Gönderi

312 syf.
9/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 3 days
Solaris insanoğluna sonsuz bir meydan okuma olarak kalacaktır. Kızıl gün doğumunun ışıkları pencerelere vuruyor, camlar adeta alev alev yanıyordu. Odaya mavimsi bir gölge düşmüştü ve bu gölgenin dışında kalan her şey bakırdan yapılmış gibi görünüyordu. Odada, düşünmekten neredeyse kafayı üşütecek olan Kelvin ile sanki zihninde köpüklenen suyun durulmasını beklercesine, sabit ve düşünceli bir şekilde duran Harey vardı. Bulunduğumuz istasyon ise bir çiçeğin yapısı anlatan; bir disk, merkezinde dört kat bulunduran (Taç yaprak), çevresinde ise iki kat bulunan ( Çanak yaprak) bir yapıydı. Diğer sakinleri Sartorius ve Snaut idi. Sartorius, gizemli bir hasır şapkaya sahip bir varlık ile vakit geçiriyor ve adeta hikikomori sendromuna sahip biriymiş gibi yaşıyordu. Snaut ise geçmişinde canlanan acılar ile yüzleşiyor; istasyona yeni gelen Kelvin ile sohbet girişimlerinde bulunmaya çaba gösteriyordu. Her biri, zamanın etkisi ile üzeri kapanan, bilinç dışı üretilen fikir ve eylemlerin içeriye tıkıştırıldığı kuyu ile ilgilenmek zorundaydı. Zira Solaris, tüm o kuyuların taşmasına sebep olmuş; sonucunda yaşanan felaketleri seyre koyulmuştu. Bir insanın özgür iradesi ile inşa ettiği yaşamının sınırlarını umursamayan, hiçbir güç kalkanının engelleyemediği bir güçtü; Solaris. Kuyuların taşmasının ardından ziyaretçilerinde gelmesi gecikmedi. Her bir ziyaretçinin manevi değeri ayrıydı. Geri gelen ziyaretçiler ya da meftunlar, tek bir ortak gaye ile harekete geçme çabası içerisindeydi; Vicdan azabı. Nedir bu vicdan azabı? Bir başkasına yapılan hareketten duyulan pişmanlık, değil mi? Peki ya bu pişmanlıktan dolayı kişinin yüzleşmesi gereken bedelin ölçütü neydi? İnsanlık tarihinden beri her insanın ağzına pelesenk olmuş bu sözcük, doğası gereği her bir insanın yaşamına bulaşmış durumda. Adeta çöl bitkilerinde olduğu gibi, bu duygunun da karanlıkta filizlenip canlandığı doğrudur. Önemli olan ise bu duygunun varlığı veya sayısı değil; bunlarla yüzleşebilmekte yatıyor. Bu düellodan sağ çıkılsa bile bu duygudan tamamen kurtulmak imkansız gibi. Aynı Kelvin gibi sürüklenir durur insan. Kelvin, yıllar önce kendisi ile tartışan ve bu tartışmadan birkaç gün sonra intihar etmiş Harey'i yani sevdiği kadın ile yüzleşmek durumunda kalıyor. İlk karşılaşmadaki şoku atlatır atlatmaz kurtulmaya çalıştığı bu gerçeklikten yakasını bir türlü kurtaramıyor. Gözlerini yeni güne her açtığında yanı başında uyanan, Harey'in tıpatıp aynısı olan bu canlıya alışmaya başlıyor. Bu canlı ne ölebiliyor ne de doğal gereksinimlere ihtiyaç duyuyor; adeta bir ruh gibi yaşamını sürdürüyor. Bu canlının ham maddesini bilinçli biri sağlarken, onu adeta bir demiurgos gibi işleyen Solaris dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor. İstasyonun dar ve sessiz koridorlarında ilerlerken birileriyle karşılaşmak neredeyse olanaksız. Herkes kovuğunda, yüzleşmesi gereken gerçekliğin yansımasını, diğerlerinin görmemesi için adeta bir inci gibi saklıyordu. Kelvin bu saklama çabasında olmadığından, Haley ile birlikte vaktinin çoğunu kütüphane de geçiriyordu. Solaris üzerine yazılan tüm hipotezleri, biraz alaylı bir şekilde inceleyen Kelvin bu saçmalıkların hangisini temel alacağını bilemiyordu. En çok bahsedilenin Giese'nin fikri olduğunu biliyordu fakat bu fikrin özünü oluşturan hayal gücünün bilimsel bir taban oluşturacağından şüpheliydi. Giese, okyanus plazmasının her seferde oluşturduğu özgün yaratımların bir amacı olduğunu savunuyordu. Giese, "uzayancalar"ın gezegendeki temel formu oluşturduklarını düşünmüş ve bunların yeryüzündeki denizlerin defalarca büyütülmüş, kümeler halindeki gelgit dalgalarına benzetmişti. Bu uzayancaların boyu kilometreleri bile bulabiliyordu. Fakat daha çetrefilli olan, ve Giese'nin adeta ömrünü adadığı form "öyküncüler" idi. Birbiri ile savaşan dalgaların ve köpüklerin yaklaşık on-on beş saat boyunca oluşturdukları bu dallanıp budaklanan yapının, yaklaşık yüzlerce tonluk olan bu yapının yıkılışında ise birkaç saniye boyunca yapış yapış, şapırtılı denilebilecek bir gümbürtü eşlik ediyordu. Bu sürekli bir devinim halinde olan yaratım süreci Giese'nin tüm yaşamını adamasına; hatta ecelinin gelmesine yol açmıştı. Bu devinimin evrelerin ilki Kısır Öyküncü idi, ardından ise Yetişkin Öyküncü oluşuyordu. Ve yaklaşık olarak bu süreç on- on beş saat sürüyordu. Bu evreleri farklı bir şekilde tanımlayan bir Solarisçi de vardı; Uyvens. "Dejenerasyon evresi" diye tanımladığı bu süreci bir yozlaşma, bir kuruyup solma olarak görüyordu. Uyvens'e göre, bu yaratılar kendilerini doğuran okyanusla bağlantıları koptuğu için okyanusun kontrolünden çıkmışlardı. Giese'nin hipotezi dışında neredeyse ciltler halinde basılmış hipotezler de vardı. Biri Solaris'in nesneleri adeta kopyalama yeteneğine sahip olduğu için Şeytanlaştırmış; bir diğeri ise bu yaratımdan fazlasıyla mistik anlamlar çıkarmıştı. Adeta bilimsel verilerin temelini oluşturması gereken hipotezlerin her birinin oluşumunda insanlığın dur durak bilmeyen hayal gücü ile oluşturduğu, gerçeklikten epey uzak tahminler bulunuyordu. Fakat Kelvin dahil, hiç kimse buna karşı eleştirilerde bulunamıyordu. Zira Solaris gezegeninden alınan numunelerin üzerindeki araştırmaların değerleri sürekli değişiyor, gezegen üzerinde gerçekleşen yaratımların düzensizliği yüzünden kesin bir sonuca ulaşılamıyordu. Kısaca ne idüğü belirsiz, nasıl bir yaratım motivasyonu ile hareket ettiği belirsiz olan bu gezegende, bir avuç insanın gerçeklerle yüzleşmesine tanıklık ediyoruz. Lem'in neredeyse birçok eserinde dokunuşlar yaptığı Tanrı'nın yapısı hakkında, düşüncelerini detaylı bir şekilde bu eserinde görücüye çıkarıyor; Umutsuzluk Tanrısı. Kelvin'in sözleri ile devam edersek eğer, " Sözünü ettiğim, özünde bulunan en temel özelliği kusurluluk olan bir Tanrı. Bu, her şeyi bilme ve her şeye gücü yetme yetisi sınırlı, eserlerinin geleceğini önceden görme konusunda yanılan, kendi şekillendirdiği olaylar karşısında dehşete düşebilen bir Tanrı olur. Hep gücünü aşan şeyler yapmak isteyen ve bunların gücünü aştığını hemen fark edemeyen... özürlü bir Tanrı. Saatleri yapan, ama saatlerin ölçtüğü zamanı yaratamayan bir Tanrı. Bu Tanrı belirli amaçlara hizmet eden sistemleri ya da mekanizmaları yarattı, ama bunlar bu amaçları aşıp amaçlarına ihanet etti. Olması gerektiği gibi gücünün ölçüsünde değil, sınırsız yenilgisinin ölçüsünde bir sonsuzluk da yarattı." Snaut ise sohbetin ilerleyen kısımlarında, şu harika tespit ile devam ediyor, " Senin anlayışına göre, Solaris belki de umutsuzluk Tanrı'sının ilk ürünü, tohumu. Belki bu Tanrı henüz çocukluk evresinde olduğu için enerjik eylemlerde ve yaratımlarda bulunuyor ve bunlar rasyonel değil; bu yüzden de Solaris'e ilişkin kitaplarımızın içeriği onun bebeklere özgü reflekslerinin büyük bir kataloğu." Ve bu hipotezin sahibi, Snaut feragat ettiği için Kelvin oluyor. Ve diğerleri gibi bu hipotez de bir yığının parçasından ibaret kalıyor. Eseri ilk okuduğumda, Solaris gibi bir canlının; bilinenin dışında, ilk temas temasına girebilecek olan bu eserin sadece bu fikirle bile muazzam bir iş başardığı düşünüyordum. Ayrıca baharat niteliğinde olan gerilim ve merak duygusu ile harmanlamış olan eser bana çok lezzetli gelmişti. İkinci defa okuduğumda ise bu ziyafetten daha tok ayrıldığımı söyleyebilirim. Gerilim ve merak duygusu yerine bu sefer yüzleşme ve gerçeklik kaygısı içerisinde debelenip durdum. Zira Solaris' de geçirilen her bir dakika gerçekliğin yitimi demekti. Yaşadığı anı kurula rapor olarak sunan Berton'un, kurul tarafından gerçeklikle hiçbir ilgisi ya da en azından dikkate alınır bir ilgisi olmadığı söylendiğinde, Berton'un cevap niteliğinde söyledikleri, " Gerçeklik ne dereceye kadar dikkate alınabilir ya da alınmaz, bunun ölçütü nedir?" diye sorgulamasını, ardından ise Kelvin'in düş ve gerçekliğin ipliklerinin birbirine dolandığı şu sahnede, " Uyandığımda gerçekliğin, gerçek gerçekliğin aslında düşte gördüklerim olduğuna, gözlerimi açtıktan sonra gördüklerimin ise o gerçekliğin sadece soluk bir gölgesi olduğuna ilişkin paradoksal bir duyguya kapıldım." İster istemez sizde gerçekliği sorgulamak durumunda kalıyorsunuz. Lem'in yaratımında bulunduğu bu başyapıtın, istasyondaki her bir odada yaşanan içsel mücadelelerin eşliğinde akıp giden bu eserinin, dimağları biraz zorlasa da keyif alınarak okunabilecek bir eser olduğunu düşünüyorum. İç hesaplaşma, vicdan azabı, gerçeklik ve düş, Tanrı'nın varlığı, İlk temas teması, aşk... Yaşama dair ne duygu varsa aktarılmış eserde. Lem'in yazdığı eserlerden alışılagelmiş bir şekilde sonlanan Solaris eserinin zihninizde her daim yer edineceğinden eminim. Böyle yaratımlar da bulunan, adeta acayip diye tabir edilecek biri olan Lem'i iyi ki keşfetmişim. Lem'in eserlerini okumanızı ve okuduğunuz her şeyi sorgulamanız dileğiyle...
Solaris (SL10)
Solaris (SL10)Stanislaw Lem · Alfa Yayınları · 20221,140 okunma
·
227 views
Onur okurunun profil resmi
I. Kızıl gün doğumunun ışıkları pencerelere vuruyor, camlar adeta alev alev yanıyordu. Odaya mavimsi bir gölge düşmüştü ve bu gölgenin dışında kalan her şey bakırdan yapılmış gibi görünüyordu. Kitaplar raflardan düşecek olsa, her biri düştüğünde çınlayacaktı sanki. - Alfa yayınları, Lehçeden çeviren Seda Köycü. II. Pencereden dolan kızıl gündoğumu odayı ikiye bölüyordu. Mavi bir gölge altındaydık ikimiz de. Gölgeli alan dışında kalan her şey yanık bakır rengiydi; Raftan bir kitap inseydi madeni bir ses bekleyecektim içgüdüyle. - İletişim, İngilizceden çeviren Mehmet Aközer. Alfa yayınlarında ana karakterlerimizin bazılarının ismi, - Harey - Snaut İletişim'in baskısında ise, - Rheya - Snow İki çeviriyi kıyaslayacak bir bilgi birikimine sahip olmadığım için kesin bir şey söyleyemeyeceğim. Ama eğer iki yayınevinin birini seçecek olsaydım bu Alfa yayınları olurdu.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.