Gönderi

Bavyera Kralı II. Ludwig için cenaze marşı*
II “Ölü hayatımın olanca ağırlığını duyuyorum üzerimde” Bavyera Kralı II. Ludwig için cenaze marşı* Bugün Ölüm, alışık olmadığım ağır adımlarla, kapıma, çerçiliğe geldi. Her zamankinden daha yavaşça önüme halıları serdi, ipeklileri, unutuştan ve bize sunduğu avuntulardan dokunmuş dibaları. Kıvançla gülümsüyor, gülümsediğini fark etmiş olmamı da pek umursamıyordu. Ama tam aklımı çelmişken, hiçbiri satılık değil, dedi. Onun derdi beni gösterdiği şeylere değil, kendine heveslendirmekti. Nitekim, halılarını anlatırken, uzaktaki sarayında da bunlardan serili olduğunu söyledi; ipeklinin böylesi bir tek onun gölgeler şatosunda giyilirmiş; ahretteki mülkündeki mihrap arkalıklarını kaplayan dibalarsa, buradakilerden bile güzelmiş. Beni çıplak kapımda tutan doğuştan gelen bağı, usulca çözüverdi. “Ocağında,” dedi bana, “ateş yok: Öyleyse ocağı ne yapacaksın? Evinde,” dedi, “ekmek yok: Masan olmuş, ne yazar? Hayatında,” dedi, “dost nedir bilmedin: Yaşamanın nesinden keyif alırsın ki bu halde?” “Ben,” dedi, “sönmüş ocakların ateşi, boş masaların ekmeği, yalnızların, anlaşılmamışların sadık yoldaşıyım. Bu dünyada eksik olan saadet, karanlık krallığımın kıvancıdır. Benim imparatorluğumda aşk yorgunluk vermez hiç, çünkü sahiplenme denen şeyin ıstırabını bilmez; yaralamaz da kimseyi, çünkü yormaz, çünkü hiç sahiplenmemiştir. Elimi usulca düşünen insanların başına koyarım ve unuturlar; boş umutlara bel bağlamışların göğsüme yaslandığını görürüm, nihayet orada huzur bulurlar. Bana duyulan aşkta insanı tüketen o tutkuya; yoldan çıkaran kıskançlığa; donuklaştıran unutuşa yer yoktur. Beni sevmek bir yaz gecesine benzer, dilencilerin yıldızların altında uyurken, yol kenarlarındaki taşlara benzediği bir geceye. Sessiz dudaklarımdan ne denizkızlarının şarkıları yükselir, ne de ağaçların, pınarların ezgileri; ama sessizliğim tıpkı anlaşılmaz bir müzik gibi kucak açar insana, verdiğim huzur ise, meltemlerin taşıdığı tatlı uyuşukluk gibidir. Seni hayata bağlayan,” dedi bana, “ne var ki? Aşkın seni istediği yok, şan peşinden koşmuyor, kudret ise yanına bile uğramadı. Miras aldığın ev bir harabeydi. Sana bırakılan toprakların ilk ürünlerini çoktan don vurmuş, güneş ise vaatlerini çoktan yakıp kavurmuştu. Bahçendeki kuyular hep kördü. Havuzlarındaki yapraklar sen daha göremeden solup gitmişti. Ayrıkotları ağaçların altını, hiç yürümediğin patikaları, yolları kaplamıştı. Gecenin mutlak hükmündeki benim imparatorluğumda ise teselli bulacaksın, çünkü umudun olmayacak; unutacaksın, çünkü arzulardan uzak duracaksın;** huzur bulacaksın, çünkü hayatsız kalacaksın.” Ve Ölüm, iyi günler görmeye muktedir bir ruhla doğmamış bir insanın, güzel günler umut etmesinin ne kadar boş olduğunu anlattı bana. Düşün bizi avutamayacağını gösterdi, çünkü uyandığımız vakit hayat, derdimize dert katarmış. Uyku dinlendiremezmiş bizi meğer, nesnelerin karaltılarıyla, yaptıklarımızın kalıntılarıyla, arzularımızın ölü nüveleriyle, işte böyle hayaletlerle doluymuş, hayat denen kazanın enkazıymış bunlar. Konuşurken görülmemiş bir yavaşlıkla, gözümü alan halılarını sardı tekrar, gönlümü çelen ipeklilerini, gözyaşlarımla ıslanan dibadan mihrap örtülerini. “Kendine mahkûmsun sen, öyleyse başkaları gibi olmaya heveslenmek niye? Gülerkenki samimi neşen de sahte olduğuna, çünkü ancak kim olduğunu unuttuğun zaman neşelenebildiğine göre, niye gülersin ki? Neye yarar ağlamak, zerre kadar işe yaramadığını bildiğin, gözyaşlarından teselli bulmak için değil, yaşlar yüreğini ferahlatmıyor diye ağladığın halde? Güldüğünde mutluysan, gülüşün benim zaferimdir; ne olduğunu hatırlamamak mutlu ediyorsa seni, benimleyken, her şeyin aklından silineceği yerdeyken ne çok mutlu olursun, kim bilir? Düş görmeyince dinlenebiliyor, hatta uyuyabiliyorsan, uykunun düşsüz olduğu yatağımda nasıl güzel dinleneceksin, düşünsene! Güzelliği gördüğünde bir an hem hayatı, hem kendini unutarak yerinde doğruluyorsan eğer, sarayımda ne biçim şahlanırsın, geceden çaldığı güzelliğinde ne uyumsuzluğu, ne yaşlanmayı, ne de kıyasları barındıran sarayımda; ya da, örtülerin hiçbir rüzgârla oynamadığı, sandalyelerin arkalarını tozların kaplamadığı, ışığın kumaşları, kadifeleri soldurmadığı ve zamanın duvarların bomboş beyazlığını sarartmadığı*** salonlarımda. Hep aynı kalan şefkatli kollarıma bırak kendimi; dinmeyen aşkıma teslim ol! İç tükenmez kadehimden ne mide bulantısı, ne buruk bir tat veren, ne tiksindiren ne sarhoş eden yüce nektarı. Ve şatomun penceresinden o güzel, dolayısıyla kusurlu denizi ve ay ışığını değil; anaç, engin geceyi, dipsiz uçurumun yekpare ihtişamını seyret! Kollarımdayken, oraya gelene dek kat ettiğin azap yolunu bile unutacaksın. Göğsüme yaslandığında, sana sinemi aratan aşkı bile duymaz olacaksın! Yanıma gel, tahtıma – Graal’a ve Gizem’e hükmeden dokunulmaz imparatorsun bundan böyle, tanrılarla, kaderlerle yan yana olacaksın, onlar gibi hiçbir şeysen, öncen ya da sonran yoksa, ne ifrata ne tefrite meylet, hatta ne de bir kararda durmaya. Senin anaç kadının olacağım ben, yeniden kavuştuğun ikiz kız kardeşin. Ve bütün kaygıların benimle evlenince, kendi içinde arayıp da sahip olamadıkların tamamen bana kalınca, o zaman esrarlı özümde, hiçe sayılmış varlığımda, dünyanın silindiği, ruhların yıprandığı, tanrıların bile sönüp gittiği göğsümde kaybedeceksin kendini.” Ey Kopuşların ve Vazgeçişlerin Kralı, Ölüm’ün ve Yıkım’ın İmparatoru, bu dünyanın yollarından, harabelerinden**** kovulmuş, olanca görkemiyle başıboş gezinen, canlı rüya! Ey zenginlikler içindeki Umutsuzluğun Kralı, içine sinmeyen sarayların çileli efendisi, hayatı bir an olsun unutturamayan şenliklerin, alayların üstadı! Ey Kral, sen ki mezarların arasından doğrulan, mehtaplı bir gecede gelip başka hayatlara hayatını anlatansın, sen ki zambakları dökülmüş soylu çocuk, sen ki bir imparatorluğun, fildişi soğuğu habercisisin! Ey uzun uykusuz gecelerin Çoban-Kralı, ay ışığı vurmuş yollarda şansız, kadınsız, başıboş dolaşan Sıkıntılar Şövalyesi, sessiz profili, yüzüne indirdiği tolgasıyla vadilerin diplerinde yürüyen, köylerde anlaşılmayan, kasabalarda alaya alınan, şehirlerde ise küçümsenen, koyaklarda asılı kalmış ormanların efendisi! Ey Ölüm’ün, Benimdir, diyerek takdis ettiği, kararmış binalar, eprimiş kadifeler arasında, İhtimallerin en ucundaki tahtında oturan, etrafında karaltılarla, işte böyle imkânsız bir maiyetle saltanat süren, hem anlamsız, hem de bir o kadar gizemli, fantastik muhafızlarca korunan, solgun, saçma, unutulmuş, anlaşılamamış Kral. Soylu çocuklar, getiriniz! – bakireler, getiriniz! – uşaklar ve hizmetçiler! getiriniz kadehleri, tepsileri, çiçek kordonlarını Ölüm’ün şölenine! Karalara bürünüp başınıza mersinden taçlar takıp getiriniz. Kadehleriniz dibinden kankurutanotu, tepsilerinizden [...] eksik olmasın, çiçek kordonları menekşelerden, hüznü çağrıştıran tüm hüzünlü çiçeklerden örülsün. Kral dağların ortasında, göl kıyılarında, hayattan uzakta, dünyanın kıyısında yükselen eski sarayında, akşamleyin Ölüm’ün sofrasına oturacak. Bir sesiyle insanı ağlatan tuhaf çalgılarla şenlik için orkestralar kurulsun. Uşaklar bilinmeyen renklerde, sade kıyafetler giysin; kahraman***** mezarları gibi hem yalın olsunlar, hem de görkemli. Ve şölen başlamazdan önce, ölü kral kaftanları giymiş, upuzun Ortaçağ alayı, hayatın ayaklanmış tüm o kuralları, bir kâbusta zuhur eden güzellik misali yürüsün koca bahçelerdeki ağaçlıklı yollarda. Ölüm, Hayat’ın zaferidir! Ölümle yaşarız, çünkü bugün canlıysak, bu sadece dün için ölmüş olduğumuzdandır. Beklediğimiz ölümdür, yarına bizi inandıran, bugünkü bizin öleceğinden emin olmamızdır. Düş görürken Ölüm sayesinde yaşarız, çünkü düş görmek hayatın inkârıdır. Ölümle ölürüz yaşarken, çünkü yaşamak sonsuzluğun inkârıdır! Ölüm yol gösterir, ölüm bizi arar, ölüm yanımızdadır. Yalnız ölümdür bize ait olan, bütün arzuladıklarımız ölümdür, arzulayabilsek dediğimiz her şey ölümdür. Sarayın kanatlarında, dirilten bir esinti dolaşıyor. İşte geliyor, görünmez ölüm var yanında ve asla gelmeyen [...] Haberciler, çalın boruları! Selam durun! Hayallere olan sevgin, yaşanmışları küçümseyişinle birdi. Aşkı küçümsemiş Bakire-Kral, Işığı küçümsemiş Gölge-Kral, Hayatı elinin tersiyle itmiş Düş-Kral, Çalparaların ve davulların boğuk gürültüsü altında, Karanlık seni İmparator ilan eder! Günbatımında, Ölüm’ün hüküm sürdüğü memleketlere doğru ışık saçar taç giyme törenin. Bilinmedik renklerde, gizemli çiçekler takmışlar başına, günahkâr bir tanrı gibi sıkıca sarmış seni bu saçma kordon. ... erguvan düş ayinin, Ölüm’e açılan şatafatlı oda, Çöküş’ün imkânsız yosmaları. Uşaklar! Selamlayın şu muhteşem şafağı, mazgalların üzerinden boruları çalarak! Ölümün Kralı, krallığına gelmekte! Ey siz uçurum çiçekleri, ey siz kara güller, ay beyazı darılar, kırmızısı aydınlığa kesmiş gelincikler! ----------------------------------- *Wittelsbach Hanedanı’na mensup olan II. Ludwig (1845-1886) “Düşler Kralı” olarak bilinir. 19 yaşında tahta çıktı. 1886 yılında delirdiği gerekçesiyle Berg Şatosu’na kapatıldı. Üç gün sonra cesedi Starnberg Gölü’nde bulundu; olayın intihar mı kaza mı olduğu hiçbir zaman anlaşılamadı. (Ç.N.) **Ya da: pişmanlık duymayacaksın. ***Ya da: beyaz süslerin aklığını. ****Ya da: sürgünlerinden. *****Ya da: kendi canına kıyanların. ------------------------------------------ sayfa:586-591 BÜYÜK METİNLER
Huzursuzluğun Kitabı
Huzursuzluğun Kitabı
·
237 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.