Özgürlük ahlâk düşüncesinin en temel problemi sayılabilir. Çünkü ahlâk
insana iyiliği yapma kötülüğü terketme yönünde ödevler yükler ve bunlardan
sorumlu tutar. Bunun gerçekleşebilmesi için insanın hem iyiliği isteme
(irade) veya seçme (ihtiyar) özgürlüğüne hem de yapma özgürlüğüne ya da
imkânına (istitâat) sahip olması gerekir.
Pratikte hiçbir insan, kendisinin temelde bu özgürlüklerden yoksun olduğunu
düşünmez; hatta bu özgürlükleri doğuştan getirdiği bir hak olarak
görür ve bunların elinden alınmasına kesinlikle karşı çıkar. Bununla birlikte
gerek düşünce tarihinde gerekse çeşitli dinlerin teolojilerinde insanın tabiat
kanunları veya Tanrı’nın iradesi karşısında özgür olup olmadığı, insanlık tarihinin
en eski ve en şiddetli tartışma konuları arasında yer almıştır. Nitekim
İslâm dünyasında ilk ihtilâf konusu olarak bilinen kader sorunu da esas itibariyle
insanın özgür olup olmadığı ve bu özgürlüğün sınırının ne olduğu
sorunudur.
Kader ve dolayısıyla insanın özgürlüğü meselesi daha İslâm’ın ilk zamanlarında
müslümanların dikkatini çekmişti. Çünkü İslâm dini, bir yandan
bütün varlıkların var olmasını, bütün olayların vukuunu, dolayısıyla insanların
her türlü fiillerini, bu arada, “iradî” denilen davranışlarını Allah’ın ilim,
irade ve kudretine bağlıyor ve bunları yaratanın Allah olduğunu; diğer yandan
insanlara dinî, hukukî ve ahlâkî görev yükleyerek bunlardan sorumlu
olduklarını bildiriyordu. Bu sebeple, daha Asr-ı saâdet’te konuyla ilgili sorular
sorulmaya başlamıştı. Fakat İslâm Peygamber’i, konunun aklî münakaşaya
elverişli olmadığını müslümanlara münasip bir dille ifade ederek onları
tartışmaya girmekten menetti. Kur’ân-ı Kerîm’de de kader-insan iradesi
meselesini de içine alan “müteşâbih âyetler” hakkında tartışmanın uygun
olmadığına işaret edilmişti.
Ne var ki, Asr-ı saâdet’ten sonra konu ile ilgili tartışmalar yeniden başladı.
Bu tartışmalar zamanla Cebriyye, Mu‘tezile ve Ehl-i sünnet (Eş‘ariyye
ve Mâtürîdiyye) diye anılan başlıca üç görüş ve mezhebin doğmasına yol açtı.
Bunlardan Cebriyye, insanın, Allah’ın kudret ve iradesi karşısında tam bir
cebir altında bulunduğunu ve asla özgür olmadığını savunurken Mu’tezile
kulların, kendi fiillerinin meydana getiricisi, yapıcısı ve yaratıcısı olduklarını,
çünkü insanın irade sahibi hür bir varlık olduğunu ileri sürüyor; Resûlullah
ile sahâbe-i kirâmın akaid sahasında tuttukları yolu izleyenler mânasına gelen “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat” önderleri ise hem Allah’ın kazâ-kaderi ile
küllî iradesini, hem de kulun sınırlı iradesini (irâde-i cüz’iyye) ispat etmeye
çalışmak suretiyle ihtiyatlı bir yol izliyordu.....