Radikal hedonizm ile sınırsız bencilliğin çağdaş ekonominin temel ilkeleri olmalarının nedeni, onsekizinci yüzyılda ortaya çıkan önemli bir değişikliktir. Ortaçağ toplumlarında olduğu gibi, birçok gelişmiş kültürde ve hatta ilkel toplumlarda bile, ekonomik davranışlar, ahlaki kurallar tarafından belirlenmekteydiler. Skolastik teologlar için, fiyat ve özel mülkiyet gibi kavramlar ahlaki teolojinin birer parçasıydılar. Daha sonra teologlar kendilerini gelişip, değişen ekonominin koşullarına uydurup, ahlaki tanımlamalarını yeniden formüle etmeye çalışmışlarsa da (Aquino'lu Thomas'ın "adil ücret" kavramı gibi), ekonomik davranış, insan davranışlarının bir bölümü olarak değerlendirilmeye, böylece de hümaniter ahlâkın değer yargıları ile kurallarına bağlı kalmaya devam etmiştir. Onsekizinci yüzyıl kapitalizminin ise, bu konuda çok önemli bir değişmeye yol açtığını görüyoruz: Artık ekonomik davranış, ahlâktan ve genel değerler sisteminden ayrılıyordu. Ekonomi, insanların istek ve ihtiyaçlarından bağımsız, kendi başına ve kendi kuralları içinde işleyen otonom bir bütünlük olarak anlaşılmaya başlanıyordu. Büyük işletmelerin giderek yok olması ile işçilerin fakirleşmeleri de, üzülünse bile, tıpkı bir doğa yasası gibi değiştirilemez olan ekonomik yasaların bir gereği olarak açıklanıyordu.
Ekonomik sistemin gelişmesini belirleyen "insan için iyi olan nedir?" sorusu, yerini "sistemin gelişmesi için iyi olan nedir?" sorusuna bırakıyordu. Bu yanlış anlayışın insanlara iğne gibi batan sivri ucunu gizleyebilmek için de, "sistemin gelişimine yarayan herşey, insanın refahına ve mutluluğuna da yararlıdır" düşüncesine yaygınlık kazandırılıyordu. Bu oluşturulan yapıyı desteklemek için, yardımcı etkenler de kullanılıyordu. Sistemin gerektirdiği bencillik, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi özelliklerin, insanda doğumla birlikte varolan özellikler olduğu ileri sürülerek, bunların sistemden değil, insanın doğasından kaynaklandığı kanıtlanmak isteniyordu. Bencilliğin, açgözlülüğün ve sahip olma ihtirasının bulunmadığı toplumlar "ilkel", o toplumlarda yaşayan insanlar ise "çocuksu" diye aşağılanmaya çalışılıyordu. Kısaca insanlar, kendilerindeki bu olumsuz özelliklerin doğal içgüdüler olmayıp, toplumsal koşulların bir sonucu ve üretimi olduğunu kendilerine açıklamaktan çekiniyorlardı.