizden, ancak resmin çok küçük bir kısmı olan bu başarıları öne çıkarır, çok daha yaygın olan başarısızlık senaryolarını hasır altı ederiz. Sonra da kendi kurduğumuz bu anlatıya kendimiz inanır, başarısızlıkların sebebini de belki yeterince emek verilmemiş olduğuna yormak gibi fena bir tuzağa düşeriz. Aynı emeği veren herkesin aynı başarıya ulaşması kaynakların, ki burada hem maddi hem de toplumsal ve ekonomik kaynakları kastediyorum, sınırlı olması sebebiyle zaten mümkün değildir. Hele bu içinde yaşadımız sistemde bunun hayalini bile kurmak abestir, her ne kadar bu sistem sürekli olarak bunu satsa da. Neyse… Genel bir inceleme yapmak yerine, çünkü bu çok zor, bazı kısa notlar almıştım, onları düzenleyerek aktarmak isterim. Jack London romanın başını daha sonra oturup tekrar yazmış mıdır bilmiyorum. Fakat daha ilk bölümde, Morse’ların evinde Martin’in duvarda asılı bir tabloya göz gezdirdiği sahne bize daha sonra bu evde yaşayacağı duygular konusunda güçlü bir ipucu veriyor. Uzaktan muhteşem görünen ve kendine hayran bırakan bu tabloya iyice yaklaştığında ressamın ayrı ayrı fırça darbelerini, boya öbeklerini ve sair izleri, tabloyu tablo yapan fakat pek de çekici olmayan detayları farkeder. O anda tablonun büyüsü bozulur. Tekrar geri çekildiğinde tablo aynı güzelliğine döner fakat Martin’in zihninde büyüsü kaybolmuştur. Tüm bu sahne bir geleceğe bir projeksiyondur. -- 5. bölümün başlarında Martin kendi evindeki hayhuy ile Morse’ların evindeki sakin ve nezih havayı karşılaştırıyor. Ablası, eniştesi ve çocuklarla birlikte yaşadığı hayatı fazla maddiyatçı bulur ve bu evi ve çevreyi sürekli para hesaplarının yapıldığı bir yer olarak değerlendirirken, burjuva evindeki sakin ruh orada maddiyat düşüncesinin ortadan kalktığı kuruntusuna kapılmasına yol açıyor. Burjuva sınıfında hemen her şeyin ince bir nezaket perdesi (“manners”) altına gizlendiğini ve aynı maddi saiklerin kişileri yönlendirdiğini daha sonra, hayal kırıklığıyla farkedecek. Bu karşılaştırmanın aynısını Jane Austen, Mansfield Park romanında kahramanı Fanny’ye yaptırmıştı. Fakat Fanny bu karşılaştırmayı yaparken zaten uzunca bir süredir Mansfieldlar’ın malikanesinde, burjuva sınıfı içinde yaşamaktaydı fakat kendisi Martin gibi zeki değil de biraz alık bir karakter olduğundan jetonu düşmüyordu. -- Martin’in kendisi maddi kaygılardan ve kendi sınıfının tepkilerinden elbette arınmış değil. Anlatıcı gerçi onun giriştiği tüm çabaların Ruth'a olan aşkı yanında çok zayıf kaldığını söylüyor fakat onda bir yükselme çabası da var. Yazarlığı heyecanlı bir macera, kendini bulduğu mecra olarak görse de, sürekli hikaye başına alacağı parayı düşünerek heyecanlanması, bunları hesaplayarak ve daha önce yaptığı işlerle karşılaştırarak kazanç farkını değerlendirmesi, yazmayı içinde yaşadığı işçi sınıfından ayrılabilmek için bir çıkış bileti gibi gördüğünü de gösteriyor. Bunu Ruth ile evlenebilmek için yaptığını düşünüyor fakat burada Ruth’dan çok ayrı, kendi bireylik algısı ile ilgili bir kaygı var. Aslında tam da bu noktanın Ruth’dan bilinçsiz olarak ilk zihinsel kopuşunu yaşadığı yer olduğunu düşünüyorum. Artık kendisi için bir şeyler istiyor. -- 24. bölümde çok güzel bir sanat tartışması ve Martin'in bireyciliğinin zirve yaptığı bir sahne var. Ruth ile Martin arasında eleştiri ölçütü hakkında geçen tartışma ve Martin'in, Ruth’un da geçmiş olduğu, burjuvanın kurulu düzeninin eğitimi tarafından şekillendirilmemiş olmasına şükretmesi çok yerinde. Fakat Martin'in henüz atladığı bir nokta da var: kendisi kurulu düzenin eğitim sistemi tarafından doğrudan şekillendirilmediyse de, bu düzenin onu ve onun gibileri belli bir sınıfta ve işlerde konumlandırarak şekillendirdiği gerçeği... “Hemcinslerim bir şeyin güzel olduğu konusunda anlaşıyorlar diye ben de beğenecek değilim, kendi beğenimi kabul edilmiş yargılardan daha aşağı görmeyeceğim” derken elbette haklı. Fakat bu “kendi beğenim” dediği şeyin de o güne kadar öyle veya böyle şekillenmiş olduğunu da atlamamak kaydıyla. Evrim düşüncesi Martin’i çok heyecanlandırıyor ve düşünce süreci onu bireyciliğe, hani haksızlık da yapmayalım ama neredeyse “en güçlü olan hayatta kalsın” gibi daha sonra Nazizm’in de kullanacağı sığ bir slogana doğru itiyor fakat eynı evrimin toplumsal ilişkileri, toplumsal davranış kalıplarını da belirlediğini, kendisinin de kendi bulunduğu konumdan bu kalıpların tesiri altında hareket ettiğini es geçiyor. -- Martin'i yazmaya zorlayan şey içindeki vahşi adam. Bilgilendikçe bu vahşeti törpülediğini düşünüyor ama bana kalırsa Peynir Surat'ı yıllar boyunca kafaya takıp en sonunda dövdüren güdü yazma konusunda da aynı derecede devrede. Aslında Martin uygarlaşmıyor. Daha doğrusu burjuva insan gibi uygarlaşma maskesi altında güdülerini bastırmıyor. Onun vahşi güdüleri fiziksel şiddete dökülmeden de devrede, etrafını rahatsız eden de tam olarak bu. Toplumla uyumsuz, toplumla karışamayan, terbiye edilemeyen bu vahşiyi sevmiyorlar. -- Para kazandıktan fakat hissizleştikten sonra Martin’in insanlarla para haricinde hiçbir ilişki kuramadığını görüyoruz. Çünkü o onların ye kürküm ye davranışını görmüş ve tiksinmişti. Ailesine, çok sevdiği arkadaşı Joe’ya ve Lizzy’e de böyle davranmaktan başka bir şey gelmiyor elinden. Son derece gururlu olan Martin’in kendisine zamanında it köpek muamelesi yapmış olan eniştelerini, onlar şimdi kendisine yalakaca yaklaştığında hiç umursamayacağını düşünürsünüz değil mi? Ama öyle olmuyor. Onlara maddi yardım yapıyor, bildiğiniz işlerini ihya ediyor. Elbette borç olarak veriyor parasını ama aslında bu para da geçmişte yaşananlar da hiç umurunda değil. Burada kritik olan, toplumla tüm ilişkisini dümdüz, rasyonel bir ekonomik ilişki seviyesine indirmiş olması. Bu ilişkide duygudan eser yok. Bu bilinçli bir eylem değil. İçinde bulunduğu ruh hali başka türlüsüne izin vermiyor. Toplumdaki her bir bireyin bilinçaltında bulunan fakat bilince farklı duygular, ritüeller, davranış kalıpları olarak çıkan, yani maskelenen ekonomik dürtüleri o doğrudan, arasına o dürtülerle hiçbir sınır koymadan yaşıyor. Yani çıplak gerçekliği, o soğuk duyguyu doğrudan deneyimlediğini düşünüyor ve bu hâl ona dayanılmaz geliyor. Bireyciliği ve Nietzche’ci fikirleri insan psikolojisinin, topluluk bilincinin sınırlarına dayanmış. Beklediği üstinsanın hiç varolamayacağının farkına varıyor belki de. Yaşam demek duygu demek. Sadece otonom hareket etme olarak tanımlayamıyoruz onu. Eden’e göre de yaşam duygulanan ve duygularının peşinden bencilce koşan özneyi gerektiriyor. Tüm gençliği, Ruth ile tanıştıktan sonrası da dahil yoğun duyguların tesiri altında geçiyor. Bu itki oldukça hayat her türlü cefasına katlanılarak yaşanabiliyor. Ne zaman ki, Eden hissizleşiyor, hayatı aslında o noktada çoktan bitiyor. Bundan sonrası biyolojik bedenin çökene kadar oradan oraya sürüklenmesinden başka bir şey değil. Asıl katlanılması zor acı da bu, intiharı bu tetikliyor. Yemeğe daha önce çağrılmamış olmasına rağmen şimdi sürekli yemek daveti almasına hayretler ediyor, bu düşünce yavaş yavaş büyüyerek onu bunalıma sürüklüyor. “Ben aynı Martin’im, ben açken neredeydiniz?” diyerek hep aynı, değişmemiş özne olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ona göre kendi varoluşu yani Martin Eden olarak kendisi somut bir özne. Kendi varoluşunu bütünlüklü, sınırları belirli bir birey olarak, boşlukta yer kaplayan bir hakikat olarak algılıyor. Başka türlüsünü düşünemiyor. Fakat insanın sadece özne olarak değil, esas olarak toplumsal konumuyla toplum içinde varolduğu bilgisine sahip değil. Bunu öğreniyor ama kabul edemiyor. Hem önemsiz hem de toplum dışı olarak görüldüğü bir dönemde Martin’in yemeğe çağrılması için hiçbir sebep yoktu. Özne olarak hissettiği açlık ablası haricinde başka kimsenin gözünde bir değer taşımıyordu. Böyle milyonlarcası vardı zaten. Ne zaman Eden zengin olup maddi bir varlığa, toplum içinde konumsal bir ağırlığa ulaştı, ancak o zaman makbul hale geldi, ve ancak o zaman yemeğe davet edildi. Neticede yakın dostlar ve aile üyeleri haricinde yemeğe davet, davet edilen kişinin açlığını gidermek için yapılmıyor; biz aynı sınıfın, aynı cemaatin, aynı sosyetenin, aynı partinin, aynı sosyal çevrenin insanıyız demek için bir ritüelden başka bir şey değildir bu.
Martin Eden
Martin EdenJack London · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202392,7bin okunma
·
192 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.