Gönderi

Köşe Masa Küllüğü
İyi geceler, #187791744 öykü etkinliği kapsamında ismini vermek istemiyen bir arkadaşın öyküsünü paylaşıyorum. İyi okumalar. ---- Otobüsün cam kenarı kadar uzaktım ona. Teninden yayılan sabun kokusunu duyacak; boynundaki yersiz dağılmış benleri sayacak, parmaklarına kaç sigara filtresi değdi, sabahtan beri kaç kişiye günaydın dedi, hepsini bilebilecek kadar yakındım aynı zamanda. O güne ait tek bir fotoğraf vardı çekmecenin dibinde. Sadece tek bir ben. Bütün yaşananlar tek bir fotoğraf karesine değil benim fotoğrafa baktığımda o günü tekrar yaşamama neden olan duygulara sığdırılmıştı sanki. Tek bir bene yani. Önünden yürümeye devam ederken arkamdan çekmiş beni o gün. Şalımın ucu sırtımdan sarkmış, elimde onun verdiği Edip Cansever kitabı vardı fotoğrafta. Sonbaharla bağdaşamadığımı hissedip bana: "Sonbahar, Edip Cansever okumak gibi. Güzel, yorucu ama aynı zamanda hisleri incelten..." demişti. O günden geriye elimde kalan tek şey bana hediye ettiği kitap ve ayraç olarak kullandığım fotoğrafımdı kısacası. Onunla, muhtemelen ucuz diye tercih edilen köhne bir kafenin son boş sandalyeli masasında tanışmıştım. Ekim başlarıydı. Sonbahar hem bana hem de içimdeki girdaba meydan okur gibi tüm sıkıntısıyla yerini almıştı. Sonbahar sıkıcı, kötü ve yorgunluk veren bir mevsimdi. Uyumanın da uyanmanın da bir faydası yok gibi geliyordu bana bu aylarında. Hayat, tekdüzeliğini tek tabanca olarak koruyor beni de yanına çekmek istiyor gibiydi. Herkese karşı " Alın sizin olsun baharı da sonu da benden ne istiyorsunuz?" demek geliyordu içimden. Bir şey olsun istiyordum artık. Her gün aynı yollardan geçip gitmek, aynı kalabalıkla otobüse binmek istemiyordum. İnsanlar arasına karıştığımda kuklalaşmak istemiyordum. Kaçmak. Sonunu ezbere bildiğim oyunları sergilemekten kaçmak istiyordum. Kaç kez yapabileceğimi bilmeden kaçmak istemek…Tüm mesele işte buydu. Haftanın bütün yorgunluğunu üstüme yüklemiş olarak cuma günü işten çıkmıştım. Bütün planım tek göz odalı evime gitmek ve koltukta sızıp kalmaktı. Yorgunluk ve boğulma isteği sınırı geçmiş beni tüketmek üzereydi. "Herkesin sadece bir kez boğulma hakkı vardır. Ya ben; boğul babam boğul, sonra yine de yaşamaya devam eder bul kendini."* Geçtiğim caddeler, yollar, kaldırımlar üstünde ufalanıyordum artık. Un ufak olmak ve bir toz bulutu gibi her yerden izimi silmek istiyordum. Şehrin diğer sokaklarına göre daha sessiz olan o sokağın köşesinden döndüğüm anda bahçesinin bile tıktım tıklım olduğunu görsem de bir güç beni o kafeye sürüklemişti o gün. Hayat koşuşturmacasının üstüme üstüme geldiği, insanlar arasındaki kaostan çekilip kendimi bir süre de olsa her şeyden uzaklaştırmam gereken bir zaman dilimiydi. Normal zamanda olsa sanki sokakta yürüyormuş gibi yapıp, boş masa olup olmadığına bakardım çaktırmadan. O gün sanki bunların yaşanacağını tahmin ederek dolu olduğunu göre göre kafenin bahçesine girmiş ve kapı girişine yakın durup masalara göz atmaya başlamıştım. En köşe masada oturuyordu. Onun masası hariç tüm masalardan bir hayat akıyordu sanki. Bana en yakın masa tahminimce küçük kızlarının doğum gününü kutluyordu. Bana en uzak masada liseli olduklarını düşündüğüm kızlı erkekli tayfa hararetli hararetli konuşuyordu. Kadınlar birbirine fal bakıyor, sevgililer sarılıp çekingence birbirini izliyordu. Bunlar gibi iki üç masa daha vardı. Hepsi hayatın çemberinden bir nebze uzaklaşmış ve zamanın içinden bir parçayı masanın diğer sandalyeleri için ayırmıştı yanındakine ya da yanındakilere. Bir tek onun masasının sandalyesi boştu. Bu kalabalık içinde tek başına oturması ona cesaret değil gerginlik vermiş gibiydi. Yalnız oturmanın, yalnız yaşamanın hatta her şeyi yalnız hissetmenin çaresizliğini tatmış ve yine de bunu kabullenmekte zorluk yaşıyormuşçasınaydı tavrı. Kafasını kaldırmıştı önündeki defterden. Sanki o sandalyeyi dolduracak kişinin ben olduğumu biliyormuş gibi bakmaya başlamıştı. Ya da sadece onu izlediğimi fark etmişti. Göz göze gelmiş ve meydan okur gibi birbirimizi incelemeye başlamıştık. İnce, yuvarlak metal gözlüklerinin altından sanki geç kalmışım da nerede kaldığımı sorgular gibi bakmıştı bana. Yavaşça gözlerini üstümden çekmiş ve önündeki deftere bakmaya başlamıştı. Zaten oturamayacağımı bilip neden kafenin içerisinden girdiğimi sorgularken çıkmak için arkamı dönüyordum. Tam o sırada karşısındaki sandalyedeki çantasını aldı ve yere bıraktı. Aldığım sessiz davetti bu. Topu bana atmıştı. Gitmek veya gitmemek. Gitmek, kaçmanın gurur yapma haliydi. Onun bu sessiz davetini son sandalyeyi doldurarak kabul edecektim ya da arkama dahi bakmadan sokağı da kafeyi de onu da terk edecektim. Kafeye çekilmemdeki güç yine devreye girmiş beni onun masasına itiyordu şimdi. Bu güce hiç meydan okumadan ben de sessizce daveti onayladım ve masaya doğru ilerlemeye başladım. Kafasını kaldırmış benim masaya oturmamı izliyordu. Yakınına yaklaştıkça parfümünün kokusunu duymaya, metal gözlüklerinin altındaki kahverengi gözlerini yakından görmeye başlamıştım. Sandalyeye oturmak üzereyken gözlerimi ona çevirdim ve “işte geldim, ben buradayım, sessiz davetini senin gibi sessizce kabul ettim ve şimdi yanındayım.” dermişçesine gülümsedim ve karşısına oturdum. Gözlerinin hâlâ üstümde olduğunu biliyordum. Beni izliyordu. Çantamı onun çantasının yanına yere bıraktım. Şimdi gözlerimizi ayırmadan birbirimizi izliyorduk… Başkası olsa ne kadar kaba adam, bir buyurun bile demedi, bu da nasıl kadın bilmediği adamın masasına çöktü, diyebilirdi. Ancak biz aramızda çoktan sessizlik sözleşmesini imzalamış ve son boş sandalyeli köşe masada sessiz buluşmamıza katılmıştık. “Beni bulacağını biliyordum ama bana geleceğini beklemiyordum.” dedi. Gelirdim. Burada olduğunu hissedip çekilmiştim ona belki de. Güzel bir adamdı. İnsanı, saatlerce kendini izletebilecek kadar, ölümle barıştıracak kadar güzeldi. Tenine yersizce dağılmıştı benleri. Boynunda, ensesinde, bileklerinde… Yaşamı kirpiklerinin arasında saklamış, göz bebeklerine hapsetmişti. Şiir okudu bana, anlattı, anlattım. Şiir okudum ben de ona. Benim şimdi başucu kitabı yaptığım çantasındaki Edip Cansever’i verdi ilk sayfasına tarih atıp. Benden de Mayıs Giremez’i aldı zorla. O son, ben ilktim. Hangi bahardık bilmem. Herkesten saklandım, kaçmak istedim. sığındım o gün ona. Bir dizenin hiç duyulmasın istediğim satırını fısıldadım kulağına. Derman haklıydı.. Söylemeye cesaretim yoktu ama bir nedeni vardı. “Bir nedeni vardı, yalnızca öptüm.”** *Sevgi Soysal, Tante Rosa,66 **Küçük İskender’e atıf.
··
778 görüntüleme
K. okurunun profil resmi
Çok kısa bir ânı uzun uzun, ama hiç sıkmadan, duru bir dille anlatmış kaleme alan kişi. Güzeldi.
Tuğçe okurunun profil resmi
Kalem tanıdık geldi :) emeğine sağlık yazan kişinin :) 🌸 yazma yeteneğini hiç kaybetmemesini temenni ederim.🌸 :)
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.