Altı sene süren bir dünya savaşının dışında kaldığımız
halde, harbeden milletlerden daha perişan olduk. Bir başvekil
tarafından Adan Z'ye kadar bozuk olduğu söylenen ehliyetsiz
bir idare makinesi, bir sürü fırsat düşkününün elinde oyuncak
haline geldi. Yıllardan beri milletin soyulmasına, hastalık,
sefalet, gerilik içine yuvarlanmasına sebep, hatta âlet oldu.
Birbiri arkasına iktidara gelip, her biri kendinden evvelkinin
işlerini tersine çeviren ve tek prensibi prensipsizlik olan
hükümetler, milletin ekmeğini, yağını, kömürünü bile temin
edemeyecek kadar beceriksizlikte başarı gösterdiler.
Bütün bunların tabii bir neticesi olarak da millet baştakilere
karşı hudutsuz bir nefret ve itimatsızlık beslemeye başladı ve
her fırsatta bunu gösterdi. Asırlardan beri kendisine her
takımdan yabancılaşmış kimselerin elinde oyuncak olmanın
verdiği gevşekliğe rağmen, iradesini kullanmak imkânını
bulur bulmaz ne yapacağını, 21 Temmuz 1946 seçimlerinde
belli etti.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki emperyalizm düşmanı ve
halkçı mahiyetini kaybetmiş olan iktidar, milletle kendisi
arasındaki uçurumu görünce müthiş bir korkuya kapıldı.
Yirmi beş senenin hesabını veremeyeceğini ve böyle bir hesap
sormanın, sadece koltukları, apartımanları, bankadaki paraları
değil, tatlı canları bile tehlikeye düşürebileceğini pekâlâ
hissediyordu. Ne bahasına olursa olsun iktidarı bırakmamak bir ölüm dirim meselesiydi. Halbuki herhangi bir kuvvete
dayanmayan iktidarın tutunmasına da imkan yoktu. İşte o
zaman, baştakiler yüzlerindeki halkçı maskeyi tamamen
fırlatıp attılar, millete karşı adeta kin denilebilecek bir
kırgınlık ve istihfafla, zorba valileri ve eli sopalı candarmaları
harekete geçirdiler. Ve asla dayanamayacakları milleti
böylece zorla baskı altında tutarken, kendileri de, yabancı bir
devlete dayanarak iskemlelerinde kalmak yolunu tuttular.
Emperyalizme karşı yapılan kanlı bir halk savaşının
doğurduğu Türkiye Cumhuriyeti, böylece, girmediği bir
harbin sonunda, mürteci ve soyguncu kuvvetlerin yanında yer
aldı. Dünyanın neresinde bir milli kurtuluş savaş varsa ona
düşman, dünyanın neresinde mürteci bir general, parazit bir
kral, halk düşmanı bir yabana müdahalesi varsa ona dost
kesildi. Fakat iktidardakilerin bütün mukadderatlarını
bağladıkları bu yabancı memleketlerin halk efkârı bizdeki
gibi boğulmuş ve yıldırılmış olmadığından, kendimizi onlara
şirin göstermek lazımdı. Derhal bir demokrasi komedyası
başladı. Her şey eski tas, eski hamam olduğu ve halk kütleleri
siyasî ve iktisadî hak ve hürriyetlerden tamamen mahrum
edildiği halde,
"çok partili demokrasi” diye bir teranedir
tutturdular. Söylediklerine ne kendileri, ne halk kütleleri, ne
de hatta dalkavukluk ettikleri devletler inanıyorlardı. Fakat
akıllarınca zevahir kurtarılmış oluyordu. Amerika ve
İngiltere'deki mürteci mahfiller ise, bu komedi y:
desteklemeyi, Yakın ve Orta Şarktaki hakimiyet emellerine
uygun buluyorlar ve kendilerine "kayıtsız şartsız" itaat edecek
bir zümrenin Türkiye’de iktidarı muhafaza etmesini
istiyorlardı. Bunun için, bizim gazete ve radyoların
yalanlarını onlar da kendi milletlerine ulaştırdılar, ana
karakteri “halk düşmanı” olan bir iktidarı, demokrasi diye desteklemekten çekinmediler. Bizimkiler de onların gözünü
daha iyi boyamak için himmette kusur etmediler. İngiliz
lordları içecek şarap bulamazken, halk veremden kırılırken,
İngiliz Kralı bir Aksaraylı hemşerimiz kadar gıda almıyor
diye sıkılmadan yalan söylediler; köylümüzün dörtte üçü
inlerde, kovuklarda, kerpiç kulübelerde hayvanlarıyla birlikte
yaşarken, yabancıların geçtiği tren yolu boylarına göstermelik
modern köyler yaptılar. Millet kilosu iki buçuk liradan pirinç
bulamazken, devlet kesesinden besledikleri bir lokantada
yabancılara iki liraya lüks yemekler yedirdiler.
Halbuki memleketin iktisadî temelleri kökünden
sarsılmıştı, umumî sefalet, baştakilerin kör gözlerine bile
batacak bir mahiyet almış ve bütün yabancı dostlara rağmen
endişelerini arttırmağa başlamıştı. Kafalar, millî bir çerçeve
içinde kalkınma çareler, arayıp bulamayacak kadar zayıf olan
ve milletten bu yolda hiçbir yardım görmeyeceklerini pekâlâ
bilen bu adamlar, bütün ümitlerini, dışardaki dostlarının
himmetine bağlamışlardı. Yakında patlayacağını
hesapladıkları korkunç bir dünya boğuşmasında yurdumuza
bir fedai vazifesi yükledikleri için hesapsız kitapsız yardım
istiyorlar ve bunu sahiden bekliyorlardı.
Amerikan halkı, vergi mükellefi ise, hiç de bu fikirde
değildi. Kendisine on binlerce kilometre uzaktaki bir
memleketin maceracı politikasını desteklemek için hiç de
nefsini sıkıntıya sokmak istemiyordu. Kendi hükümetinin
yalanlarını da bir hadde kadar yutuyor, fakat işin ucu keseye
dokununca hemen suratını buruşturuyordu. Bunun için
yardım meselesi, hiç de bizim hayalperestlerin arzuladığı
şekli almadı. Yani hiçbir yabancı devletin, Amerika kadar
zengin de olsa, bizim gibi iflâsa yaklaşmış, halkı yokluk ve
hastalıktan kırılan, devletle millet arasındaki münasebetleri adeta hasmane bir mahiyet almış bir memlekete bol keseden
altın dökmeyeceği meydana çıktı. Zaten bunun aksini
düşünmek gafletin büyüğüydü. Fakat bizimkileri bir telaştır
aldı. Halk ile göz göze gelip hesaplaşmaktan tir tir titreyen
zavallılar, sırtlarını dayadıkları destek yıkılmış gibi telaş
içinde sendelemeye, akla hayale gelmedik çarelere başvurup
yeni efendilerinden bir şeyler koparmaya uğraşıyorlardı. Bu
hususta, sözde muhalefet de iktidarla birlikte aynı oyunu
oynamaktan çekinmedi. Milletin ağında asırlardan beri
biriken kurtuluş emellerinin meydana çıkmasına vesile
olduktan sonra, halkın bu radikal temayüllerinde evvela
kendisi korkup iktidarın kucağına sığınan Demokrat Parti de,
Amerikan bankerlerine şirin görünmek için takla atmaya
başladı. Bütün dünyada halk düşmanı zümrelerin halkın
iradesini kullanması tehlikesine karşı başvurdukları köhne
çareye iktidar partisiyle birlikte sarıldı.
Bu çare ise, komünist tehlikesi masalıdır. Gerçi
yurdumuzda ne bir tehlike teşkil edecek kadar komünist, ne
de onları destekleyebilecek şuurlu ve teşkilatlı bir işçi kütlesi
vardı. Buna rağmen böyle bir tehlike, Amerika'dan para
koparmak ve içerdeki namuslu halk dostlarını yıldırmak için
lüzumlu olduğundan, mevcut de icat edilmelidir. İşte bunun
için sosyalist partilerin kurulmasına izin verilip, sonra bunlar
“Komünist” diye gürültü patırtı ile kapatılır. Bir içişleri
bakanı çıkar, kimisi yirmi beş sene önceye ait, kimisi tahrif
edilmiş sözde vesikalar okuyarak yaygara yapar. Birkaç kap
yemek veya birkaç lira para ile gırtlaklarından yakaladıkları
beş on gafil delikanlıya Hitler usulü nümayişler tertip ettirilir.
Hakikati söylemekten başka kusuru olmayan gazeteler kızıl
diye tahrip edilir, susturulur. Biraz uyanık kafalı olan
profesörler işlerinden atılır. Bütün bunlar, içeriye ve dışarıya karşı, memleketin kızıl bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğu
vehmini vermek için yapılmaktadır. Hatta, duyduğumuza
göre, yerli Gestapo son günlerde birtakım zavallı işçilere gizli
teşkilat kurdurmağa bile çalışıyormuş. Tabii bundaki maksat
da meydanda: Yarın böyle bir tuzağa düşen beş on işçi
bulunursa, bin bir türlü gürültü ile yeni tevkifler yapılacak.
"Yurdumuzu tehdit eden kızıl tehlike" hakkında feryatlar
koparılacak,
"kominformun memleketteki yıkıcı faaliyeti”
üzerinde tüyler ürpertici masallar anlatılacaktır. Ve bu oyunda
bütün halk düşmanları elbirliği etmiş vaziyettedir. Bu hususta,
ihtiyar tilki Hüseyin Cahit Yalçın, ihtirastan gözleri kararmış
Fahri Kurtuluş, yabancı menfaatlerin yorulmaz müdafaacısı
Yalman, tipik Bizanslı Fuat Köprülü, Turancı'ların oyuncağı
Kenar Öner hep aynı saftadırlar.
Memlekette mevcut olmayan bir kızıl tehlikeyi, halkçı
kuvvetlere karşı bir silah olarak kullanabilmek için âdeta
zorla yaratan ve körükleyen bu adamlar, hiç bir zaman bu
yalanlarla halkın gözünü boyayamayacaklardır.
Ve yine bu millet pek iyi biliyor ki, asıl tehlike, bu
memleketin istiklâlini de, hürriyetini de, varlığını da tehdit
eden bir tek ve hakiki tehlike, bugünkü ehliyetsiz iktidarın
devamıdır.
Sabahattin Ali, Zincirli Hürriyet, 5 Şubat 1948