Gönderi

II. DÜNYA SAVAŞI'NDA TÜRK BASINI Turancılar-Nazi ilişkisi birçoklarının sık sık çiğnedikleri çürük sakızdan öteye geçmemektir. 3 Mayıs kahramanlarının gerçek isimleriyle görüldükleri bir roman bile yazılmıştır. 1931 tarihli Matbuat Kanununun 50. maddesine göre "Memleketin umumi siyasetine dokunacak neşriyattan dolayı" Bakanlar Kurulu kararıyla gazete ve dergiler süresiz olarak kapatılabiliyordu. Aynı maddeye göre kapatılan bir yayın organının sahiplerinin farklı bir isimle yayın yapması da yasaklanmıştı. Savaş önce İttifak ve Mihver devletleri kamuoyu ve Türk hükümetini etkilemek gayesiyle bazı gazetecileri ülkelerine davet etmişlerdir. Hükümet, bu devletlerin ülkeleri ya da etkileri altında bulunan bölgelerin görülmesi amacıyla yaptıkları davetlere, kendi politikasına uygun gazetecileri, günlük harcamalarını karşılamak üzere devlet bütçesinden ayırdığı yolluklarla gönderiyordu.1942'de Alman hükümetinin bir Türk basın heyeti ve Basın Yayın Umum Müdürünü üç haftalık bir gezi için yaptığı davete o sırada askerlik hizmetini yapan Nadir Nadi, özel bir izinle Cumhuriyet adına iştirak etmiştir. Hüseyin Cahit Yalçın, Yunus Nadi, Asım Us, Falih Rıfkı Atay, Necmettin Sadak hem gazeteci, aynı zamanda milletvekili idiler. Nadir Nadi ve Cumhuriyet'in savaş dönemindeki Nazi yanlısı tutumları hep eleştirilmiştir. 1942'de Amerika'nın yaptığı davette hükümet şimdiye kadar yaptığının aksine isim seçimini karşı tarafa bırakmıştır. Müttefik ve Mihver devletlerinin davetleriyle yurtdışına giden, ekseriyeti başyazar olan gazetecilerin ortak tarafları 1944 tutuklamalarında Türkçülük aleyhinde en ağır, tahrikçi ve gerçeklerle alakası olmayan yazıların müellifleri olmalarıdır. Tarafların yazılarından örnekler bir makalede özetlenmiştir. Nazilerin Türkiye'de kendilerine yakın gördüklerine para yardımı yaptıkları, Sovyet ve Alman belgelerine istinaden ileri sürülmüştür. Bu husus birbirlerine hâsım hâle gelen Türkçüler arasındaki risale savaşlarında da söz konusu edilmiş, gerçekle alakasının bulunmadığı anlaşılmıştır. Bu konudaki tartışmalarda çıkardığı dergi için Nazilerden para alan anti-siyonist Cevat Rifat Atilhan'ın örnek gösterilmesi Türkçüleri hiçbir zaman bağlamaz. 5.12.1942 tarihli Alman vesikasına göre Alman Büyükelçisi Von Papen'e Berlin-İstanbul hattında sefer yapan bir trenin gizli bölmesinde 5 milyon altın mark gönderilmiştir. Aytunç Altındal bu paranın Güneydoğu Anadolu'da Almanya'ya bağlı kukla bir Kürt devleti kurulması amacıyla yollandığını belirtiyor. Papen, parayı Türkiye'de yaklaşık 870 kişiye dağıtmıştır. Para alanlar arasında Siyonizme karşı olan Yahudiler de bulunuyor. O tarihte İstanbul'da ve İzmir'de 83.300 Alman ve Alman Yahudi'si yaşıyordu. Bu paradan onların da pay aldıkları muhakkaktır. 1944'te hazırlık soruşturması safhasında 29.5.1944 günü Kamuran Çuhruk ve Kazım Alöç, Togan'a Almanların hizmetinde bulunan Türkistanlı Veli Kayumhan'ı nasıl tanıdığını, ondan para alıp almadığını sormuşlardır. Sorgulayıcılar siyasi muhacirler arasındaki gruplaşmalar, hasımlaşmalar hakkında bilgi sahibi olmadıklarından Togan'a gerçeklerle ilgisi olmayan sorular sormuşlardır. Emniyet genel müdür yardımcısının Almanların Türkiye'de dağıttıkları paranın trafiği hususunda kaba taslak bilgisi olmalıdır. Togan'a Almanlardan aldığı paralar ve aracılar ile dağıttığı kişilerle ilgili yönelttiği soruların gerçeklerle ilişkisi bulunmamaktadır. Veli Kayumhan'ın Togan'la müşterekleri sınırlıdır. Üstadı Çokayoğlu'ndan Togan'a muhalefeti tevarüs etmiş olması muhtemeldir. Kayumhan, Mustafa Çokayoğlu'nun vefatından sonra Almanlarla doğrudan ilişkili, Türkistan Milli Birlik Komitesi'nin başkanı bir Özbek'tir. Çokayoğlu'nun bazı yakınları onun şüpheli ölümünden Kayumhan'ı sorumlu tutmuşlardır. Togan’ın bunları bilmemesi ve onunla sıkıntı doğuracak ilişkilerde bulunması mümkün değildir. Başka bir gün Kamuran Çuhruk Almanlardan, Veli Kayumhan'dan ne kadar para aldığı sorusunu tekrarlayıp sıkıştırmıştır. 27.6.1944 günü Çuhruk, bankalarda ne kadar parası olduğunu, Almanlardan ne kadar para aldığını, Bozkurtçulara ve Atsız'a ne kadar para verdiğini, Almanya'da ne kadar parası olduğunu sormuştur.'28.6.1944'te Alöç ve Çuhruk, Hüsrev Sultanov, Ayaz İshakî, Smindt Dumond ve Veli Kayumhan vasıtasıyla Almanlardan ne kadar para aldığı sorusunu tekrarlamış Togan'ın, Mayıs 1917'de toplanan Moskova Kongresi'ndeki tartışmalardan sonra yıldızının barışmadığı Ayaz İshakî'nin vasıta olduğu mali yardımı kabul etmesi söz konusu olamaz. İshakî, Almanya'nın Promete örgütünü kuran Polonya'yı işgal eden Almanya'ya cephe almış, onlarla savaş süresince irtibatı olmamıştır. Almanlar Anadolu Ajansı'nı ve müttefikler tarafında bulunan birçok basın organını kendi ajansları vasıtasıyla desteklemişlerdir. İstanbul’da çıkan Türkische Post vasıtasıyla propagandalarını yürütmüşlerdir. Alman taraftarı statüleri yüzünden Cumhuriyet ve Tasvir-i Efkar birkaç defa kapatılmıştır. Yunus Nadi’nin çıkardığı Cumhuriyet La Republica eki, Alman yetkililerce 5.000 nüsha satın alınarak bedava dağıtılmıştır. Bu konularda ilmi toplantılarda sunulan bildirilerle, makalelerde Türkçü olarak bilinenlerin isimleri açık olarak zikredilmemiş, mesnetsiz söylentilerle iş geçiştirilmiştir. Tutuklu 23 sanık 7.9.1944 günü İstanbul 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından yargılanmaya başlamış ve savcılık iddianamesi günlük gazetelerde tam metin olarak neşredilmiştir. 135 29.3.1945'te Togan, Atsız, Türkkan, Barıman, Savaş Fer, Türkeş, Sançar, Tevetoğlu, Şenel ve Öcal muhtelif cezalara mahkûm oldular. Askeri Yargıtay Başkanı Ali Fuat Erden, üyeler Tümgeneral Kemal Kalkan, Tümgeneral İsmail Hakkı Berkok yapılan baskılara rağmen tarafsızlıklarını korudular, mahkemenin kararı usul ve esas yönünden bozuldu. Sanıklardan iyi bir hukukçu olan İsmet Tümtürk'ün savunması fevkaladedir. "Davanın Mahiyeti, Sevgili Kazım'ın Üç Yanlışını Düzeltme, İşkence, Yakınlarıyla Görüştürmemek, Ağır ve Şedit İşkenceler, İleri Sürülen Mazeret, Müdafiler Dosyası ve Tetkiki, Şahitler, Yapılan Tahrifler, Geniş Müdafaa Hakkı, İtirazlara Sebep Olan Başlıca Noktalar Şunlardır, Savcı Kazım'ın Hareketleri, Savcı Kazım'ın Son Laubaliliği, Aleniyet, Örfi İdare Komutanının Yakın Alakası, Benim Hukuki Vaziyetim, Türkiye'de Irkçılık Suç Mudur?" ara başlıklarını ihtiva eden savunması önemli bir ibret vesikasıdır. Tümtürk, ırkçılığın suç olmadığını ileri sürerken, ırkçılıkla ne kastettiklerini en açık şekilde ifade ettiklerini; ırkçılık suçtur derken ve Türk hukukunda ve dünya hukukunda şimdiye kadar hiçbir hukuk tarihinin kaydetmediği bir suç nevi ihdas etmeye kalkışırken savcı Kazım'ın hiç olmazsa ırkçılık sözüyle neyi kastettiğini, bunun tarifinin ne olduğunu ve yeni suçun unsurlarının nelerden ibaret bulunduğunu tarif etmek zahmetine katlanmasını belirtmiştir. İnönü'nün askerlik arkadaşı olan Erden'e bu sebeple kırıldığı söylenmiştir. 26.10.1945 tarihinde tutukluların hepsi bırakıldı. Dava 26.8.1946'da yeniden başladı. 31.3.1947'de bütün sanıklar beraat etti. Kafatasçılık konusunda Atsız'ın oğlu Yağmur Atsız, Star gazetesindeki köşesinde hiciv yüklü şu cevabı vermiştir: "Kafaları ölçerdi, ama-evet, kafaları ölçerdi ama Dr. Rıza Nur'dan ona miras kalan bir havsala aleti vardı, aletin asıl işlevi, pergele benzeyen, doğum yapacak kadınların leğen kemiklerini ölçmekti. Nihal Atsız, Türk olup olmadıklarından kuşku duyanların kafatasını bu aletle ölçer, bilirkişi raporu bile yazardı. Atsız'ın değişik bir mizah anlayışı vardı, kan tahlili, ırk tespiti gibi saçmalıklara metelik vermezdi." 1944'te tutuklananların maddi ve manevi yönden büyük sıkıntı çektikleri muhakkaktır. Onların milletini sevmekten başka bir düşünceleri olmamıştır. Davanın soruşturma safhasında bazı tutuklulara işkence edildiği bilinmektedir. Bu şahıslar tabutluk tabir edilen dar hücrelerde ayakta, kuvvetli ışık veren 1500 mumluk ampul altında tutulmuşlardır. Dönemin Dahiliye Bakanı Hilmi Uran hatıralarında bu iddiaları yalanlamaktadır. Türkkan, hatıralarında bu husustaki görüşleri açıklamak için "Allah'ın Adaleti" başlıklı ayrı bir fasıl açmış, muarızlarını “kötü ve kötümsü tipler" nitelendirmesi içinde değerlendirmiştir. İşkencelerle ilgili olarak Hikmet Tanyu'nun fazla bilinmeyen küçük risalesinde önemli bilgiler bulunuyor. Tanyu, Hasan Âli Yücel'in Kenan Öner'i dava etmesi üzerine 31.5.1947 tarihinde tanık olarak verdiği ifadesinde işkencelerle ilgili olarak geniş açıklamalarda bulunmuştur. İşkence ağır hapsi gerektiren bir suç olduğundan zaman aşımı beş yıldı. Tanyu'nun ifadesinin gazetelerde çıkması ve memur olması üzerine bir müfettiş tahkikata başlamıştır. Tanyu, müşteki olarak müfettişe verdiği ifadesinde ilgililer hakkında şahitleri, delilleri mahkemede zikredeceğini belirtmiş, bir nevi güvensizlik beyan etmiştir. Müfettiş raporu takipsizlik kararı ile Danıştay'a gönderilmiştir. Tanyu, Danıştay'ın gönderdiği men-i muhakeme kararına; karara dayanak olan noktalar aleyhinde deliller serdederek itirazda bulunmuştur. İşkence iddialarının mesul şahısları Emniyet Müdürü Ahmet Demir, 1. Şube Müdürü Sait Koçak, Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Kamuran Çuhruk CHP yönetimi tarafından hadiseden sonraki yıllar içinde taltif edilerek valilik görevlerine tayin edilmişlerdir. Tanyu'nun itirazının Danıştay Genel Kurulu'nda kabul edilmesi üzerine sanık üç vali, bir polis, daha sonra 1 numaralı Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Başkanı General ve iki albay ile savcı Yüzbaşı Kazım Alöç ve Sıkıyönetim Komutanı Sabit Noyan Kocaeli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edildiler. Mahkemenin yetkisizlik beyan etmesi üzerine uyuşmazlık mahkemesi dosyaya Danıştay'ın bakmasını kararlaştırmıştır. Otuza yakın tanık dinlenmiş, deliller toplanmış ve yine men-i muhakeme kararı verilmiştir. Tanyu'nun itirazı üzerine Danıştay Genel Kurulu dosyayı inceleyerek davanın Yargıtay'da bakılmasına karar vermiştir. Bu davaların başladığı tarihte sanıklardan Kamuran Çuhruh merkez, Sait Koçak Malatya, Ahmet Demir Denizli valisi idiler. Demokrat Parti, 14.5.1950 seçimlerini kazanmasından sonra genel af hazırlığına başladığında bundan istifade etmeye çalışan sanıklar dostlarını araya sokmaya çalıştılar. Genel af kanununun görüşülmesi sırasında çoğunluğun bulunmadığı bir gece celsesinde yıldırım hızıyla bu suçlar af kapsamına dahil edildi. Tanyu, sanıkların genel af kapsamına dahil edilmemesini temin için yukarıda söz konusu edilen risaleyi bastırarak milletvekillerinin bazılarına dağıtılmasını sağlamış, durumu bakan Samet Ağaoğlu’na anlatmıştı. Bu gayretler netice vermedi. 1944 hadiselerinde tutuklu bulunan sanıklardan Said Bilgiç'in içinde bulunduğu DP işkence sanıklarını affetmekte beis görmedi. Halbuki muhalefette bulunduğu yıllarda CHP'nin baskıcı davranışına örnek olarak 1944 hadisesi sık sık dile getirilmiş, propaganda malzemesi olarak kullanılmıştı. Cezalandırma hususunda kararlı iseler, adı geçen suçluların af kapsamına alınmaları için yoğun bir kulis faaliyeti yürütmüş olmaları kalıyor. 1944 Milliyetçik Olayı'nın yargılama safhasında önde görünen isimlerden savcı Alöç ile Yücel arasındaki ilişkiler dikkat çekicidir. Yücel-Alöç ilişkisi normal siyasi-bürokrat münasebetinden farklı gelişmiştir. O yıllarda Türkiye'de orta dereceli okul sayısının sınırlı olması sebebiyle öğretmenlerin tayinlerinde eş durumları mazeret olarak dikkate alınmıyordu. Dönemle ilgili birçok hatıratta eşlerin aynı şehirlerde görev yapabilmek, bir arada olabilmek için sarf ettikleri gayretlerin, çektikleri sıkıntıların izleri görülür. Yücel'in mevzuatı bir kenara iterek bürokratik bir rüşvet olarak Alöç'ün eşini İstanbul'da bulunan kız okullarından birine tayin edilmesini sağladığı sonradan ortaya çıkmıştır. Togan'ın, uzun bir aradan sonra öğretmenliğe başlayan eşi Nazmiye Hanım eş durumu dikkate alınmadığı için önce Siirt'in bir ilçesine, daha sonra İstanbul'a yaklaşmasını temin etmek üzere Kayseri'nin bir ilçesine tayin edilmiştir. Oradan Konya Ereğlisi'ne nakledilmiş, yabancı dil bildiği için Tevfik İleri'nin Milli Eğitim Bakanlığı döneminde İstanbul'da toplanan Dünya Müsteşrikler Kongresi sekretaryasında geçici olarak görevlendirilmek suretiyle İstanbul'a gelebilmiştir. Alöç'ün emeklilik döneminde yaptığı neşriyata karşı Alparslan Türkeş, Yeni İstanbul gazetesinde "Türkeş Konuşuyor” başlıklı yazı dizisi ile cevap verdi.Bu yazı dizisi içinde 1944 Olayı'nın içinde bulunan Said Bilgiç, Nihal Atsız, Nurullah Barıman ile Türkçü kalemlerden Galip Erdem, Necdet Kürsad ve Kamil Turan hadise hakkında fikirlerini açıkladılar. Yeni İstanbul'da Nejdet Sançar ile Hikmet Tanyu dizi yazılarında gördüklerini, başlarından geçenleri tafsilatlı olarak yazdılar. Atsız'ın 8.10.1950'den itibaren neşretmeye başladığı Orkun'da "1944'ten Hatıralar" ile "1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası” başlıklı yazı dizilerinin kahramanı Alöç'tür. Kenan Öner, Yeni Sabah'ta 11.2.1947 tarihinde neşrettiği yazı ile komünistleri himaye eden bakanın, Yücel olduğunu açıkladı. Öner, yazısında 1944 hadiseleri ve sanıklara yapılan işkenceleri söz konusu etmişti. Yücel, onu mahkemeye vermiş ve 1944 hadiselerinin hesabı görülmüştür. Kenan Öner'in suçlu olarak yargılandığı dava aslında çok partili siyasi hayatın başlamasından sonra açık toplum uygulamasına geçiş sürecinde Türklük, Türkçülük, milliyetçilik ve terbiye tarihi bakımından önemlidir. Bu dava ile Öner, Türk siyasi tarihinde önemli ve unutulmaması gereken isimler arasına girmiştir. Öner, davada 1944 yargılamalarında sanık olan isimleri tanık olarak göstermişti. Duruşmadaki tafsilatlı savunmasına Atsız'ın Başbakan Saraçoğlu'na hitaben neşrettiği açık mektupları da aynen alarak çatıyı Milli Eğitim Bakanlığı'ndaki solcu bilinenlerin himaye edilmeleri hususundaki iddialar çerçevesine oturtmuştur. Bu çerçeve içinde Yücel'in bakanlık döneminin en önemli icraatlarından biri olan Köy Enstitüleri uygulamasında basına yansıyan bütün olumsuzlukları savunmasında dile getirmiştir. Duruşmada Öner'in savunma tanıklarından olan Orhan Şaik Gökyay; “hapishanede bulunan Nazım Hikmet'in Yücel'in himayesinde olduğunu, Çankırı Hapishanesi'nde yatarken kendisine konservatuvarın opera tercümelerini yaptırdığını" ifade etmiştir. Yücel lehine ifade veren Hasan Ferit Alnar, Toska operasının librettosunun Türkçeye çevirenin o sırada cezaevinde bulunan Nazım Hikmet olduğu görüşündedir. Alnar, Nazım'ın akrabası olan Ali Fuat Cebesoy'u, Yücel'i ve Fethi Okyar'ı haberdar edip gerekli izin alınarak bu tercüme yaptırılır. Öner'i dava eden Yücel'in avukatı Bülent Nuri Esen mahkemedeki savunmasında bu konuda sorumluluğu almamış, “hadise ile Yücel'in ne ilgisi ve ne ilişiği olabilir?" demiştir. Nazım Hikmet'in hapishaneden yakın dostu Vala Nurettin'e yazdığı bir mektupta Tolstoy'un Harp ve Sulh isimli romanını Ankaralı bir zat ile birlikte Maarif Vekaleti hesabına tercüme ettiklerini belirtmiştir. Birlikte roman tercüme ettiği şahsın adını mektubun okunabileceği endişesiyle açıklamaktan kaçınmıştır. Bu şahıs daha sonra 1951 TKP tevkifatında tutuklanan Zeki Baştımar'dır. Tercüme faaliyetinin sürdürüldüğü tarihte Başbakanlık kitaplığında memur olarak görevlidir. Tercüme Nazım Hikmet'in mahkumiyeti sebebiyle sadece Zeki Baştımar'ın ismiyle Milli Eğitim Bakanlığı yayınları klasikler serisinde basılmıştır. Baştımar, emniyet tarafından eski faaliyetleri sebebiyle takip altında iken tercüme çalışmaları için sık sık Bursa Hapishanesi'ne gidip gelmiştir. O tarihte Bakanlık Tercüme Bürosu'nda çalışan Odesa doğumlu Rusça bilen Musevi Erol Güney, "Bu yapıtta Zeki Baştımar'ın imzası vardı; ama hepimiz biliyorduk ki bu romanın çevirisinin bir kısmını o sırada Bursa Hapishanesi'nde yatan Nazım Hikmet yapıyordu. Ben çeviriyi sadakat bakımından kontrol ediyordum. Rusça kısmı hayli hatasız çevrilmişti, ama metinde bol bulunan Fransızca konuşmalarda yapılan çeviri hatalarından kim sorumluydu? Zeki Baştımar mı yoksa Nazım Hikmet mi? Bunu hâlâ öğrenemedim” diyerek devlet kesesinden dost gönendirmenin ölçüsünü ve kalitesini belirtmiştir. 1
Hikmet Tanyu, Türkçülük Davası ve Türkiye'de İşkenceler, Kayseri 1950, s. 13-14, Ankara Altınışık Yayınları, Nu:8.
·
640 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.