Gönderi

222 syf.
·
Not rated
KUYUCAKLI YUSUF ROMANI ÜZERİNDEN BOZUK TOPLUM TEMASI ÜZERİNE BİR İNCELEME
Kuyucaklı Yusuf 1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede Aydın’ın Nazilli ilçesinde Kuyucaklı köyünde başlayıp Balıkesir’in Edremit kasabasında kötü bir olayla sona ermiştir. Romanın çok geniş konuları vardır ve dönemini eleştirebilen çok cesur bir romandır. Roman Kuyucaklı köyünde bir karı kocanın öldürülmesi ile başlar. Olay erkek kahramanlarından biri olan Yusuf’un gözleri önünde gerçekleştirilmiştir Yusuf son derece soğukkanlı davranır aynı şekilde olay yerine gelen kaymakamın sorularına da aynı soğukkanlılıkla cevap verir. Yusuf’u büyütecek kimse kalmadığı için erkek çocuğu olmayan Kaymakam Yusuf’u oracıkta evlat edinir. Daha sonra Edremit’e yerleşirler. Yusuf buraya adapte olmaya çalışmakla birlikte yaşadığı travmatik olay sayesinde bunaltı içinde büyüyen bir kişiliğe sahip olmaktadır. Yusuf’un çaresiz olması, bireysel kararlar verememesi onun kararsız kişiliğini de oluşturmaktadır. Ayrıca yetişkinliğe adım attığı kasabanın ataerkil yapıda olması da Yusuf’un karakterinin oluşumunu etkileyecektir. Yusuf’un evlatlık olduğu ailede kendinden başkasını düşünmeyen Şahinde, huysuzluğu ile kocasına gün yüzü göstermeyen bir kadın olarak tanıtılır. Salahattin bey ile şahinde arasında ki yaş ve eğitim farkı anlatıcıya göre bu evlilikteki huzursuzluğun en önemli nedenlerindendir. Gençliğini doyasıya yaşadığını düşünen Salahattin Bey artık gençlik zamanlarından nasibini almış, gençliğe dair yapmak istediği ne varsa hemen hepsini yapmış ve biraz hayatının sakinleşmesini, evlilik vaktinin geldiğini düşünerekten şahinde ile evlenir Şahinde’nin çok güzel ve uysal olduğunu sanan Salahattin Bey’in artık şahinde hakkında düşünceleri değişmeye başlar. “Gene pek az zaman içinde tespit etti ki bu güzel kedinin çok sivri tırnakları, bu kuzunun sert boynuzları vardır. Şahinde, Salahattin Bey’den adamcağızın hiç aklına getirmediği bir şeyi, kendisine akran muamelesi etmesini istiyordu. Tabii derhal bir sürü tatsızlıklar, hatta bir hayli acılar baş gösterdi” (Ali, 2017: 13) Buna rağmen Salahattin Bey Şahinde’nin anlayacağını düşündüğü kitapları getirerek kendisini yetiştireceğini düşünür. Bu şekilde ailede sürekli tahammüllü davranma durumu Salahattin beydedir. Bu yüzden Salahattin beyin aile içinde hem eş hem de baba rolü, Şahinde’nin duygusal nöbetleri önüne geçilemez olan çocuksu istekleri karşısında Salahattin Bey yorulur. Salahattin bey şimdiye kadar sürdürdüğü ataerkil cinsiyetçi ve eğlenceli hayatının dışına çıkmak zorunda kalır. Normal şartlarda kadın daha pozitif daha sakin daha anlayışlı olabilmelidir ki erkek kendisinin üstünlüğünü hissedebilmeli. Fakat bu durumda şahinde, Salahattin beyi etkisi altına alarak negatif ve tahammül seviyesi yüksek bir erkek haline getirir ve bu o dönemdeki bir erkek için onur zedeleyici bir durumdur. Bu aile bu şekilde dönemin normal aile gelenekleri dışında kalır halbuki şahinde ilk zamanlar Salahattin Bey için arzulanacak derecede uysaldır. Anlatıcı şahinde ile Salahattin beyin bu evlilikte ki sorunlarını çoğu ailede yaşandığını söyleyerek bu sorunu toplumsal bir konu haline getirir. “Bizim küçük Anadolu şehirlerimizde bu müzmin evlenme hastalığı daima hüküm sürmektedir. En kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu amansız mikroptan yakalarını kurtaramazlar ve kör gibi, önlerine ilk çıkanla evleniverirler. Tabii bu evlenmede herhangi bir müşterek hayattan ziyade, erkek için evde bir kadın bulunması, kız için de münasipçe bir kısmet varken kaçırılmaması düşünülmüştür. Bu izdivaç mikrobu evlendikten sonra faaliyetine başlar. Evvelce birtakım emelleri olan, yükselmek, kendini göstermek, eser vermek isteyen adamlara bir kalenderlik, bir lakaytlık gelir. Evde meram anlatmaya asla imkân olmayan, seviyesi, ahlak telakkisi, dünyayı görüşü ve itiyatları büsbütün ayrı bir mahlukla daimî bir beraberlik insanı dış hayatta da bedbin yapar ve bütün insanlardan şüpheye düşürür.” (Ali. 2017: 12) ” Bu meziyetler arasında yine en bilindik ve önde olanı rakı”. (Ali. 2017: 14) Olarak anlatılır. Bu durumda Salahattin beyin rakı içmesi pek te şaşırılacak bir durum değildir. Aksine bu duruma katlanmak olan Şahindeyi zamanla tecrübesiz tahammülsüz kız durumdan alıp sabırlı eşi için iyi bir kadın konumuna koyar. Oysa şahinde tüm roman boyunca Salahattin beyin ona gösterdiği tüm tahammül ve çaba karşısında yine de Salahattin beyin tüm kusurlarından yaralanmaya çalışır ve en sonunda kızı Muazzez’in ölümüne sebep olur. Bütün bu olanlardan dolayı Şahinde romanımızın kötü karakteri olarak kurgulanmıştır. Yusuf bu farklı iki aile arasında ister istemez kıyaslamalar yapmaya başlar. Kendi ailesinde gördüğü karı koca ilişkisi daha farklıdır. Annesinin babasına karşı hiçbir zaman karşı gelmediğini bilir. Bu şekilde yetişen Yusuf dolayısıyla sürekli …bu çenesi gevşek karıyı ne diye kolundan tutup kapı dışarı etmediğine” (Ali, 2017: 16) Hayret eder. Salahattin Bey’in bu sessiz hallerinde ilerleyen zamanlar da Yusuf’a hatta muazzeze de bulaşacaktır. Salahattin Bey’in Şahinde’nin bu tutumsuz, kötü davranışlarına engel olamaması ileri de hep Yusuf ve muazzeze sorun olarak karşımıza çıkacaktır. Yusuf’un zaten en başından yaralanmış olan iradesi git gide biraz daha kendi içine çekilecektir. Kuyucaklı Yusuf’ta toplumsal ayrışmanın ve adaletsizliklerinin oluşturduğu mağduriyetler yanında karakterlerin yoksullukları, yoksunlukları ve yanlış tercihler nedeniyle hayatlarının birkaç yerinde yaşadıkları üzüntüleri, kırılmaları onları bir noktada çaresiz bırakacaktır. Bu noktada Kuyucaklı Yusuf’un kurgusu sebebiyle mağduriyetler üzerine kurulu olması ve karakterlerinde bunu istiyormuşçasına sessiz bir dil ve geciken tepkileri karşısında tasvir edilmeleri, onların kendi yapıtlarında kendilerini kıstırmaları demek gibidir. Bu karışık duygu ve tepkileri bir arada yaşatan roman okurunu da pek çok toplumsal ve bireysel değişiklikleri bir arada düşünmeye davet eder. Yazar, roman da geçen sosyal çevrenin zeminini hazırlarken aynı zaman da gerçeklikle bağdaştırarak Müslümanların, Rumların ve farklı toplumlarda ki insanların yaşamlarını bu romanında anlatır. Kasabanın zengin topluluğu kasaba halkı üzerinde korku ve baskı oluşturmada haksız kazanç elde etmede hak ve söz sahibidir. Kamu çalışanlarının da bunu görerek sessiz kaldığı hatta zengin topluluklarla zaman geçirdikleri gözlenmektedir. Örneğin bir düğünde, muazzeze âşık olan alinin Şakir tarafından öldürülmesi sonrasında hacı etem beyin şahitlerin gözlerini korkutması bir yana karakol komutanını bile para karşılığı satın alması, Şakir’in serbest bırakılması olayı bunu destekler. Bu ve bunun gibi birçok olayı gözlemleyen halk zengin toplumların kamu çalışanları üzerinde ki baskıyı bildikleri için en ufak bir adalet arayışına girmek istemedi. Romanda toplumsal tabakasına göre sınıflandırılmış, gelirleri oranında kamu tarafından görülür olan halk pek bir varlık gösterememektedir. Roman bu yönden insanın çaresizliğini somut olarak işlemiştir. Romanda kamu çalışanlarının tutumsuz davranışları halkın adalet arayışı içinde olması ve bunun gibi olan durumlar romanın bu temelde oluşmasına yazarın toplumcu gerçekçi tarafı yön verir. Yazarın toplumcu bir düşünceye sahip olduğunu düşünürsek romanında bu şekilde ilerlemesi gayet olağan bir durumdur. Romanın merkezinde görünen toplumsal yapıda zengin eşraflar köylüyü hem maddi hem de ahlaki konuda ezerler. Romanda hemen hemen tüm karakterlerin bir varoluş mücadelesi vardır. Bu noktada gerek kadın gerekse erkek karakterler içinde bireysel çekişmeler olmaktadır. Roman ilerledikçe göreceğiz ki Yusuf üvey kardeşi muazzez ile evlenecektir. Romanımızın kadın kahramanı olan muazzez tüm kasabalıların merkezi haline gelmiştir. Kasabalı normal gelirli insanlar ile kasabanın önde gelen zenginleri olayların bir noktasında kesişiyorlar. Kasabanın önde gelen zenginlerinden fabrikatör Hilmi Bey, onun oğlu olan, yeterince ahlaktan yoksun Şakir Bey ve onu şartlar ne olursa olsun koruyan hacı Etem’in, kurdukları insan ilişkileri bize bunu gösteriyor ve bu da romana psikolojik ilişkiler kazandırıyor. Bu yönüyle Kuyucaklı Yusuf kurulu düzene karşı bir roman olarak kabul edilir. Romanda Muazzez ve Yusuf, aile içerisindeki farlılık ve soğukluklara rağmen birbirlerine destek ve yakın olan iki çocuk olarak anlatılır. Herkese hatta Kaymakam Salâhattin Bey’e bile soğuk davranan Yusuf, sadece küçük Muazzez’e yakın davranır ve ona karşı hislerini belli etmekten çekinmez. Şahinde’den ziyade onunla ilgilenen, ona bakan Yusuf’tur. Çocukluktan itibaren başlayan bu iletişim büyüdüklerinde bir aşka dönüşür. Fakat bu aşk, ikisi tarafından uzun müddet dile getirilemez. Muazzez’in önce Edremit’in zengin eşrafının züppe oğullarından Şakir’e verilmesi söz konusu olur ki bu durum Salâhattin Bey’in kumar oynatılarak borçlandırılması şeklinde ortaya çıkar. Salâhattin Bey, kendisinin Hilmi ile Hacı Etem’in kirli işlerine göz yumması ve kızı Muazzez’in Şakir’e verilmesi için borçlandırıldığını yakın arkadaşı Hulusi Bey vasıtasıyla fark eder. Anlatıcının toplumdaki sınıfsal yapılanmayı ve onlara ait gücü gözler önüne serdiği bu durum şöyle ifade edilir: “Şakir’in kendisine benzeyenlerden ibaret bir partisi vardı. Ne candarma ne hükümet bunlara karışmazdı. Çünkü parayı bolca oynatıyorlardı. Bu grubun ekseriyetini yaşlıca hovardalar teşkil ederdi. Bunlar paralarını şurada burada yiyip bitirdikten sonra, şimdi, bu husustaki şöhret ve tecrübelerinden ve aralarına yeni katılan ve daha ellerinde yiyecek paraları bulunan delikanlıların servetlerinden istifade edip geçiniyorlardı” (Ali, 2017: 33). Salâhattin Bey’in içine düşürüldüğü kumar tuzağı ve bunun sosyal-siyasal eleştirisinin yanında, babanın ev içindeki zedelenmiş dikkat ve iradesinin ev dışına da taşmış olduğunu görüyoruz. Kumar borcu karşılığında istenen Muazzez’in yaşadığı ilk mağduriyet, annesi Şahinde’nin de bu işe en başından gönüllü olması yüzünden başlar. Şahinde, zenginlikleri ve nüfuzları ile bilinen Hilmi Bey’lerin evine yaptığı ziyaretler nedeniyle kızını onlara vererek zengin olma hırsından roman boyunca kurtulamayacak ve kızı Muazzez’in Hilmi Bey’in gelini olmasını isteyecektir. Düşününce o zenginlik hayalleri anlatıcıya göre sadece Şahinde’nin değil birçok ailenin isteyeceği şeylerden birisidir. Böylece anlatıcı bir kez daha Şahinde sayesinde dile getirdiği gerçeği, Anadolu’nun toplumsal yapılanmasıyla ilgili bir sorun olarak okura sunar: “Bunların aileler arasında da çok şiddetli nüfuzları vardı. Hepsi şehrin eski ve itibarlı ailelerinden oldukları için, bugün kibar düşkünü bile olsalar, eski nüfuzlarını devam ettirmek isterler, bunda bir dereceye kadar da muvaffak olurlardı. Çünkü herkesin aklında hâlâ falancanın ablasının düğünündeki azamet, filanca bayramda falancaların yaptığı muazzam eğlence yaşardı. Yaşlıca kadınlar bu düşkün eşraf konaklarından birine gittiler mi, orada eski âlemleri, merhum ağanın hayalini tekrar görür gibi olurlar ve hiçbir şeyin değişmediğini zannederlerdi. Bunların nazarında kızlara bulunacak en iyi ve münasip koca gene bu eşraf züğürdü serseriler, bu müflis ayyaşlardı” (Ali, 2017: 33). Bu zenginlik içinde her şeye sahip olabileceğini sanan kişilere örnek gösterecek olursak bunlar Hilmi Bey, oğlu Şakir ve yakınlarındaki Hacı Etem gösterilir. Kadınlara mecbur kılınan utanç; Şakir tarafından tecavüze uğrayan Kübra’nın mağduriyeti ve bu durum karşısında hem Kübra’nın hem de yanına sığındığı Yusuf’un sessizliği toplumsal adaletsizliği gözler önüne serer. Fakat yaşanılan mağduriyetlerin oluşumuna zemin hazırlayan suskunluğun ve neticesinde oluşan mağlubiyetin en baştan bir kader gibi kabul edildiğini de gösterir gibidir. Anlatıcı burada tekrardan maddi gücün büyüklüğünden bahsetmiştir. Fakat Hilmi Bey gibi bir fabrikatörün iş hayatı, servet edinişi ya da fakir halkın sömürülüşü söz konusu edilmez. Hilmi Bey ailesinin acımasızlığı, ahlaksızlığı ve zenginliğinin yarattığı ayrıcalıktır fark etmemiz gereken. Kübra’nın Hilmi Bey’in konağında annesi ile çalışırken uğradığı tacizler karşısındaki sessiz ve suskun halleri, bu durumu annesinden utandığı için hiçbir zaman dile getirmemesi dikkat çeken bir diğer husustur: “‘Ne yapıyorsun Şakir Bey!’ dedim, yatağın içine çekerek: ‘Şimdi görürsün!’ dedi. Şaşırdım, aklım başımdan gidiyordu. Bir silkindim, kendimi dışarı attım. Şakir Bey yataktan çıkıp doncak arkamdan koştu ama, tutamadı. Bu kılıkta odadan dışarı da çıkamıyordu. Neyse, ben kendimi aşağıya, anamın yanına zor attım. Anam beni nefes nefese görünce sordu: ‘Aman kız, ne bu halin?’ dedi. Ben utancımdan olanı biteni anlatamadım. ‘Koşa koşa indim de ondan!’ dedim” (Ali, 2017: 62). Kübra’nın susması, Şakir’in gün geçtikçe daha çok azıtmasına ve cesaret bulmasına yol açtı. Genç kız, bütün bu yaşadığı kötü durumu maalesef tecavüze uğradıktan sonra anlatır fakat her için geç kalmış olur. Romanda Kübra’nın yaşadığı olay ne Yusuf ne de kaymakam tarafından üzerine gidilen bir mesele olmaz. Anlatıcı tarafından zengin, nüfuz sahibi ve işledikleri suçlar örtbas edildiği için azıtmaktan korkmayan bu insanların, fakir ve çalışmak zorunda olan insanlar üzerindeki ata erlikten öte, yaptığı alçaklıklar açıkça bize gösterilir. Romanda bu adaletsizlikler eşitsizlikler ve kadınların ezilmesi durumuna bir türlü çare bulunamaz sadece anlatıcı tarafından bize gösterilir. Buna bağlı olarak Kaymakam Salâhattin Bey ve Yusuf olaydan haberdar olmalarına rağmen, onlarla karşı karşıya gelecek güç ve kudrette tasvir edilmezler: “Salâhattin Bey, ‘Benim kudretim yeter!’ diyecekti, fakat bunu laf olsun diye söylemek bile elinden gelmedi. Bilhassa, kendisinin ne kadar aciz ve ehemmiyetsiz kaldığını, son günlerin vukuatı açıktan açığa göstermişti. Herhangi bir palavra artık gülünç olmaktan başka bir işe yaramazdı” (Ali, 2017: 61). Kübra’nın annesinin de “Biz ahımızı almayı Allah’a bıraktık. O, bunları iflah etmez inşallah!” (Ali, 2017: 61) Şeklindeki ifadeleri, bir kez daha yaşanan adaletsizliklerin ve oluşturulan mağduriyetlerin sadece okura sunulmakla kalındığını gösterir. Romanda kadın karakterlerinin mağduriyetleri, toplumun cinsiyetçi algılar üzerinden ürettiği normalleştirilmeyle yakından ilişkilidir. Bu yüzden Kübra’nın, uğrayacağı felaketin ilk işaretlerini fark etmesine rağmen, bunu bir utanç olarak algılayarak susmayı tercih etmesi, kendi zamanına göre normal ve olması gereken bir durumdur. Çünkü onlara göre ataerkil toplumlarda erkek yaptığından değil de kadın başına gelenlerden dolayı utanmalıdır. Bu yüzden Kübra bedenine yapılan saldırıyı, bedeninden utanıp kendisini değersiz hissettiği bir durum olarak görüp dile getiremez. Romanda Kübra’nın utanarak sessizleşmesi mağduriyetinin kaçınılmaz olarak ilerleyen zamanlarda mağlubiyete dönüşmesine yol açar. Bu sayede Kübra, toplumsal algının ve kendi cesaretsizliğinin gölgesinde, öncelikle mağdur daha sonra ise mağlup bir kadınlığın temsili olarak kurgudaki yerini alır. Romanda sadece Kübra değil, bir kadın olarak Muazzez de üzerinde bir gölgenin izlerini taşır. Bu, anne Şahinde’nin hırslı ve zengin olma arzusuyla kendi dünyasında başlayıp babanın ev içinden kumar borcuyla ev dışına taşan bunaltılı hallerinin iradesine kadar uzanır. Çünkü Muazzez’in Şakir ile evlendirilme fikri hem Şahinde’nin hevesleri hem de babanın, Hilmi Bey ve Hacı Etem tarafından düşürüldüğü kumar tuzağıyla ilgilidir. Bu sebeple Muazzez gerek Şakir’le evlendirilmek gerekse Yusuf’a beslediği aşk gibi kendisini doğrudan ilgilendiren konularda çoğunlukla sessiz kalmayı tercih arka planda kalır. Bu yönüyle aslında Kübra’dan farksız olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Ayrıca sevdiği adam Yusuf, onu Şakir’e vermemek için Hacı Etem’den babanın imzaladığı senetleri geri almak üzere temin edilen para karşılığında, Şakir’e göre daha iyi olduğu düşünülen Bakkal Ali’ye vermek ister. Bu durum muazzezi fazlasıyla üzer ve Yusuf’a açılmasına sebep olur. Yusuf ve muazzezde bazı tutarsız davranışlar vardır. Fakat Muazzez ve Yusuf ilişkisinin başlangıcında, Muazzez’in Yusuf’a kafa tutarcasına hesap sormaktan kaçınmayan hâllerinde aşk etkili olmakla beraber, ilerleyen kısımlarda dilin iyice sessizleştiğini görüyoruz. Genç kadın kendisine çekilen çizginin ötesine geçmeye dolayısıyla gerçek anlam da hissettiklerini, yaşadıklarını ve istediklerini söylemeye cesaret edemez. Nitekim Muazzez’in Yusuf’a beslediği aşk karşılıksız olmamasına rağmen, bir süre gözyaşı ve karşılıklı suskunluğun arkasında gizli kalır. Aşk ancak Şakir’in bir düğün esnasında Ali’yi vurması ile imkânlı hâle gelir ki kavuşmayı gerçekleştirmek için gösterilen bir çaba henüz söz konusu değildir. Yusuf, önündeki engeller kadersel bir şekilde teker teker kalktıktan sonra da sessizliğini korumaya devam eder. Onun için Muazzez’e “‘Bana gel, ben gerçi seni bir iş uğrunda feda ettim, benim için bu kadar az ehemmiyetin vardı; şimdi bu engel kalktı, başka bir mühim mesele çıkıncaya kadar sana bağlıyım!’” (Ali, 2017: 106) Demek onun için hiç kolay değildir. Ayrıca geçimini sağlayabilecek bir gelirinin olmaması da onu derinden üzen ve susmasına sebep olan bazı şeyler arasındadır: “Hangi sanatı öğrenmişti? Hayatta ne iş tutabilirdi? Senelerce evvel, mektebi bıraktığı sıralarda bir aralık zihninden çıraklığa girmek, kunduracı, terzi, helvacı olmak gibi şeyler geçmişti. Ustaların zulmüne dair dinlediği hikâyeler, şahidi olduğu vakalar onu bu fikirden çabuk vazgeçirdi. Daha sonraları zeytinlik ve harman işleri (zeytinliğin yanındaki iki dönümlük tarlayı üç seneden beri Yusuf ektirip biçtiriyordu) onu oyaladı. Fakat işte bugün koskoca bir delikanlıydı ve bir baltaya sap olmak icap ediyordu. Hangi baltaya?” (Ali, 2017: 106-107). Giderek sessizleşen Yusuf’un hâli, Salâhattin Bey’in gözünden kaçmasa da kaymakam bu değişimin nedenlerini fark edemeyecek kadar hastalanmıştır. Yusuf’un ve Salâhattin Bey’in kendi dertlerine düşüp evle ilgilerinin azaldığı bu dönemde Şahinde, yanına Muazzez’i de alarak Hilmi Beylere gitmeye başlar ve Yusuf’un bu aileden hoşlanmadığını bildikleri için de bunu saklarlar. Muazzez kendisiyle çelişecek şekilde bu ziyaretlerden memnundur. Evde kapanıp bunalmaktansa Yusuf’un dikkatini bu şekilde üzerine çekebileceğini düşünerek oyalanır. Muazzezden, romanda karşılaşabileceği tehlikeleri önceden göremeyecek kadar saf ve masum bir şekilde bahsedilir. Aklından çok duygularıyla hareket etmeyi tercih eden Muazzez, kandırılmaya müsait bir kadın olarak karşımıza çıkar. Bu tabi ki o dönemde tam olarak erkeklerin istediği ideal tiptir. Yusuf ve Muazzez arasındaki ilişkide, çoğu zaman sessiz kimi zaman da askıda ve belirsiz bırakılan sohbetler, her ikisinin üzülmesine ve mutsuz olmasına neden olur. Yusuf, Muazzez’le yaptığı konuşmalarda Muazzezin kendisine ifade etmeye çalıştıklarının önemli olduğunu fark etmesine rağmen, her seferinde oradan uzaklaşarak konuşmayı yarıda bırakır fakat daha sonra kendi kendine düşünmelere başlardı. Örneğin Muazzez’in evde olduğu bir vakit annesiyle niçin gezmeye gitmediğini soran Yusuf, genç kızın “‘Canım istemedi! (…) ‘Ama, belki bir gün canım isteyecek!’” (Ali, 2017: 113) Cevabı karşısında “‘Neyi?’” (Ali, 2017: 113) Diye sormasına rağmen, Muazzez’in omuz silken tavrına sessizce oradan uzaklaşarak cevap verir. Fakat genç kızın bu tavrı üzerine de düşünmekten kendini alıkoyamaz: “Şimdi kelime kelime hatırlayamadığı bir cümle, içeri girmek için başının etrafında dolaşıyordu. Muazzez ne demişti? ‘Belki bir gün canım isteyecek!” mi demişti… Bu kadar kati mi söylemişti? Yoksa: ‘Belki canım isterse!’ mi demişti. Bu daha çok bir tehdide benziyordu ve sarih bir manası yoktu.” (Ali, 2017: 115) Yusuf’un zamansız donuklaşan tavrının ardında, anne ve babanın ölümleri karşısında yaşından beklenmeyecek derecede sakince sergilediği soğukkanlı duruşun payı büyüktür. Romanda Muazzezle olan ilişkilerinde sürekli tekrar eden sessiz ve kaçamak diyaloglar, her seferinde engellenmiş ya da bastırılmış bir şekilde ortaya çıkar. Nitekim Yusuf, Muazzez’in verdiği cevap üzerine kendi kendine düşündüğü sırada harekete geçer ve kasabaya gittiğinde genç kızı, hiç görmek istemediği bir yer olan Hilmi Bey’lerin evinde bulur. Bu duruma öfkelenen Yusuf, Muazzez’i de yanına olarak oradan uzaklaşır ve iki genç kasabadan kaçar. Kaçış onların evliliği ile sonuçlanmış olsa bile Yusuf’un dışarıdan donuk, içeriden yoğun düşüncelere ve sorgulamalara dalan hâlleri, evlilikleri boyunca yaşayacakları kritik ve dramatik sahnelerde de kaybolmadan devam eder. Babaları Salâhattin Bey sayesinde kasabaya geri döndükten sonra kaymakamlıkta tahrirat kâtibi olarak işe başlayan Yusuf, artık Şahinde’den daha da uzaklaşmaya başlar. Kadının yaşlandıkça artan süslenmeleri, gezmeleri, dedikodusu Yusuf’un midesini bulandırır. Oysa Yusuf, “Babası olmasa bu evde bir dakika durmayacak, herhangi bir işe sarılarak karısını ve kendisini geçindirmeye bakacaktı. Fakat o akşam köyde babasına karşı girdiği manevi taahhüt, onu buraya bağlıyordu” (Ali, 2017: 142). Bu arada evden sessizce ayrılan ve daha sonra hiç haber alınamayan Kübra ve annesinin gidişi, Kübra’nın hakkının teslim edilmemesi hem Yusuf için hem de roman için de tamamlanmamış bir olay olarak kalır. Roman boyunca bir daha karşımıza çıkmayan Kübra ve annesi, yaşadıkları mağduriyet olarak bırakılır. Anlatıcı, karakterlerine yaşattığı olayları, yaşayacakları dramatik sonların ilk işaretleri olarak okura sunar ve onları en sonunda mağlubiyetlere hazırlar. Yusuf her ne kadar “Kübra ile tekrar ve muhakkak karşılaşacağına dair kafasında” (Ali, 2017: 143) Bir kanaat taşısa da bu teslim edilmeyen hak çerçevesinde, anlatıcının Yusuf’tan bir kahraman yaratma çabası da gölgelenmiş olur. Yusuf’un iç dünyası dışarıdan belli olmasa da çok yoğun düşünceler üzerine doludur. Özellikle Salahattin Bey’in ölümünden sonra iyice bunalıma giren Yusuf’u, onun muazzezi teselli etmesi gereken yerde muazzez teselli eder ve burada bir kez daha görüyoruz ki kadınların acı duygusuda bir adım arkaya atılmıştır.: “İlk zamanlar Yusuf’tan teselli bekleyen Muazzez, birkaç gün sonra onun halinden korkmaya başladı. ‘Kendini topla Yusuf! Sen böyle yaparsan bizim halimiz ne olur?’ dedi. O zaman Yusuf, Muazzez’in farkında olmadan yaptığı bu ihtarın manasını düşünmeye başladı” (Ali, 2017: 162). Artık hayatta tek başına kalan ve kendisinden başka iki kişinin de sorumluluğunu taşıyan Yusuf karşılaştığı engeller ve verdiği kararlar konusunda daha dikkatli olması gerektiğini düşünmeye başladı. Sonuçta o artık diğer babasını da kaybetmiştir. Salâhattin Bey’in yerine gelen yeni kaymakamın Yusuf’u süvari tahsildarı olarak ataması, onun uzun zamandır ailesinden uzak kalmasına neden olur. Köylerden devletin alacağı vergiyi tahsil etmek üzere görevlendirilen Yusuf’un evinde yavaş yavaş maddi geçimsizliğin baş göstermesi, Şahinde’nin yeniden Muazzez’i yanına alarak gezmelere başlamasına fırsat verir. Şahinde’nin kızının aklını bulandıran, zehirleyen fikirleri Muazzez’in de annesiyle hareket etmesini sağlar. Ziyaretlerin Hilmi Bey’lere kadar uzanması ve sık sık gidilen yerler arasında olması bir müddet sonra Muazzez’e bir sersemlik verir. Annesinin bu ziyaretleri Yusuf’tan saklamasına dair tembihlerini tutan Muazzez, gün geçtikçe bu tavırlara kendisini daha fazla kaptırır ama Yusuf bu değişimlerin üzerinde durmaz: “Bıraktığı birkaç mecidiye ile evin bu kadar sıkıntısız geçinmesine hayret etmiyor, daha doğrusu hiçbir şeyin farkına varmıyordu” (Ali, 2017: 187). Muazzez ise annesiyle beraber hareket etmekte bir sakınca görmediği gibi “Ortada kimseye bir kötülük yapıldığı da” (Ali, 2017: 186) Olmadığından bütün bunları zararsız görür. Burada Muazzez Yusuf’a sürekli yalan söylemelere başlar, ziyaretlerde artık içkiler ve kahkahalarda vardır ve tüm bu olanlar Muazzez’i geri dönüşü olmayan bir yola sürükler. Yaşadığı hayattan kendi kendine kurtulamayacağını ve Yusuf’a muhtaç olduğunu sezen muazzez, hiçbir şeyi Yusuf’a anlatamayacağını bilir ve onun fark etmesini bekler: “Muazzez bazı günler deli gibi çırpınıyor, ‘Yusuf! Yusuf!’ diye bağırıyordu. Onun her şeyi haber almasını, eve gelip kendisini dövmesini, hatta bıçaklamasını, ortalığın altını üstüne getirmesini istiyor, ancak o zaman bu işlerden sıyrılabileceğini seziyordu. Yoksa kendisi asla ona gidip her şeyi söyleyemez veya annesinin arzularına mukavemet edip başka bir yaşayış şekline dönemezdi” (Ali, 2017: 190). Muazzez’in tıpkı Kübra gibi annesi Şahinde sebebiyle sürüklendiği ve önünü kesebilecek imkânı varken takındığı sessiz ve korkak tavır, ölümüne sebep olacaktır. Yusuf’un karısının içine düştüğü durumu fark ettiği zaman, Yusuf ve Muazzez arasında geçen konuşmalar da gerçekleşen sessizlik ve uzaklaşma yeniden karşımıza çıkar: “Daha çok eğildi, fakat Muazzez’in ağzından yayılan bir koku onu geri itti. Bu kokunun ne olduğunu anlayamadı. Yalnız her zaman karısının nefesiyle beraber yüzüne vuran koku olmadığını hissetti. Beyni zonklamaya başladı. Ellerini uzatıp önündeki bu mahluku sarsmak: ‘Ne oldun sen! Ne oldun sen!’ diye bağırmak istedi. Sonra bunu yapamayacağını anladı. Karısının uyandığı zaman kendisine müthiş şeyler söyleyeceğinden korkuyordu. Son günlerin birçok hadiseleri gürültülü bir hızla kafasından geçti. Olduğu yere düşecekti” (Ali, 2017: 193). Yusuf, Muazzez’deki bütün bu değişimlerin nedenlerini Şahinde’ye sormasına rağmen kadının karışık ve kurnazca cevapları karşısında susmayı tercih ederdi. Bu şekilde Yusuf’un üvey babası Salâhattin Bey gibi davrandığını görüyoruz: “Yusuf susmuştu, bu işlerde bir sakatlık olduğunu hissediyor, fakat kaynanasına verecek bir cevap bulamıyordu. Zaten münakaşaya alışık değildi. En kuvvetli sandığı bir sözüne verilen rasgele bir cevap, onu susturmaya yeterdi” (Ali, 2017: 195). Yusuf’un bu sessizliği ve endişelerini sadece içten içe yaşaması ileride gerçekleşecek olan felaketlerin önüne geçmemesi onu bir yandan çok yıpratıyor bir yandan da bu kadar sakin olmasına kendisi bile hayret ediyordu. Fakat o bunları üvey babası Salahattin beyden miras gibi örnek almıştı. Sadece kaynanası şahinde’yi uyarması ve karısının çok masum olduğunu düşünerek içini rahatlatması onun için yeterli olmuş gibiydi. Romanda bunu karısını kendisinden kopartmamak için ve onu üzmek istemediği için yaptığı gösterilmiş olsa bile her daim babasından örnek aldığı bellidir. Yusuf, yeniden görevi için evden uzaklaşacağı sırada Muazzez’i susturması bunu açık bir şekilde gösterir: “‘Sus, Muazzez, çabuk dönerim!...’” (Ali, 2017: 202) Yusuf sık sık ertelediği, geciktirdiği tepkileri pişmanlığını romanın diğer kısımlarından yine bize alışkın olduğumuz bir şekilde ancak bulunduğu yerden uzaklaştığında yaşar: “‘Ne diye yola çıktım? Ne diye onu yalnız bıraktım’ deyip üzülmekte idi. Derhal geri dönmek istiyor, kendisini buraya bağlayan hastalığa lanet ediyordu. Her saat geçtikçe bu hissi artıyor, sanki Muazzez bir tehlikede imiş de Yusuf onu kurtarmaya derhal koşmuyormuş gibi, yeisle dudaklarını ısırıyordu” (Ali, 2017: 204). Fakat yakalandığı hastalık sebebiyle vereceği tepkilere tekrardan geç kaldığını biliyordu. Yusuf, iyileşir iyileşmez evine döndüğünde karşılaştığı manzara roman boyunca gördüğümüz sakinliği fazlasıyla bozmasına yetecektir. Yusuf’un evlerindeki Şakir’e, kaymakama ve jandarma zabitine meydan okuyan tavrı, onlarla giriştiği dövüş sırasında ateş etmeye başlaması şimdiye kadarki suskunluğun ve çocukluğundan itibaren içinde sakladığı sakinliğin öldürücü bir şekilde geri dönüşüdür. Dövüş sırasında vurulan Muazzez’i yanına alarak kaçan ve yeni bir hayata doğru yolculuk yapacaklarını düşünen Yusuf, yolda karısının ölmesiyle bu yolculuğa tek başına devam etmek zorunda kalır. Bu sahne romanda, Yusuf’un ölümle tanıştığı ilk sahneye dönüşü gibidir. O her ne kadar romanın son sahnesinde, “‘İçindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlere rağmen başını yere eğmek istemiyordu. Matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenecek ve yeni bir hayata doğru yürüyecekti’” (Ali, 2017: 215) Şeklinde kahramanlaştırılarak bize gösterilse de onu çocukluk zamanlarından itibaren takip eden gölgenin bir başka deyişle sessiz ve sakinliğinin mağdur ve mağlup erkeği olmaktan kurtaramayacaktır. Dolayısıyla Yusuf, tıpkı Kübra ve Muazzez gibi aynı kaderin sessiz paydaşları olarak mağduriyetlerinin sürükleyeceği noktayı yani mağlubiyeti beklemiş olacaklardır. Sonuç; Yusuf’un roman boyunca sürdürdüğü sessiz ve sakin hallerinin sebebi, ailesinin öldürülme sahnesiyle karşı karşıya kaldığı travmatik olaydır, bu olay onu roman boyunca kaybetmeyi erken yaşta öğrenmiş bir kişiliğin suskunluğuna sevk eder. Roman Yusuf’a oluşturulan karakter ve okuyucuya sunulan bozuk toplum düzeninden daha çok Yusuf’un kendi yaşam hikâyesini ele alır. Yusuf, ataerkil toplum düzenin, bozuk olan toplumun, öne sürdüğü erkeklik unsurlarını bünyesinde barındıran bir karakter olarak bize gösterilse de mağduriyetlere kapı aralayan ve yenilgiyi kaçınılmaz hâle getiren davranışlarıyla romanda kendi kendisini köşeye sıkıştıran bir kişilik olarak gösterilir. Roman, sadece ana karakter Yusuf bakımından değil, karşılaştıkları engeller karşısında gösterdikleri sessiz dil ile mağdur olmanın ortak yönünü gösteren Muazzez ve Kübra için de dikkat çekici konular vardır. Kübra’nın tecavüze uğrayıp sessiz kalmak zorunda olması, muazzezin annesinin onu sürüklediği kötü yolda sadece Yusuf’tan sessizce yardım beklemesi Kadının varoluşunun her bakımdan ikincilleştirilerek romanda, onların hapsedildikleri suskunluk, yaşadıkları ve yaşayacakları mağduriyetlerin de farkına varamamalarına yol açar. Maruz kaldıkları durumlara karşı çıkışa ve mücadeleye hiçbir zaman cesaret edemeyen kadınlık, erkeklik deneyiminden farklı olarak yenilgiyi de sessizce beklemek çaresizliğine düşer. Dolayısıyla roman mağdurun sessiz dili ve yenilginin görüntülerinin ortaya çıkarması ile bize hem bireysel hem de toplumsal pek çok değişikliği bir arada düşündürür. Böylece gecikmiş tepkilerin ve dilin oluşturduğu mücadele edilmek istenen karşısında hissedilen ezici gücün eşitsizliği sayesinde karanlıkta kaldığını da görürüz. Bu şekilde sadece toplumun değil, bireylerin varoluş sebepleri arasındaki eşitsizliklerden hatta tutarsızlık gibi gözüken karanlık kısımlardan doğduğunu söylemek yanlış olmaz. Sonuçta roman kimi zaman mağdurun suskun dili kimi zaman da mağlubun sonsuz tepkisizliği arasında yükselir. Kübra’nın, muazzezin ve Yusuf’un hep mağdur olması ve bunun sonunda mağduriyetlerinin giderilemiyor olması hem halkın hem de karakterlerin sessiz olmak zorunda kalması ve bunun gibi olayların hep bozuk toplumdan gelen eşitsizlik yüzünden olduğunu söyleyebiliriz.
Kuyucaklı Yusuf
Kuyucaklı YusufSabahattin Ali · Yapı Kredi Yayınları · 2021175.7k okunma
·
975 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.