Gönderi

Babam nasıl olup da hiçbir şeyden şüphelenmemiş, hiçbir şeyi fark etmemişti? Salak bir adam değildi, zeki ve kültürlüydü, ayrıca yaşına göre olgundu, buna rağmen şüphesiz iflah olmaz bir iyimserdi, başlangıçta herkese güvenirdi. Ama yine de... İnsan hayatının yarısını -çocukluğunun, öğrenciliğinin, gençliğinin yarısını-bir arkadaşla, yakın bir dostla geçirir de kişiliğini, en azından "potansiyel" kişiliğini nasıl fark etmezdi? (Ama belki de herkeste potansiyel olarak her kişilik buİunuyordur.) Sonunda bizi mahvedecek olan ve gerçekten de mahveden kişinin bizi mahvedeceği uzun vadede nasıl anlaşılmaz? Komplosu, entrikası, çevirdiği dolap nasıl sezilmez, tahmin edilmez; nefretinin kokusu nasıl alınmaz, sefilliği nasıl solunmaz; telaşsız gözetlemesi, ağır, gevşek bekleyişi ve bundan dolayı kim bilir kaç yıl boyunca bastırmak zorunda kaldığı sabırsızlığı nasıl fark edilmez? Senin yarınki yüzünü, gösterdiğin yüzünün ya da taktığın maskenin ardında var olan ya da biçimlenen ve ancak benim beklemediğim bir anda göstereceğin yüzünü bugün nasıl tanımam? Hiç kuşkusuz o adam birçok kez içindeki fırtınayı bastırmak, dudaklarını kanatana kadar ısırmak, kaynayan kanını soğutmak, uğursuz, kokuşmuş mayalanmasının sonuçlanmasını tekrar tekrar ertelemek zorunda kalmıştı. Bütün bunlar fark edilir, algılanır, koklanır ve hatta bazen dokunmayla hissedilir, ter bize ulaşır, yoğunlaşma bizi sersemletir. En azından sezilir. Aslında bilinir ya da bilinmesi gerekir. Bir olay meydana geldikten sonra, meydana geleceğini ve tam olarak bu şekilde gerçekleşmek zorunda olduğunu bildiğimizi fark etmez miyiz sanki? Aslında başkalarının nezdinde ve özellikle kendi nezdimizde sergilediğimiz şaşkınlığı içten içe hissetmediğimiz, demek ki olayın bütün mantığını gördüğümüz, bilinçdışımızın bir tabakasının her şeye rağmen yakalamış olduğu, üzerinde durmadığımız uyarıları fark ettiğimiz, hatta hatırladığımız doğru değil midir? Belki de kendimizi şaşırdığımıza ikna etmek isteriz, sanki o şaşkınlıkta tutarsız bir teselli, esasen bir işe yaramayan manasız özürler bulmaya çalışırız: "Ah, bilmiyordum ki, nasıl düşünebilirdim, nasıl şüphelenebilirdim, en beklemediğim şeydi, aklıma bile gelmezdi, kefil olurdum, yemin ederdim, başımı koyardım, neyim var neyim yoksa üstüne bahse girer; şerefimi ortaya koyardım, ah nasıl aldandım, bunu da mı görecektim, bu ihanet inanılır gibi değil, gerçek olamaz." Ama neredeyse hiçbir zaman böyle bir şaşkınlık yaşanmaz. İçten içe yaşanmaz, söylemeye, telaffuz etmeye cesaret edilemeyen, bilmeye, bilinmeye, açığa çıkmaya cüret edemeyen, nefret edildiği kadar korkulan, yadsınan, kendinden gizlenen, kovulan ya da sadece göz ucuyla, hep yüzünü örterek bakılan bilgiye sahipken yaşanmaz. Oysa bu şaşkınlık bilincimizin üst tabakalarında mevcuttur, hem yalnızca yüzeydeki dış tabakada değil, aslında hepsinde, ortadakilerde, alttakilerde, derinlerdekilerde, hatta gizli, damarlı yeraltı tabakalarında, dıştakilerde, içtekilerde, çok içtekilerde, mızrağın ucundaki günlük ve dışsal hayat tabakalarında, yalnız kaldığımız, ara verdiğimiz tabakalarda, neşeyle gülünen sosyal tabakalarda ve uyku uçurumunun başındaki, bir an kendimizi bir bütün olarak seçtiğimiz ve sonumuz geldiğinde anlatılacak hikâyemizi gördüğümüz tabakalarda. Evet, bu teslim olma, sıkıntı ya da önsezi tabakasında bile bu şaşkınlığa, bu hayrete yer vardır. Ama neredeyse hiçbir zaman ulaşamadığımız en derindeki tabakada, zamanın arka yüzünde yaşayan ve aldanmayan, yanılmayan, korkuyla karıştırılan ya da korku kılığına bürünen ve bu yüzden, korku bizi yönetmesin, yolumuzu çizmesin, korkulan şeye boyun eğmemize ya da ona çanak tutmamıza sebep olmasın diye kulak vermediğimiz tabakada yoktur. Göstergeleri yok sayar, onca işareti yorumlamayı reddeder ("Sus, sus ki beni kurtarasın"), hayal ürünü sayar, bir kenara bırakırız, onların yerine içten içe işaret olmadığını bildiğimiz, bizim güvenimize ve desteğimize ya da uyuşukluğumuza ihtiyaç duyan taklitleri ve benzerleri koyarız ("Uyuklarken bir gözünü açık tut, açık tut" diye alıntı yaptım içimden). Çünkü aslında istesek -kendimizi aldatmamayı istesek- kendimizi aldatmamız imkânsız olurdu, beyhude bir çaba, boşa emek olurdu. Ama eğilimimiz bu yönde değildir. Bunu istemek eğiliminde değilizdir: Koruma, önleme ve tetikte olma canımızı sıkar; kalkanımızı uzaklara fırlatıp atmak ve mızrağımızı gururla havaya kaldırıp hafifleyerek yürümek hepimizin hoşuna_gider.
Sayfa 140 - I AteşKitabı okudu
·
119 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.