70’ler - 80’ler döneminin klişe sorusudur:
“Issız bir adaya düşsen yanına alacağın üç şey ne olurdu ? “
Peki; nefes aldığımız coğrafyadan, doğduğumuz, büyüdüğümüz ana yurdumuzdan zorunlu olarak uzaklaşmak zorunda kalsaydık yanımıza neler alırdık?
Dovlatov gibi bir bavula sığdırabilir miydik? Belki evet belki hayır!
Çoğunlukla nesnelere duygusal anlamlar yükleriz.
Hayat pandomimasında kişilere, mekanlara yüklediğimiz anlamları eşyalarla somutlaştırırız böylece.
An’ı, anı haline getirmek bir nevi.
Nesnenin yıpranma payını düşünmez, ihmal ederiz bunu yaparken.
Oysa zaten her şey bizimle.
Bedenin bavulunda, hafızamızda …
Dovlatov da aslında tüm anılarını beraberinde götürüyor.
Bavulundakiler sadece birer andaç.
Sekiz eşya sekiz anı…
Her eşyada onun ayrı bir yaşantısına tanık olurken sistemin bozulan çarklarını da gözlemliyoruz.
Dönemin yaşantısını, siyasal rejimin bozukluğunu hicvederken kendini de eleştirmekten geri durmayan Dovlatov’un anlatısını kaçırmayın derim.