Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Elinden Geleni Sonuna Kadar Yapardı Beni en çok etkileyen taraflarından biri de Bekir Abinin elinden geleni sonuna kadar büyük bir inançla yapan kişiliğidir. Bu anlayış, benim de hayatımın felsefesi olmuştur! Meselâ yolunun önüne bir gün Kızılırmak çıkmıştır; atmıştır kendini ırmağa. Denizlere meydan okuyan Tarık bin Ziyad gibidir. Rize’den hava alanına yetişecek. Yol yapımı vardır. Dinamit patlatılacaktır. Uçağa yetişecekler. İşçiler kırmızı bayrak sallıyorlar. Fakat geçmezse yetişemeyecek. “Kardeşim, sür! Tevekkeltü alallah.” diyor. Hemen hemen sırtlarında patlıyor dinamitler. Ölümüne gidiş, gözü kara insan. Tıpkı Karadeniz’in haşin dalgaları gibi... Diğer taraftan yazarlık hayatıma da büyük etkileri olmuştur. Zaman zaman İstanbul’a gelir, onunla birlikte olurdum. O zaman yazıhanesi Çarşıkapı’daki Kiğılı Pasajındaydı Bekir Ağabey, fırsat buldukça bana bir şeyler anlatırdı. Bazı önemli şahsiyetler gelirdi. Onlarla konuşurken beni yanına oturturdu Gazeteciliğe başladığımda yazılarımı gidip onun daktilosunda yazardım. İlk daktiloyu bana o vermiştir! Hiç unutmam, “Remington” markaydı. “T” harfini basmıyordu. Onu köye götürmüştüm. 1971’de gazeteciliğe başladım. “Yeni Asya” gazetesinde çalışıyordum. O, hukuk müşavirimizdi. Zaman zaman önemli olaylarda başyazı yazıyordu. Ben Bayezit’te Mabeyinci yokuşunda oturuyordum. O da Çemberlitaş’ta Piyer Loti’de oturuyordu. İstanbul’da olduğu zamanlar sık sık yanına uğruyordum. O zaman Sunguroğlu yeni çıkıyordu. Bekir Ağabey kahramanlığı çok sever. Kendi mizacına uygundu. Kahramanlık tefrikalarını okurdu. Tarihten misaller vermeye bayılırdı. Sadece Osmanlı tarihini değil, Batı tarihini de okurdu. Mahkemelerde onlardan da misaller verirdi. Çok okuyan biriydi... Bir gece saat yarım filândı. 12 Mart Müdahalesi dönemiydi. O zaman gazetede Şeref Baysal imzasıyla hafif mizahî yazılar yazıyordum. Ahmet Tanyel eve geldi, “Bekir Ağabey, seni çağırıyor.” dedi. Gittik. Bekir Ağabey, Sungur Ağabey, Bayram Ağabey, Birinci, Fırıncı, Kutlular Ağabeyler, muhtemelen Abdullah Ağabey de vardı. Tam hatırlamıyorum, ama 11 kişi saymıştım. Onlara heyecanla bir şeyler anlatıyordu. “Gel” dedi bana. Anlattı anlattı, ben de dinledim. Konu şuydu. Eski Yassıada hâkimlerinden biri, Adalet Partisine geçmek istiyordu. Bazı Adalet Partililer, “Olmaz; bu, Menderes’i asanlardandır.” deyip karşı çıkmışlardı. Bekir Ağabey de Mevlâna’dan örnekler vererek “Bin kere bozmuş olsan da tövbeni yine gel.” diyor ve ilâve ediyordu: “Ben Yassıada’da avukattım. O adamın Menderes’i mağdur etmemek için imkân ve salâhiyetlerini sonuna kadar kullandığını biliyorum.” Yani Adalet Partisine girmesini istiyordu. Ben de herkes gibi dinledim. Bana döndü ve “Bu çerçevede bir başyazı yaz.” dedi. “Ağabey, ben yazamam!” dedim, “Ben yazıp yazamayacağını sormadım ki kardeşim! ‘Git, yaz.’ dedim.” dedi. Kesin talimat, “Geç, yan odada yaz.” dedi. Ben, “Evde yazarım.” deyip ayrıldım. Onun sevecen bir kızgınlığı vardı. Hem çok ciddî olduğunu bilirdiniz, hem de sizi çok sevdiğinden kıyamıyor, kıyabilse öldürecek gibi hissederdiniz. Böyle bir halet-i ruhiye. Tabiî gittim eve, yazdım; ama biraz Şeref Baysal’ca oldu! Yazıyı beğenmedi. “Git, tekrar yaz.” dedi. Ve o arada yine bir şeyler anlattı. Birinci Ağabey de bana kolaylık olsun diye teybe kaydediyordu. Bende de Karadenizlilik var ya: “Ağabey, bana anlatacağına oturup yazsana!” dedim. “Hadi git!” dedi. Birinci Ağabeye: “Bekir Ağabey kendi üslûbuyla yazmamı istiyor. Ben kendi uslûbumla yazarım.” dedim. Gittim yazdım. Yine “Olmadı.” dedi. “Başyazı olacak. Her cümlesini atom çekirdeği gibi istiyorum!“ Üçüncü kez yazdım. Çok şükür, “Tamam.” dedi. Bir-iki cümlesini değiştirdi. Ertesi gün başyazı olarak yayınlandı. Bu, ilk başyazı denememdi. Aradan birkaç gün geçti. Yine gece vakti, çağırdı. Onun gecesi gündüzü yoktu. Yine bir konu üzerine konuştu. Yazdım. “Tamam,” dedi, “anlamışsın. Sen zaten çok zeki bir insansın. Başyazıları bundan sonra sen yazacaksın.” Yoğun iltifatta bulundu. Böylece gazetede başyazılar yazmaya başlamış oldum. En çok ilgimi çeken taraflarından biri de hangi yaşta olursa olsun, son derece cevval olmasıydı. İngiltere dönüşü de öyleydi. Kanserli, o hasta zayıf nahif hâliyle gene Anadolu turlarına çıktı, gene konferanslar verdi. Beni müesseselerin yönetimini üstlenmeye ikna etmek için saatlerce dil döktü ve ağzından kan geldi! Ben, “Ağabey, seni bu hâlde görmemek için Sarayburnu’ndan denize atlarım!” dedim ve arzusunu yerine getirdim. Nasıl bir nutuk ya Rabbi! Sanki engizisyon mahkemesinde Galile savunma yapıyor! Karşısındakini mutlaka ikna ederdi. Fatih’te klinikte yatarken, Ahmet Tanyel karşıma çıktı. Bana bir defter uzattı. “Kanaatlerini yazar mısın?” diye. Bekir Abi o hâlinde bile zaman zaman yatağından doğruluyor, “Sayın hâkim” diye nutuk atıyor, müdafaa yapıyordu. “Ağabey, sağlığında bana hizmeti sevdirmiştin, ölürken de ölümü sevdiriyorsun.” diye yazdım deftere. İngiltere’den döndüğünde hayatını yazmaya başlamıştım. Kitabı sonlandırıp sağlığında yayınlayacaktım. Bunu görecekti, görmeyi hak etmişti. Fakat enteresan bir tevafuktur ki kitabı bitirdim. Kendisine okutmaya götürecek, en azından göstereceğim. “Bu, senin hayatın.” diyeceğim. Akşamüzeri telefon çaldı. Yine Ahmet Tanyel: “Başımız sağ olsun! Bekir Ağabey, Hakkın rahmetine kavuştu.” dedi. Kitabın son bölümü, o hicranla yazılmıştır. Nev-i şahsına münhasır bir insandı ve ben onu çok sevmiştim!
99 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.