Gönderi

240 syf.
·
Not rated
·
Read in 16 days
6+1
Tarih, teknoloji, masal, fantastik öğeler, mitoloji, dini metinler, macera, aşk… “Her şeyin teorisi” diye bir tutkusu varsı Stephen Hawking’in. İhsan Oktay Anar, Yedinci Gün kitabında bunu başarmış gibi görünüyor. İhsan Oktay Anar okumaya başladığınızda, bir daha onun yazın evreninden kopamıyorsunuz ve tüm kitaplarını okumak istiyorsunuz. Çünkü karşınızda alışık olmadığını fantastik ve bir o kadar karnaval havasında harika bir ortamın içinde buluyorsunuz kendinizi. Her ne kadar son dönemlerde iyi yazarlarımız iyi eserler ortaya koymuş olsalar da, lokomotif diyebileceğimiz bir yazarımız yoktu. Bu yüzden İhsan Oktay Anar’ın ortaya çıkışı büyük bir heyecan yarattı okurlarda. Onun eserlerini okuyan herkes, onun büyük yazar diyebileceğimiz kategoriye dahil olduğunu düşünür. İhsan Oktay Anar, yazdığı kitaplarda ana zamanı hep tarihsel dönemler olarak seçiyor. Gerçeklerle oynuyor, eğiyor, büyüyor bazen de değiştiriyor ve bu gerçekler üzerine gerçeküstü, masalsı, fantastik bir öykü yerleştiriyor. Tüm bunları yaparken tüm kitaba yaydığı mizahi sosu kitabın her yerine dağıtıyor. İhsan Oktay Anar kitabı ile ilgili konuşacaksanız uzunca bir girizgâh yapmak durumunda kalıyorsunuz. Karşınızda sıradan bir yazar olmadığını anlamanız çok uzun sürmüyor zira. Yazarın bilgi derinliği, kültürel zenginliği, felsefi bakışı, tarih, coğrafya, teknoloji ve dil bilgisi sizi kendisine hayran bırakıyor. Kitaba gelirsek; yazar kitabı 2012 yayınlanmış. İhsan Oktay Anar’ın okuduğum üçüncü kitabıydı. Öncesinde Suskunlar ve Amat’ı okumuştum. Bu yüzden okurken önceden okuduğum bu iki kitaplarla (ister istemez) karşılaştırmalar yaparak okudum. Öncelikle şunu açıkça söyleyebilirim ki, İhsan Oktay Anar külliyatına bu kitapla başlamak oldukça riskli olur. Çünkü okuduğum diğer kitaplarına göre daha olay yoğunluğu fazla, karakter hikayeleri daha uzun ve anlatımı daha ağdalı diyebilirim. Özellikle kitap bölümlere çok bölünmediği için okurken uzun cümleler ve Osmanlıca kelimeler arasında bunalabiliyorsunuz bazen. Kendi içinde muhteşem olmasına rağmen diğer okuduğum üç kitap içerisinde en az beğendiğim kitap bu oldu sanırım. Diğerlerinde olayla daha akıcı ilerliyor ve çok dağılmıyordu. Her ne kadar yazar biraz dağınık anlatıp sona doğru tüm hikâyeyi toparlasa da, konu yoğunluğunun kitaba biraz yük olduğunu düşünüyorum. Kitap oldukça fantastik bir girişle başlıyor. Abdulhamit olduğunu anladığımı padişah, House Of Dragon’da da kralın sürekli başına oturup baktığı şehir maketi gibi kendi şehrinin yani İstanbul’un maketine bakıyor. Fakat bu o kadar ince işçilik bir maket ki, şehir tüm ayrıntısıyla karşısında duruyor. Fakat bu ayrıntılar aynı zamanda da canlı. İşte tüm şehri süzerken kendi sarayına bakıyor ve sarayının üstüne konan bir sineyi sineğe raketiyle vuracakken, maketteki sarayın içinde kendisini elinde sinek raketiyle görünce donakalıyor. İhsan Oktay Anar büyülü gerçekçiliğine fantazyasına da böyle başlıyor. Sonrasında dönemin ileri gelen alimlerinin başları yakılarak öldürüldüğü bir seri cinayetin içinde buluyoruz kendimizi. Bu seri cinayetler mühendislik ve din çerçevesinde yine başka bir yola evriliyor ve bir zeplin ve uçak imalathanesine gidiyoruz. Dönemin bilimsel terimlerinin ve malzemelerinin ustaca anlatımına hayran oluyorsunuz ve sanki İhsan Oktay Anar’ın o dönemden gelmiş bir zaman seyyahı olduğunu düşünüyorsunuz. Çünkü dönemi o kadar doğal ve aşina anlatıyor ki. Zeplinle birlikte bir zaman sıçramasına şahit oluyoruz. Yani konular o kadar yoğun ve hikâye o kadar girift ki, bazen kaçırıyorsunuz bazı yerleri. Ben de öyle oldu en azından. Kitap bitince ise aslında hikâyenin bu kadar karakterleri tanıdan hikayelerle yoğunlaştırılmasına gerek var mıydı diye sormadan edemiyorsunuz. Bazen de yazardan o ağdalı ve girift dili biraz sadeleştirmesini ara ara okuyucuyu dinlendirmesini bekliyorsunuz. Ama pek olmuyor. İhsan Okta Anar kitaplarında mitolojik, tarihi, dini veya felsefi göndermelerde çokça bulunan yazar bu kitapta bunu biraz abartmış gibi geldi bana. Kitapta neye hizmet ettiğini tam anlayamadığım ya da önemli bir tesirinin olmadığını düşündüğüm birçok gönderme vardı. Mesela Yedi Uyurlar göndermesi bana çok da kitabı besleyen bir gönderme gibi gelmedi. Sonrasında Tevrat’taki yaratılış süresi ile ilgili gönderme (altı gün yaratıp bir gün dinlenme) bir anlam ifade etmesine rağmen kitabı güçlendiren öğeler olmadığı kanaatindeyim. Hakeza Zulkarneyn göndermesi de öyle. Dediğim gibi kitap bana fazla yoğun, fazla üst üste gelmesine rağmen bir İhsan Oktay Anar kitabından bahsediyorum. Yani eleştirdiğim kısımlar bile bir şaheser ve üzerinde durulması gereken yerler. Her bir metafor akademik düzeyde tartışabilecek incelikte. Kesinlikle ikinci kez okunmayı hak eden bir kitap. Bir hususu daha belirteyim; kitabı okurken yazarın oldukça sinematografik bir bakışa sahip olduğunu düşündüm ve sık sık bu kitabın filmi çekilse ne güzel olur diye düşünmeden edemedim. Tabi Türkiye’de bu filmin hakkının verilebileceğini sanmıyorum. Belki çevirildiği dillerde okuyan uluslararası yetkin bir yönetmenin aklına düşer bu düşünce. Biz evrene yollayarak sorumluluğumuzu yaptık. İhsan Oktay Anar okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum. İlk kez okuyacaksanız bu kitaptan başlamamanız daha isabetli olur. Belki sona saklayabilirsiniz bile bu kitabı. İhsan Oktay Anar okumak edebi dimağınızı geliştirir. Daha kaliteli eserlere yönelmenizi sağlar. Tarih, din, felsefe, savaş, kader gibi insan için tabulaşmış kavramları mizahi ve parodik bir penceren sorgulamanızı sağlar. Kör bir ideolojik çukura girmenize engel olmaya çalışır. İyi ki varsın İhsan Oktay Anar.
Yedinci Gün
Yedinci Günİhsan Oktay Anar · İletişim Yayınları · 20163,806 okunma
·
125 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.