Gönderi

285 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
6 günde okudu
Bu adam bi harika dostum...
Değerlendirmeye çalışacağım ‘Macarlar - Kökler ve Türkler’ kitabının yazarı, Ege Üniversitesi öğretim üyesi, Türk bilim ve kültür hayatına çok büyük hizmetlerde bulunmuş ve Allah’ın izniyle daha da bulunacak olan Prof. Dr. Osman Karatay, muazzam Türk tarihi projesi olan ve merhum Halil İNALCIK Hoca’nın da kitaplığında en erişilebilir yerde bulunan (ki kendisi de Yayın Kurulu Başkanı idi) ‘Türkler’i yöneterek “ortalığa Türklük dehşetini saçmış”, 37 ciltlik dev Türk tarihinin ortaya çıkışında en büyük pay sahiplerinden biri olmuştur. Türk Dünyasına Hizmet Ödülü sahibi de olan Hocamız, yüz ellinin üzerinde makale ve bildirisinin yanı sıra birçok kitaba da imza atmış bulunmaktadır. Bu kitaba giden süreçte, Karatay Hoca, bu ve benzeri konuda birçok makale yazmış, isim ve dil incelemeleri yapmış, özellikle “Türklerin Kökeni”, “İlk Oğuzlar”, “Bulgarlar-Yitik Bir Türk Kavmi” vd. kitaplarını yazmış ve bu sayede ister istemez Macarların da kökenlerine inmiş; önsözde belirttiği gibi bu kitap önceki çalışmalarının temelinde çoktan oluşmuş ve editör Ayşegül Büşra Paksoy’un ısrarlı tavrı sayesinde de kitaplaşmıştır. Kitabının bir tarih kitabı olmadığını, alışıldık siyasi tarih metinleri yazmayı sevmediğini, eskiden beri Macar-Türk birlikteliği konusunda okumalar yaptığını ve bunun öncesinde, Macarların uluslararası ismi olan ‘Hungar’da Hun isminin saklı olduğunu zannettiğini de belirten ve nacizane gereksiz alçak gönüllülük yaptığını değerlendirdiğim Hoca; Bulgarlar ve Hazarlar gibi esas çalışma alanlarında çırpınıp dururken, her kademede ve her anda Macar gerçeğiyle karşılaştığını ve muhakkak ki buna kayıtsız kalamadığını itiraf eder. ‘Kısa Bir Eski Macar Tarihi’ bölümü ile kitabına giriş yapan Hoca; “Doğudan Avrupa’ya gelen çok sayıda topluluk içinde -bazı küçük Türk toplulukları hariç tutulursa- kimlikleriyle günümüze ulaşan tek halk Macarlardır.”(S.17) girişi ile okuyucunun dikkatini daha ilk paragrafta celbeder. Macarcanın, en fazla ortak kelimeyi paylaştığı dilin Türkçe olduğunu da belirterek çalışmasında ‘Dil’ unsurunun da belirleyici olacağını vurgulamış olur. Macarlığın Don nehri boylarındaki bir etnik oluşum sürecinin ürünü olduğunu ve Oğurları merkeze almadan bu sürecin anlaşılamayacağını belirterek bilgi bombardımanına başlar: göçler, mücadeleler, Karpat havzasına yerleşim, Endülüs diyarına kadar Avrupa’nın dört bir yanına yapılan akınlar, uslanma dönemi, yerleşiklik ve Hristiyanlığa geçiş… Ne yani, Macarlar 10. Yüzyıl sonunda artık Avrupalı mı oldular? diye aklından geçirenler için Hoca şöyle cevap verir: “Batılı diğer halklar onları hiçbir zaman kendileriyle aynı türden görmediler; öte yandan, Macarlar da doğulu köklerini hiçbir zaman unutmadılar. Medeniyet değiştirmeleri diğer Türk toplulukları gibi milli kimliklerini terk etmeleri anlamına gelmedi.”(S.38). ‘Onoğur Bağlantısı’ bölümünde Oğurların Avrupa’ya gelişi ve Ak/Sarı Oğurların faaliyetlerine değinir. Hele Galiçya’da yerleşik Hırvatlara değinirken yedi kardeşten söz eder ve bu kardeşlerin isimlerinin ancak Türkçe ile açıklanabildiği bilgisini verir ki okuyucunun biraz daha odaklanmasını sağlamış olur, en azından kendi adıma öyle oldu diyebilirim. Zaten çalışmalarında dillerin çok önemli yer tuttuğunu görmeye devam edeceğiz. Ak oğurların tarihine de kısaca değindikten sonra Kara/On Oğur Birliği kısmında, önsözde de belirttiği o bilgiyi netleştirir: “Macarların diğer ismi olan Hungar’ın Onoğur’dan geldiğini söylememiz yeterlidir.”(S.58). Bulgar hakimiyeti dönemini de anlatan Hoca, Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinden Orta Avrupa’ya durmaksızın akan göçlerden, etki ve sonuçlarından bahseder. Günümüzde dört önemli Balkan ulusunun köklerinin etnik ve siyasi açıdan Oğur ve Bulgar Türklerine gittiğini de bu bapta öğrenmiş oluruz. Çıkarımları, önermeleri etkileyici ve kendinden emindir: “İsimsiz kitleler kendilerini yöneten devlet/milletin ismiyle anılmaya başlamışlardır.”(S.66). Aynı zamanda Macar ön tarihini çalışan tarihçileri de eleştirmekten kendini alamaz. Türk kelimesinin onlarca kavme ilişkin birleştirici bir çatı kavramı olması, herkesi Türk yapmak gibi bir saplantının sonucu olmayıp artık bugün tarihi bir gerçeklik halini almıştır. İşbu hususu, konuya ilgisiz okuyucunun anlayamaması normaldir, ancak çok büyük âlimlerin de Türklerin kökenini araştırırken rehberlerinin ‘Türk’ kelimesi olmasını ve izlenmiş yöntemlerin pek çok kusur barındırdığını eleştirirken yeni yöntem önerileri de yapar Hoca. Aynı zamanda can alıcı sorular da sorar: “Tuhaf olan şey eski kaynaklarda sadece Macarların göçünün zamanında kaydedilmemiş oluşudur. İdil’i geçen hemen her fert kaydedilmiş, ama Macarları kimse fark etmemiştir. Böyle bir imkânsızın başarılmasında suç kimdedir?”(S.70). ‘Başkurt Bağlantısı’ bölümüne başlarken, sayısız ve karışık kaynaktaki bilgilerin bilim adamının önüne nasıl zorluklar çıkardığını gözler önüne serer. Başkurt denen Macarlardan bahseder. Nasıl yani, şimdi de Başkurt mu oldular? diyenler için Hoca doğuda Başkurt diyarına ‘Büyük Macaristan’ adı verildiğini detaylarıyla anlatır. Müslüman, müellifi belirsiz veya Avrupalı kaynaklardan anlatımlar yaparak konuyu açar. Soydaşlarını bulmak için doğudaki Büyük Macaristan’ı keşfe giden Julianus adlı Macar rahibin seyahati ilginçtir. Yapılan çapraz kaynak değerlendirmelerinden sonra “Bir yanlışlık mı var?” diye sorar, yanıtları ararken yepyeni sorularla adetâ kendine yeni ufuklar açar ve konuyu çözüme kavuşturmaya çalışır: “Eski kaynaklara cehalet atfetmek önümüzdeki sorunları çözmüyor. Kuşkusuz pek çok hatalı bilgi vardır, ama birbirinden ilgisiz geleneklerden beslenmiş kaynaklar aynı şeye işaret ediyorsa, dikkat kesilmemiz ve mantıklı bir çözüm aramamız gerekiyor. Bu bağlamda, Macarlara Başkurt denmesi boşuna değil ve ciddi bir sebebe dayanıyor. Ne Macar ne de Başkurtlara Bulgar denmemesi de bu sorunun çözümünde aslında büyük bir ipucu sağlıyor.”(S.104). Kitabın en sürükleyici bölümünün Başkurt bölümü olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. ‘Suvar Bağlantısı’ bölümünde Başkurt yurdunun biraz daha doğusundan yola çıkarak 5. yüzyılda batıya ilerleyen Suvarlardan da bahseder ve ‘Türk Bağlantısı’ bölümüne geçer. Orta Çağ kaynaklarının çoğunda Macarların doğrudan ‘Türk’ diye adlandığını, bazı kaynaklarda bu adlandırmanın ‘cehalet’ ile açıklanamayacak derecede açık olduğundan bahisle evvelden beri meşgul olduğu bu hususu yeniden düşünmeye karar verdiğini belirtir: “Burada eski mütalaaların yanında bazı kaynaklardaki yeni bazı bulgular da değerlendirilerek konu biraz daha geniş ele alınacaktır.”(S.123) diyerek kendine yeni ufuklar açmaya devam eder. Bir haltercinin durmadan ‘10 kg daha ekleyin, 20 kg daha ekleyin’ demesi gibi bir şey bu galiba. Devam edelim. Yeni kaynaklara dalmaya devam eden Hoca, Bizans’a hatta Göktürklere kadar iner. Aramaya ve soru sormaya durmaksızın devam ederken, bu kadar farklı aktarımı okuyucuyu sıkmadan yaptığını ve bunu hoş üslubuna borçlu olduğunu da belirtmek zorundayım. Bugün Macaristan meclis binasında korunan ve muazzam bir öneme ve role sahip olduğunu belirttiği 'kutsal taç'dan bahseder ve buna dayanarak bir çıkarım daha yapar: “Yapısı icabı Papalık ve Bizans'ın Macaristan'a ortak hediyesi olduğuna inanılan tacın alt kısmında "Geovitsas pistos krales Tourkias" (Türklerin sadık kralı Géza-Yabguca-)" yazar; dolayısıyla I. Géza’ya (1074-1077) hitap ettiğine inanılır. Şimdi, Macarların Türk ismini kullanmadığı, bunun Bizans’a ait olduğu söyleniyor ama karşı tarafa gönderilen en büyük diplomatik hediyede o halkın isminin geçmeyişi, tanınmayışı, Bizanslıların verdiği adın bulunması açıklanabilir bir durum değildir. Öbür türlü, bu bir gaftır.“(S.134). Macarlara Türk diyen Müslüman ve Latin kaynakları incelemeye devam eder, Türklerden bir halk veya doğrudan Türk denen bir halk ayrımını netleştirmeye çalışır. ‘Eski Macar Yurtları’ bölümünde Macarların Karpat havzasına gelmeden önceki yurtlarını aramaya koyulur. Akarsuların eski yerleşimlerde nasıl belirleyici olduğunu hatta bazılarına ‘göl’ bile dediğimizi idrak ettiğimiz bu bölümde kaynaklardaki tutarsızlıklara isyan ederken işin içinden nasıl çıkılacağına dair açıklamalar da getirir: “Peçeneklerce yenilip batıya göçmek zorunda kalan Macarlar, Aşağı Tuna’nın kuzeyinde bir yerlerdeyken Bulgar saldırısına uğruyorlar ve ırmaklara göre adlanan bugünkü topraklarına yerleşiyorlar. Hâlbuki adı geçen ırmaklar Macarların Orta Tuna boylarındaki yeni yurtlarını değil, Tuna ile Don arasındaki Karadeniz’e dökülen ırmakları, dolayısıyla bugünkü Ukrayna arazisini anlatıyor. Ukrayna’nın batı ucunda iken yeniliyorlar ve batıya kaçıp Ukrayna’ya yerleşiyorlar. Böyle bir şeye anlam verilemez. Batıdaki Macarlar yenilip yerlerini Peçeneklere bırakırken, Peçenekler Etel ve Közü ırmaklarının aktığı yere yerleşiyorlar. Bu ırmaklar Karadeniz’e akmazlar. Son tahlilde, bu cümleden anlayacağımız, yenilen Macarlar kaçıp şimdiki yurtlarına, Orta Tuna boylarına yerleşiyorlar, Peçenekler ise onların İdil boyundaki yurtlarını alıyorlar. Bu durumda Tuna ile Don arasındaki uçsuz bucaksız arazi sahipsiz mi kalıyor?”(S.152). Bir isyanını daha aktarmadan geçemem sanırım: “Gerçekten rahatsız edici olan şey ise, İslam kaynakları bağıra bağıra Macarları anlatırken, Konstanstinos’ta bağımsız bir kavim olarak Macarların -açıkça- geçmemesidir.”(S.164). İlerleyen sayfalarda dönüp dolaşıp çok eleştirdiği Konstantinos’un verisine muhtaç olacağını da benden duymuş olmayın. Hoca, çapraz kaynak aktarımlarına devam ederken çalışmanın hacmini daha fazla arttırmamak için birçok konuya da temas etmediğini belirtir. Almanya’da yapılan yağmalar, Franklara saldırılar ve Vikinglerin yolunun kapatılması hadiseleri gayet ilgi çekicidir. Bu arada Hocamızdan şimdiye kadar hiç duymadığım muazzam bir fikir gelir: “Bir konuda haber oluşu kadar, olmayışı da bir kaynaktır.”(S.188). Olan ve olmayan kaynakların toplu değerlendirilmesi sayesinde Macarların Karadeniz’in kuzeyindeki sahadan yerleşmeden geçip gittikleri sonucuna varır. ‘Macarca ve Türkçe’ ile ‘Macarca ve Ural Dilleri’ bölümleriyle ‘Dil’ konusunda, amiyane tabiriyle adeta şov yapar. Bir dil içindeki lehçelerin eğer halklar birbirinden ayrılırsa, zaman içinde birbirinden iyice kopacağı ve ayrı diller hâline geleceklerinden bahisle örneklemelerine başlar ve çok kıymetli bilgiler verir: “Son araştırmalar Bulgar/Oğur Türkçesinin eskiden tüm Türklerin konuştuğu dil olduğunu, bizim lehçemizin ondan saptığını göstermiştir. Bu yüzden Moğol ve Macarcadaki Türkçe ile alakalı en eski kelimeler büyük ölçüde Bulgar/Oğur Türkçesine denk gelmektedir.”(S.196). İşin uzmanlarından aktarımlar da yapar: “Clauson’a göre yüzde 20’nin biraz altında olan Moğolcadaki Türkçe kelimeler çıkarıldığında, geriye avcı-toplayıcı, uruk seviyesinde ve köyden büyük olmayan yerleşimlerde yaşayan ilkel bir Tunç çağı toplumunun (Avrasya’da Tunç Çağı MÖ 3000-1000 arasıdır) dili ortaya çıkıyor.”(S.198). Diğer taraftan, dil unsurunun komşu ya da akraba topluluklar arasında nasıl etkileşimlerde bulunduğunu hatta ulaşılamayan geçmişteki dile ilişkin varsayımları anlatır. Birçok dilden örnekler vermeye devam eder: “Bir İngiliz’in 1000 yıl önceki İngilizceyi değil anlaması, İngilizce olduğunu fark etmesi bile çok zordur.”(S.203). Macarca ve Türkçe’nin ortaklıklarını detaylı bir şekilde tablolarla izâh eder. Yine uzmanları eleştirmekten ve yeni sorular sormaktan kendini alamaz: “Karşılaştırma olmadan akraba olup olmadıklarını nasıl anlayacağız? Karşılaştırma yokken akraba olmadıklarını nerden biliyoruz? Bunu yaparsak ne olur? Yasak elmayı yemeden ne olacağını bilemeyiz ki.”(S.215). Temel 100 kelimede Türkçe ile Macarcanın buluşma oranının %35 olduğundan bahisle bin yıl önce bu oranın en az %45, milat sıralarında %70 civarı olması gerektiğini varsayarak MÖ 2. by içinde yani Andronovo çağında bu iki dilin birleşik olduğu sonucuna varır. Öte yandan, Ural Dillerinin Kökenine de gider, Hint-Avrupa ailesine uğrar, Türkçeyi Ural Dilleri ile birlikte değerlendirerek ortak kelimeler ve yapısal özellikler ışığında karşılaştırmalar yapar. Hocamız, yargı dağıtmaya devam eder: “Türkçe bu ölçüte göre Ural dilleriyle Altay dillerinden beş kat daha sıkı bağlara sahip gözüküyor.”(S.241). Macarca-Türkçe-Fince karşılaştırması da gayet detaylı ve açıklayıcıdır. Dil hususunun ne gibi tarihi sonuçlara gidebileceğini görmek de okuyucu için vurucu etki yapacaktır. ‘Sonuç’ kısmında ise üç sayfalık bir toparlama yapar ve son paragrafta, “Macarlar Türk mü değil mi? Yahut Türklerle aynı kaynaktan inen yakın bir akraba topluluğu mu? Avrupa’da dört taraflarındaki yabancı kavimlerin ortasında geçen 11 asırlık ikametlerinin ardından dillerini muhafaza ettiler mi? Dilleri, Türkçeyle bir alışveriş halinde miydi?” gibi birçok soruya cevabını verir. ‘Ön izleme’ olmasın diye aktarmayı uygun bulmadım bağışlayın. Hocanın entelektüel kişiliğine hayran kaldığımı söyleyerek kitabın ana tartışma konularında gayet yeterli ve doyurucu olduğunu belirtmek isterim. Kitabın ana ve alt başlığı, bölüm isimleri ve içindekiler kısmındaki başlıklandırma bile çok yerinde olmuş. Hoca, konulara problematik yaklaşmış, kavramsal olarak örneklendirerek net bir şekilde anlatmaya gayret göstermiş. Nerdeyse bütün kaynaklardan faydalandığını ve müellifi kim olursa olsun eleştirmekten geri durmadığını söylemiştim. Daha önce de belirttiğim gibi Hoca çok ciddi sorular sormaya gayret göstermiş ve şimdiye kadar ortaya atıla gelmiş birçok tezin yetersizliği ve sıkıntılarını eleştirmiş. Peki, öylece bırakmış mı? Tabî ki hayır! Tarih, coğrafya, kazıbilim ve filoloji bilimlerini harmanlamak suretiyle görüşlerini muazzam bir şekilde gerekçelendirerek yeni yöntemler önermiş. Bu görüşlerine ne tür itirazlar yapılabileceği hususu uzmanların işidir. Muhataplarının ihtiyacını gereğinden fazla karşıladığını düşündüğüm kitabın alanına müthiş bir katkı yapacağını ve bu alanda çalışanlara yeni ufuklar açacağını düşünüyorum. Kitabın genel anlatımı da gayet iyi ve neredeyse hatasız. Ötüken’i de tebrik etmeden geçmeyelim iyi ki varlar. Bu arada kitapta ‘Atilla’ sadece beş yerde geçmekte, beklentisi olanlar hayal kırıklığına uğrayabilir. Son olarak, ilgilisine başucu kitabı, meraklısına da çok faydalı olacağı muhakkaktır. Hocanın diğer kitapları ile bir arada okunması yerinde olacaktır. Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin.
Macarlar
MacarlarOsman Karatay · Ötüken Neşriyat · 202023 okunma
·
336 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.