Gönderi

SONA DOĞRU Her türlü baskı ve mezalime rağmen ne Çarlar ne de Komünist rejim Türk illerini Ruslaştıramadı. Korkunç İvan'ın Altınordu devletini yıkarak o büyük imparatorluğu Moskova'ya bağlamasından itibaren Almanların teşvikiyle, Türk-Tatarları ya Hristiyanlaştırarak Ruslaştırmak, bu olmadığı takdirde ise Türk asıllıları yerlerinden yurtlarından kopararak Sibirya'ya ve Türkistan'a doğru sürmek Rusların ilk düşündükleriydi. Hatta Alman asıllı ve aşklarıyla meşhurluğu hâlâ dilden dile dolaşan ve bizim Baltacı Mehmet Paşa'yla da ilgili olarak, Deli Petro ile ordusunu imhadan kurtaran Katerina o günler için büyük sayı olan bir milyon Alman'ı getirerek Volga boylarına iskan ettirerek Kırım Türk Hanlığıyla, Kazan Hanlığının ve Türkistan'ın milli bağlarının kesilmesini sağlamıştı. Bunun arkasınca da Alman kumandanlarının idaresindeki Rus ordusu Kırım'a saldırarak istiklaline son vermiş, daha sonra da Kafkaslara saldırarak otuz sene müddetle yapılan bir harpten ve katliamdan sonra orasını da Rus çizmesi altına almışlardı. Kafkaslarla, Kırım'ın istilasıyla da Osmanlı Türk devletiyle Türk illeri arasındaki zayıf bile olsa milli bağları tamamen koparmışlardı. Ruslar, Altınordu Tatarlarına makam ve ticaret serbestisi, idarecilik vermekle zadegan tabakayı din ve dilinden koparıp Ruslaştırmasına rağmen zadegan olmayan tabakayı ne dinlerinden, ne de dillerinden ayıramamış ve Ruslaştıramamışlardı. Hatta Tatarların bir kabilesi olan Çuvaşları bile Hristiyan yaptıkları halde, dillerini gelenek göreneklerini ellerinden alarak Ruslaştıramamışlardı. Öylece Besarabya veyahut Romanya hudutları içinde bulunan Gagavuzları da Ortodoks kilisesi Hristiyanlaştırdığı halde, dillerini ellerinden alarak aile dillerini Rusça yapamadıklarından Türklüklerinden ayıramamışlardı. Türkistan'ın istilasından sonra ne zadegandan, ne de halktan dinini atarak Hristiyanlaşan ve Rusçayı aile dili olarak alıp islavlaşan bir aile bile olmamıştı. Bunun dışında Türkillerine ve Azerbaycan'a, Rus göçü de yapılamamıştı. Bunun birinci sebebi ise Türk illerini dolduracak ve Türkleri azınlık haline getirecek kadar Rus ve İslav nüfusunun bulunmadığıydı. Fakat bununla birlikte Ukrayna'dan ve Beyaz Rusya'dan azımsanmayacak kadar İslav getirerek Kırım'a ve Kuzey Kafkasya'ya yerleştirerek Türk ve Çerkesleri güneye doğru göçe zorlamışlardı. Hatta azımsanmayacak bir Türk ve Çerkes göçü Türkiye'ye de gelmişti. Ural bölgesindeki Tatarların Ruslaşmasıyla birlikte gelen Rus göçü ise Ural dağlarına kadar İslavlığı çoğunluk yapmıştı. Çarların, Türkleri Ruslaştıramadığının sebebini din ayrılığında gören komünist liderler özellikle, “Dini“ insanlık için afyon olarak isimlendirmiş ve dinle birlikte Allah'ın da inkârını kanunlaştırmıştı. Özellikle Ruslarla Türklerin evlenmelerine çok önem verilmişti. Fakat o günlerde yüzde doksanı okuma yazma bilmeyen Türkleri bin seneden beri inandıkları dinlerinden ve Allah'ından ayırmak kolay değildi. On altı milyon kilometre kare olan Türk yurtlarını İslav göçmeniyle doldurmak da imkansızdı. Komünistliğin Rus idaresini eline aldığı günden başlayarak Sovyetler Birliği'ndeki yokluklar, sefalet, geçim zorluğu, verimsiz topraklar üzerinde bulunan ve her şeylerini, sömürgeleri olan Türk yurtlarından sağlayan Rus asıllılarda, çok çocuk yaparak Türk illerini doldurmak düşüncesi yoktu. Böylece İslav göçmenleri çoğaltamamışlardı. Uçsuz bucaksız Türk yurtlarını Rus göçmenleriyle doldurmak kolay değildi. En çok Rus ve Ukraynalı göçmeni ise bugün Kazakistan bağımsız devleti olarak istiklaline kavuşmuş ve Birleşmiş Milletler üyeliğine alınmış olan Türk yurduna yerleştirmişlerdi. Bugün yirmi milyon kadar olan Kazakistan nüfusunun yüzde altmışı Kazak Türkleriyle diğer Türk kabilelerinden oluşurken, yüzde kırkı ise Rus ve Ukraynalılardan aynı zamanda İkinci Dünya Harbi sırasında Kazakistan'a sürülmüş olan Almanlardan ibarettir. Yirmi milyon nüfusu bulunan Özbekistan'da ise Slav göçmenlerinin sayısı yarım milyonu geçmemektedir. Özbekistan'da bulunan Rus ve Ukraynalı göçmenler ise büyük ve fabrikaları bulunan şehirlerle birlikte idari makamlara yerleştirilmişlerdi. Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan'da ise Rus ve Slav göçmenlerinin sayısı yarım milyonu geçmektedir. Özbekistan'da olduğu gibi bu cumhuriyetlerdeki Ruslar da büyük şehirlerde sanayisi olan bölgelerde bulunuyorlar. 1990'da Kazakistan bağımsızlığına kavuşuncaya kadar Rus dili yaygın bir hâldeyken ve devlet dairelerinde bütün yazışmalar Rusça yapılırken bugün Ruslar azınlık haline geldikleri gibi Rus dili de saltanatını kaybetmiştir. Kazak Türkçesiyle eğitim yapan okullarda Rusça okutulma mecburiyeti de yok olmuştur. Kazakistan'daki Rus okullarında ise devlet dili olarak Kazak Türkçesi'nin okutulma mecburiyeti konmuştur. Kazakistan dışındaki Türk cumhuriyetlerin hiçbirinde Rusça birinci dil olmamıştı. Rusça her zaman yabancı dil olarak okutulmuştu. Türk köylüleri Rusça ekmeğin adını bile bilmemektedir. Hatta Azerbaycan'a ve diğer Türk yurtlarına gelen Ruslar, Türkçe öğrenmek mecburiyetindelerdi. Rusların Ermeni ve Gürcülere tanıdığı imtiyazı Türk asıllılara tanımaması da Türk milli duygusunun gelişmesine yardımcı olmuştur. Bunun sebebiyledir ki Türk münevverleri dil ve geleneklerini korumayı vazife bilmiştir. 1948 Yılında Amerikalılar Türk Münevverlerini Aramaya Başladılar Savaş 1945 senesinin mayısının ilk haftasında Almanya'nın silahlarını bırakmasıyla Avrupa'da sona ermişti. Çörçil'in Ruslara karşı ihtiyatlı davranmak gerektiğine önem vermeyen Amerika, Stalin ve Kremlin'i samimi müttefik olarak kabul etmiş ve bütün isteklerini itirazsız yapmıştı. Doğu Avrupa ile birlikte Orta Avrupa'nın veyahut Almanya'nın yarıya yakın bir bölgesini Rusların işgaline vermekte mahzur görmemişti. Hatta içlerinde bir milyonun üzerinde Türk asıllı olan on milyon sivil kaçkını ve yüzde doksan bütün Türk gönüllülerini Ruslara teslim etti. Fakat Rusların istekleri bitmiyordu. Bu durumda Çörçil Ruslara dur demek gerektiği tavsiyesinde bulunurken, Amerikalıları bırakalım, İngiliz milleti bile savaşın galibi, İngiltere'nin kurtarıcısı olan Çörçile karşı cephe almaya başlayarak 1945 senesinde daha harbin bitiminin ertesinde yapılan seçimlerde Çörçil'i iktidardan düşürerek Rusların ümid bekledikleri İşçi Partisi'ni ve o günlerde İngiltere'nin ikinci büyük lideri olan Atli'yi iktidara getirdi. Çörçil'in iktidardan düşmesi İngiliz milletinin bile Ruslara karşı samimi müttefiklik içinde olduklarını ve Çörçil'in Ruslara karşı tutumundan memnun olmadıklarını gösteriyordu. İngilizler bile Avrupa'nın büyük bir bölümünün Rus idaresine girmesinden rahatsızlık duymuyorlardı. Bu zihniyet yalnız İngiliz seçmenlerinin zihniyeti değildi. Hatta İngiliz ordu büyükleri, İngiliz İstihbarat organları da Ruslarla savaş içindeki müttefikliğin devamının sürmesini istiyorlardı. Bunun için de özellikle İngilizler, Ruslara karşı savaşlara iştirak etmiş gönüllüleri harpten iki sene sonra bile Ruslara vermeye ve Rusların sempatisini kazanmaya devam ediyorlardı. Eğer Ruslar, Tahran, Yalta ve Potsdam Konferanslarında Amerikalı ve İngilizlerle vardıkları anlaşmalarının daha fazlasını istememiş olsalardı, Amerika ve İngiltere harpten sonra Ruslara harp içinde yaptıkları yardımın daha fazlasını, harpten sonra da yapacaklardı. Fakat, Ruslar harp içindeki uysallıklarını çoktan geride bırakmışlardı. Hitlerden daha fazla saldırgan bir durum içine girmişlerdi. Bunun için de 1948 senesinden itibaren Amerikalılar Ruslara ve onların dünya hakimiyeti isteklerine karşı tedbirler almaya başladılar. Özellikle İkinci Dünya Harbi sırasında Almanya'da kurulan Türk Milli Komite mensuplarını aramaya başladılar. Hatta Fetelibeyli'yi bile Almanya'ya davet ederek Ruslara karşı Avrupa'da kalmış olan mücahitlerin teşkilatlanmasının yapılmasını istediler. Bununla da yetinmeyerek Azerbaycanlı, Kırımlı, Türkistanlı ve Kafkasyalı eski mücahit liderlerinden çoğunu alarak Amerika'ya götürdüler ve Milli Komitelerin orada kurulmasını ve Türk illerine radyo ve basın yayınları yapılmasını organize edilmesini istediler. Amerikalılar ve İngilizler, Sovyetlerden kaçanları ve özellikle Almanlarla birlikte savaşmış olan ve Ruslardan ve komünist rejimden nefret eden gönüllüleri verdiklerine çok pişman olmuşlardı. Fakat iş işten çoktan geçmişti. 1948 senesinde bizzat Prens Amr İbrahim tarafından Mısır'a davet edilen ve özel bir ihtimamla lüks bir otele yerleştirilmiş olan Fetelibeyli ise bir müddet sonra Amerikan Büyük Elçiliği tarafından davet edilerek, Almanya'nın Münih kentinde eski Türk gönüllülerinden kalmış olanları teşkilatlandırması göreviyle Almanya'daki Amerikan ordu kumandanlığıyla birlikte çalışması teklifi yapıldı. Fetelibeyli dört seneye yakın Münih'te Amerikalılarla birlikte çalıştı. Fakat Ruslar da boş durmuyorlardı. Fetelibeyli'nin Azerbaycan Milli Komitesi'nin başkanı olduğunu ve ikiyüz bine yakın Azerbaycanlı gönüllüyü üç seneyi aşkın bir süre doğu cephesinde Kızılordu'ya karşı savaşa sevk ettiğini biliyorlardı. Aynı zamanda Rus istihbarat teşkilatı Fetelibeyli'nin Amerikalılarla birlikte çalışmaya başladığını da öğrenmişlerdi. Çok iyi bir teşkilatçı olan Fetelibeyli'nin yok edilmesi gerektiği de Rus istihbarat teşkilatının önde gelen vazifesi olmuştu. Fakat Amerikalılar Fetelibeyliyi koruyorlardı. Bundan dolayı da Fetelibeyli kaçırarak imha etmek kolay olmuyordu. Ruslar bunun için başka bir yol buldular. Fetelibeylinin imhasını Türk asıllı birisinin eliyle yapmak gerekiyordu ve bu daha kolaydı. Bunun için de Amerikalılar tarafından 1947 senesinde Ruslar'a teslim edilen eski gönüllülerden birini buldular ve kendisine yaşamak istiyorsa Fetelibeyli'yi öldürmesi gerektiğini bildirdiler ve Münih'e gönderdiler. Fetelibeyli, Almanyadaki eski gönüllülerden Almanyada kalmış olanları teşkilatlandırmakla görevlendirildiğinden, Fetelibeyli'yi öldürmekle görevli olan da eski gönüllü kisvesi altında Fetelibeyli ile irtibat kurdu ve Rusların kendisini aradıklarını, hayatının tehlikede olduğunu, kendisini himayesi altına alarak ya Amerika'ya, veyahut Türkiye'ye gönderilmesi için yardımlarını istedi. Fetelibeyli görüştüğü adamın samimiliğine güvendi ve bir müddet yakınlık kurdular. Adam Fetelibeyli'nin güvenini tam kazandıktan sonra bir gece uykuda Fetelibeyli'yi öldürdü ve cesedi görünmesin diye karyolanın altına soktu ve hiçbir şey olmamış gibi evden ayrılarak Rus askeri istihbarat teşkilatı tarafından Laybsik şehrine oradan da bilinmeyen bir yere gönderildi. Böylece Fetelibeyli de şehitler kafilesine karışarak Türk illerinin ve Azerbaycan'ın kurtulması için başlattığı savaş yolunda hayatını kaybetti. Amerikalılar, Amerika'ya aldıkları ve orada özel olarak yetiştirmek istedikleri Azerbaycanlı, Kırımlı, Kazanlı ve Türkistanlı münevverlerden ise herhangi bir haber alınmadı. Bu münevverler bir daha ne Avrupa'ya, ne de Türkiye'ye dönmeyerek orada kaldılar. Amerikalılar ile yaptıkları işbirliğinden Azerbaycan ve Türk illerinin menfaatine neler yaptıkları ise bilinmemektedir. Zira bunlar ne Türkçe, ne de yabancı bir dilde vatanlarını, tanıtacak herhangi bir yayın yapmadılar. Sadece Almanya'da kalan Edige Kırımal ve Baymirza Hayıt evlendikleri Alman asıllı hanımların yardım ve teşvikleriyle Doktora yaparak ilmi payeye ulaştılar. Edige Kırımal, Almanca olarak Kırım Türkleri hakkında değerli bir eser yazdı ve çok ihtimal bu eser onun doktora tezi oldu. Baymirza Hayit ise "Çin ve Rusya Arasındaki Türkistan" isimli değerli bir kitap kaleme aldı ve Türkistan Türklüğünün bir asırdan fazla Ruslarla yaptığı millî mücadelesini eserleştirdi. Bunların dışında Kırımlı ikinci bir Türk yazar, Cengiz Dağcı Ruslarla-Batılıların arası açıldıktan sonra İngilizler tarafından Londra'ya götürüldü. Orada bir İngiliz hanımla evlenerek yerleşti. Fakat İsmail Gaspıralı'nın kanını taşıdığından çocukları İngilizleşse bile kendisi Kırım Türklerinin çektiği faciaları, Stalin tarafından Kırım'ın Türklerden temizleme mezalimini dile getiren hikaye ve roman şeklinde yazarak Türkiye'ye gönderdi ve yayınlanarak Türkiye Türklüğüne Ruslukla, komünistlerin Türk'e karşı olan düşmanlıklarını sunmuş oldu. Fakat hiçbir yazar Türklüğün felaketlerini toplu halde eserleştirmediler. Her Türk kabilesinden olan yüksek münevver sadece kendi kabilesinin felaketlerini dile getirdi. Eski Muhacirlerin Düşünce ve Tutumları Çarlığın çökmesinden sonra istiklaline kavuşmuş olan Azerbaycan, Türkistan, Başkurdistan, Kırım ve Kafkaslarda millî hükûmetler kurulmuş ve iki sene müddetle Türk yurtları kendi istiklali içinde millî birlik oluşturarak idari düzen ve hatta millî ordularını kurmuşlardı. Çarlık yıkıldıktan sonra Baltık memleketleri olan Letonya, Litvanya, Estonya, aynı zamanda uzun zamandan beri Avusturya, Almanya ve Rusya'nın işgali altında bulunan Polonya, Besarabya ile Bukovina’da ayrılarak kendi devletlerini kurmuş, Besarabya ile Bukovina ise kendi dillerini konuşan Romanya ile birleşmişti. Bu devletler, İngiliz, Fransız ve Amerikalıların himayesine girmiş olduklarından, Lenin, Çar generallerinin başlattığı iç savaşı kazandıktan ve Çar taraftarlarının memleket dışına attıktan sonra, Çarlık Rusya'sından ayrılmış ve müstakil devlet kurmuş olan eski sömürgelerini yeniden işgâl sevdasına düştü. Fakat Baltık memleketleri, Polonya ve Romanya Batılıların himayesine girmiş olduklarından Lenin buralarını yeniden istila edemeyeceğini bildiğinden, yüzünü Doğu'ya, Türkistan ile Kafkasya'ya, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'a doğru çevirdi. Ve çok kısa zaman içinde 1920 senesinde Türk illeriyle birlikte Kafkasya'yı, Ermenistan ve Gürcistan'ı istila etti. İstila sırasında Türk illerinden, Kafkasya ve Azerbaycan'dan millî hükümetlerinde görev yapmış olanlar memleket dışına kaçtılar. Türkistan, Kırım, Kazan, Başkurdistan Azerbaycan'dan memleket dışına çıkmak mecburiyetinde olanlar Türkiye'ye gelerek yerleştiler. Daha sonra bunlardan büyük bir çoğunluğu Avrupa'ya giderek Polonya, Baltık devletleri, Almanya ve Fransa'ya yerleştiler ve bu memleketlerin devlet adamları tarafından himaye edildiler. Hatta Polonya devlet başkanlığını eline almış olan Piłsudski kendisiyle birlikte Çarlık idaresine karşı mücadele vermiş olan bu Kafkasyalı ve Azerbaycanlıları özel himayesine aldı. Asker kökenli olanları yeni kurulan Polonya ordusuna alarak onların askerlik bilgilerinden faydalanmasını sağladı. Almanlarla, Rusya'nın, Polonya'ya karşı açtıkları savaşta Polonya ordusunda bulunan bu eski Azerbaycanlı Türk subayları da cesaretle savaştılar. Alman esaretine düştüler ve bunlar da Azerbaycan Millî Komitesi, özellikle Fetelibeyli tarafından esaretten kurtardılar. Fakat Azerbaycanlı liderlerden Mehmet Emin Resûlzade ve etrafındaki eski Azerbaycan devlet adamlarından kimse ne Almanların işbirliğine girdiler, nede kurulmuş olan Milli Komiteye herhangi bir tecrübe yardımında bulundular. Bilindiği üzere rahmetli Mehmet Emin bey, İttihat Terakki iktidarın yardımıyla Azerbaycan'ın Türk ordusu tarafından kurtarılması, arkasınca kurulan bağımsız Azerbaycan Cumhuriyetinin önce Meclis Başkanı, daha sonrada Devlet başkanı olarak bu makamda iki sene görev yapmıştı. Azerbaycan Cumhuriyetini Avrupa devletlerine tanıtmıştı. Hattâ Azerbaycan'da Türkiye sefiri olan Memduh Şevket Esendal ve diğer hariciye mensuplarından devlet adamlığı, yabancı devletlerle kurulacak ilişkilerin nasıl olacağı hakkında faydalı bilgiler almışlardı. İki sene müstakil Azerbaycan Cumhuriyetinin başkanı olmak olmak, Azerbaycan'ı tanıtmak küçümsenecek bir durum değildi. Hele uzun yıllar Türkiye'de ve Avrupa'da bulunmak, bulundukları memleketlerde eski devlet başkanı olarak tanıtmak ve takdir görmek Azerbaycan için büyük bir gururdu. Fakat 2. Dünya harbi sırasında Rus ordusuna alınarak, Almanlara iltica eden veya esir düşen biz yüksek münevverlerin Fetelibeyli de dahil hiçbirimizde devlet tecrübesi yoktu. Bizler yüksek tahsilliydik, fakat devlet idaresi nedir, nasıl savunulur ve yabancılarla nasıl konuşulur, yabancılar karşısında vatan menfaati nasıl savunulur bunları bilmiyorduk. Bunu takdir ederek bizim bu eski devlet adamlarımız gelerek bizleri yetiştirmeliydiler. Bizlere öğretmenlik yapmalıydılar. Maalesef bunu hiçbiri yapmadılar. Hatta o kritik yıllarda Polonya'da ve sonrada Avusturya'da bulunan Mehmed Emin Rasulzade, bizzat Fetelibeyli tarafından davet edildi. Geliniz bizim Komite Başkanlığını ben size devredeyim ve eski Devlet başkanımız olarak bizleri Almanların ve diğer devletlerin karşısında temsil ediniz dediği halde rahmetli Resulzade'nin verdiği cevap şu oldu: "- Ben eski devlet başkanı olarak Alman idaresindeki bir komitenin başkanı olarak kendimi küçültemem". Fakat bu hataydı, Hollanda, Belçika, Danimarka, Norveç aynı zamanda Polonya işgal edildiği zaman buralarının kralları, Cumhur Başkanları, Başbakanları İngiltere'ye sığınmış, orada kurdukları komitelerle Almanlardan kaçmış olan vatandaşlarını himaye ettirmiş ve vatanlarının da Almanlar'a karşı direnmesini sağlamışlardı. Londra'da yayınlanan Hollanda, Norveç, Polonya ve Danimarka, öylece Fransa işgalinden sonra Fransızca gazeteler radyo yayınları, İngiltere'de kurulan o devletlerin devlet adamları tarafından İngiltere'nin yardımıyla sağlanmıştı. Fakat maalesef bizim güvendiğimiz ve kendi tecrübelerine ihtiyaç duyduğumuz sabık liderlerimizden hiçbirisi bizi yetiştirmek istemediler. Bu çok acı bir durumdu. Fakat Azerbaycan eski devlet adamlarının bu bahanelerine karşılık Gürcistan'ın, Ermenistan'ın ve Kuzey Kafkasya'nın eski devlet adamları dünyanın her tarafından Berlin'e gelerek kurdurdukları milli komite ile esaretten gelenleri himayeleri altına alarak yetiştirmişlerdi. Daha sonraları Türkiye geldikten sonra konuştuğum eski muhacirlerden bazıları şunu söyledilerdi: – Siz komünist okullarında okumuş yüksek münevver olmuştunuz. Mehmet Emin bey komünistliğe karşı savaşmış bir devlet adamıydı. Bu vasfın sahibi bir zat sizlerle işbirliği yapamazdı". Uzun yıllar memleket içinde Rusluğu ve onun hizmetinde bulunan komünist rejime karşı savaşmış insanlar olarak bu açıklamayla hayal kırıklığına uğradık. Milli duygumuz sebebiyle komünist rejim biz yüksek münevverleri imha kamplarında yok ederken ve onbinlerin üzerinde Azerbaycanlı, Kırımlı, Kazanlı, Türkistanlı münevverler imha edilmişken, hatta milli duyguları sebebiyle Kuzey Kafkasya ve Kırım Türkleri toptan soy kırıma tabi tutulmuşken, bizim eski muhaceret çok ihtimal eski devlet tecrübesi olanlar da bizleri komünist olarak görüyorlardı. Komünist rejimi görmeden, onun yaptığı baskı ve mezalimi yaşamadan ona havadan değer vermek ve o rejimin altında cehennemi yaşadıktan dolayı ondan kurtulmak için gönüllü ordular kurarak Kremlin'e, Rusluğun Türkleri din, dil ve geleneklerinden kolay ayırmak için kullandığı komünistliğe karşı öz vatanlarında direnmiş olan harp içinde üç sene Kızılordu ve Ruslarla savaşarak başka milletlere kolay kolay övgü yapmayan, Alman milletinin, Alman kurmaylarının, hatta Hitlerci siyasilerin bile takdirini kazanmış olan, kurdukları milli komitelerle vatanlarının istiklâlini, Hitler Nazi hükümetine kabul ettiren mücahitlere ve onların önderliğini yapmış olan kişilere öz hemşerilerinin komünist ithamında bulunması çok acıydı. Fakat hakikat tam aksi bir durumdan ibaretti. 1920'den sonraki muhacirler aslında, makamları, servetleri ellerinden alındığı için memleket dışına kaçmışlardı. Fakat 1941-1945 yılları arasındaki mücahit muhacirler ise komünist cehennemin bütün mezalimini yaşayarak ondan tiksinmiş ve ona karşı mücadele vermiş ve harp içinde de kanını akıtarak o rejimi ve Rus hakimiyetini yıkmak için savaşmış insanlardı. Bunun en açık örneğini daha sonraki yıllarda Rus idaresine düşmeden önce komünistliğe can atan Polonyalı, Macar, Romen, Alman, Baltıklılar ve hatta Bulgarların komünist istilası altına düştükten sonra komünistlikten nasıl tiksindiklerini, ondan kurtulmak için nasıl mücadele verdiklerini ve Kızılordu'nun Macaristan, Polonya, Çekoslovakya'daki komünistlikten kurtulmak için ayaklananları nasıl çiğnediğini, milyonları Sibirya kamplarında yok ettiğinde görmek mümkündü. Evet komünist rejimi görmemişler o rejimin altında yaşamamış olanlar ona karşı sevgi içinde bulundukları halde, Komünizmin baskıları altında yaşamış olanların da ondan kurtulmak istediğini ve bunun için de açık mücadeleye başladıklarını anlamak ve değerlendirmek gerekiyordu. Maalesef bizim eski muhacerettekilerde bu duygu ve takdir yoktu. Yıllar sonra özümüzden olanların bize verdikleri değeri bizzat kendilerinden işitmek, rahmetli Fetelibeyli'nin davetine rağmen yine rahmetli Mehmet Emin Resulzade ile birlikte çevresindekilerin neden bizlerin önderliğimizi almadıklarını anlamış bulunuyordum. İki sene önce Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşmuş olan Türk asıllı cumhuriyetlerin Türklük duygusunun kuvvetliliğinin yanında komünistliğe karşı da nefretlerinin kaynağı, o cehennemi hayatı gördüklerine dayanıyor. Bunun için de harp sonrası muhacerete yanlış değer verenlere şunu söyledimdi: Karabulut sarmadıkça semayı İnsan bilmez güneşteki sefayı. Biz o karabulutları gördük ve Rus ve komünistliğe şuurlu düşman olduk, karşılığını verdim. İtalya'daki Türk mültecilerin açık kamplardan kapalı veya esir kamplarına kapatılmalarının sebepleri Amerikalı ve İngilizlerin Tahran, Yalta ve Potsdam anlaşmalarına sadakat göstererek milyonlarca talihsizi Ruslara teslim ettikten sonra, bu felaket yolculuğundan kurtulmuş olanlar veyahut İtalyan, Avusturya ve Alman ailelerinin himayesi, aynı zamanda bir çok Alman subayının cephe arkadaşlığı sebebiyle gösterdikleri yardım sebebiyle kurtulmuş olanların 1946-1947 yılları arasında Ruslara teslim edilmelerinin sebebi hepsinin Rusya veya Sovyetler Birliğiyle yakından uzaktan herhangi bir ilgilerinin olmadığı, kendilerinin Türkiye'den tahsile veya ticaret için Avrupa'ya geldiklerini söylemiş olmaları, yollar kapandığından memleketlerine dönemedikleri, hava bombardımanları sebebiyle de eşyalarıyla birlikte pasaport ve kimliklerinin de yandığını söylemiş olmalarıydı. Göçmen kamplarında ve esir kamplarında daha öncede yazıldığı gibi Rus casuslarının cirit attığını bildiklerinden de birbirleriyle veya diğer milletlerden olanlarla Rusça konuşmamaları, Amerikalı ve İngiliz kamp idarecilerini söylenenlerin doğru olabileceği ihtimali karşısında bırakmıştı. Bunlarla yapılan soruşturmalarda da hepsi Türkiye'de yakınları bulunduğunu ve akla hayale gelmeyecek şekilde Türkiye içinde adres vermeleri olmuştu. Kamp kumandanları veyahut mülteci kamplarının UNRA teşkilatına bağlı yöneticileri göçmenlerden aldıkları adreslerle Türkiye'nin İtalya ve Almanya'daki konsolosluklarına yazarak, kamplarımızda bulunan vatandaşlarınızın durumuyla ilgilenmenizi ve vatanlarına gönderilmeleri için gereken muamelenin yapılması diye yazılar gönderiyorlardı. Fakat konsolosluklardan gereken olumlu bir cevap alamıyorlardı. Hatta konsolosluklar kamp kumandanlıklarından aldıkları listelerdeki adreslerle Türkiye'ye yazdıkları yazılara bir müddet sonra Türkiye'den gelen cevaplarda bu mültecilerin gösterdikleri adreslerde hiçbir yakınları bulunmadığını, hatta bu şahısların kimse tarafından tanınmadığını, Konsoloslukların mülteci kamp kumandanlıklarına bu şahısların Türkiyeli olmadıklarını, bildirmeleri, mülteci kamplarının idarecilerini başka türlü tedbir almaya zorlamıştı. Öte yandan da Sovyet istihbarat elemanları durmadan kamp idarecilerini sıkıştırıyor, bunlar Rusya'dan kaçanlar ve Almanlarla işbirliği yaparak Sovyetlere ve müttefikleri Amerikalı ve İngilizlere karşı savaşmış hainlerdir, vermelisiniz diyorlardı. Bu olumsuzlukların sebebiyle ve Türkiye'nin Avrupa'daki sefaret ve konsolosluklarındaki zevatın durumu idare edemedikleri sebebiyle 1946 senesinin kışında özellikle İngilizler göçmen kamplarında bulunan felaketzedeleri açık kamplardan kapalı esir kamplarına toplamak mecburiyetinde kalmışlardı. Almanya'dakiler, Münih yakınlarındaki kamplara toplandığı gibi İtalya mülteci kamplarındakiler ise, Piza kentindeki esir kampına kapatıldılar. İngiliz ve Amerikalılar bunlar hakkında ne karar vereceklerini bilmiyorlardı. Rusların ısrarı üzerine Piza esir kampında bulunanlar yeniden siyasi bir soruşturmaya tabi tutuldular. Hatta soruşturmayı yürüten heyetin içinde Ruslardan da bulunduğu görülüyordu. Türk asıllı bu talihsizlerin tercümanlığını yapanlar ise yine Ermeni asıllı kimselerdi. Türkiye'ye geldikten sonra konuştuğum arkadaşların anlattıklarına göre soruşturma sırasında İstiklâl Marşını da soruyorlarmış. Madem Türk'sünüz, Türk şairlerini, Türk halk türkülerini ve özellikle İstiklal Marşı'nı bilmeniz gerekiyor diyorlarmış. Piza kampında bulunan lise öğretmeni Celil İskender beyin anlattığına göre, Ermeni tercüman Türkiye'den sürülen Ermenilerden olduğundan, Türkiye Türkçesiyle konuşuyor ve karşısına çıkarılan mültecinin kimliğini hemen tespit ediyor ve komisyondaki Rus temsilcisine Türkiye'den olmadığını bildiriyordu. İkinci durum ise ömürlerinde Türkiye'yi görmemiş ve Türkiye okullarında tahsil yapmamış olan bu insanların, hatta Türkiye'den binlerce kilometre uzaklarda doğmuş, büyümüş olan bu talihsizlerin Türkiye şivesiyle konuşmayacakları tabiiydi. Buna rağmen esir kampında Azerbaycanlı münevverler özel çalışmalara başlamış ve herkese İstiklal Marşı'nı, Ziya Gökalp başta olmakla Türk şairlerini, ediplerini öğretmeye başlamışlardı. Buna rağmen, kısa zamanda binlerce talihsize bunları öğretmek imkânı elbette yoktu. İngiliz ve Amerikalılar, Rus misyonunun baskısına gerekli karşılığı veremediklerinden 1947 senesinin başında, üçyüze yakın Türk mültecisi muhafız birliklerinin tehdidi altında yük vagonlarından oluşan bir trenle İtalya'dan Rusya'ya doğru yola çıkarılmıştı ve Ruslara teslim edilen bu talihsizlerden bir daha haber işitilmemişti. İngilizler, harbin bitiminden iki yıl sonra Rus cehenneminden kurtulmak için kendilerine sığınan bu talihsiz insanları makinalıların tehdidi altında Ruslara teslim etmesi bir çok felaketzedeyi ümitsizliğe düşürdüğünden, kendilerinin teslim edilmelerinden sonra vatanında bırakmış olduğu anne, baba ve yakınlarını da işkenceye tabi tutacaklarını, yerinden, yurdundan alıp süreceklerini, Sibirya toplama kamplarında cehennemi yaşatacaklarını bildiklerinden, onların başına bir felaket gelmemesi için kendi ölümlerini tercih etmişlerdi. Bunlardan biri de Lise öğretmeni Vahap bey adlı Azerbaycanlı bir yüksek münevverdi.
·
375 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.