Gönderi

336 syf.
8/10 puan verdi
Yan Lianke şu ana kadar hiçbir kitabıyla beni hayal kırıklığına uğratmadı. “Güneşin Öldüğü Gün” de bir istisna olmadı. Lianke bu kitabında dilimize çevrilen diğer kitaplarının aksine çok farklı bir konuyla karşımıza çıkıyor. Kitabın Çin’in belli yerlerinde yasaklandığını da söyleyelim. Bu yönüyle bile kitap merak uyandırmak için yeterli. Amerikan Rüyası olur da Çin Rüyası olmaz mı? Lianke bu kitapta Çin devlet başkanı Xi Jinping’in Çin Rüyası’nı eleştiriyor. Bu kitap genel olarak bunun hakkında aslında. Kitap son derece alegorik bir yapıya sahip. Bu durum bir bakıma bize sonsuz bir yorum seçeneği sunarken bir yandan da acaba “saçmalıyor muyum?” özeleştirisini de beraberinde getiriyor. Her ne kadar Lianke verdiği röportajlarda amacının bu rüyayı eleştirmek olmadığını (ki kitap bu terimin ortaya çıkmasından çok daha önce basılmış) söylese de uzun bir süre daha yetkililerin suçlamalarından kurtulamayacak gibi duruyor. Kitap 14 yaşındaki yarım akıllı Li Niannian tarafından anlatılıyor. Eserde yazarın kendisi de karakter olarak geçiyor. Yazar kendisi de eleştirmekten geri kalmıyor. İlham perileri Lianke’yi terk etmiş, kalem artık Li Niannian’a geçmiştir. Li ve ailesi Gaotian köyünde (böyle bir köy gerçekten var) bir levazımatçı dükkânı işletirler, amcaları da krematoryumdan sorumludur. Köyde her şey yolunda giderken bir akşam ilginç bir olay gerçekleşir. İnsanlar artık gidip yatacakları yerde sokaklara dökülmeye başlarlar. Amaçları yağışlar gelmeden tarlada kalan son hasadı kaldırmaktır. Bunun için kan ter içinde çalışmaya başlarlar. Ancak burada tuhaf bir durum vardır. Bu insanlar uykudadırlar. Evet, şu ana kadar sinemada olsun, edebiyatta olsun yaşayan ölülerle (biz bunlara genel olarak zombi diyoruz) defalarca karşılaştık. Peki yaşayan diriler ne oluyor? Köy halkı adeta birer zombi gibi uykuda yürümeye başlarlar ve o şekilde yarım kalan işlerini bitirmek için adeta birbirleriyle yarışırlar. Li ve ailesi bu durumu şaşkınlıkla izler. Li ve ailesi bu sıra dışı olayı öncelikle bir fırsat olarak görür, çünkü uykuda uyuyan insanlar bir süre sonra çeşitli kazalarda ölmeye başlarlar. Ancak roman ilerledikçe Li ve ailesinde davranış değişikliği olur, vicdanları ağır basar. Çok geçmeden bütün toplum tam bir kaosa sürüklenmeye başlar, güneş doğmadan daha kötü olayların olmasını engellemek, bu insanları uyandırmak ve köyü kurtarmak Li ve ailesine düşer. Uyurgezerler yürüyüşleri sırasında bastırılmış tüm arzularını, tüm fantezileri bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde açığa çıkarırlar. Kimin gerçekten uyurgezer olduğunu tespit etmek imkânsızdır. Çünkü herkes aynı şekilde davranır. Numara yapan köylüler otorite baskısı ve süper egolarından kurtulduklarında ilkel benliklerine dönmeye başlarlar. (Neden hep böyle olur ki?) Hatırlayacak olursak bu durum “Körlük” ve “Sineklerin Tanrısı” kitaplarının odak noktasıydı. İnsanoğlunu temelde kötü, şiddete meyilli bir yaratık olduğu savı bu kitapta da kendini gösteriyor. Bu bastırılmış duygular hırsızlık, cinayet, şiddet, gasp, tecavüz ve benzeri pek çok ayrı suçlarda su yüzüne çıkıyor ve köy tam bir kıyamet sonrası senaryoya evriliyor. Burada bence yazarın biz okurlara vermek istediği mesajlardan biri de bu. Yukarıda Çin Rüyası’nın eleştirisinden bahsetmiştim. Aslında yazar burada bir genelleme yapıyor bana göre. Burada sadece Çin toplumu değil, tüm insanlık eleştiriliyor. Yazar olayların Çin’de belli bir yerde geçmesine rağmen, o yerin dünyanın merkezi olduğunu ileri sürmesi de bu iddiayı destekliyor bence. Nerede yaşıyorsak yaşayalım bu aynı zamanda bizim de hikâyemizdir. Çin Rüyası için ödenecek bedel ne olacak? İşte asıl cevaplanması gereken soru bu. Dünya tam bir üretim ve tüketim çılgınlığı içinde. Her şeyi sahip olduğumuz meta üzerinden değerlendiriyoruz. Biz sahip olduğumuz şeyiz aslında bu yeni dünya düzeninde. Sonsuz bir gayret ve istek içindeyiz. Sürekli, hiç durmadan çalışıyoruz, peki ne uğruna? Biz insanların bu yaşayan dirilerden ya da uyurgezerlerden ne farkı kalıyor? İnsanlığın genel durumuna bakacak olursak her gün yaptığımız şeyler aynı, mekanik bir şekilde belli görevleri yerine getirip eve dönüyoruz. Dışarıda dolaşıyoruz ama uyurgezerler gibi bilinçten yoksunuz. Sadece Çin toplumu değil hepimiz büyük bir felakete doğru, kollarımız önde yürüyoruz. Kitap aslında sanki bu gerçeği göstermeye çalışarak biz uyurgezerleri uyandırmaya çalışıyor. Kitabı belli bir kategoriye sokmak zor ama kitap distopik, bilim kurgu ve sürrealist bir kitap arasında gidip geliyor. Gerçekten kitabın barındırdığı şeyler bir Hollywood zombi filmini aratmayacak nitelikte. Çünkü her şey fazlasıyla, karanlık korkunç ve kanlı. Son olarak, olayların 14 yaşında bir çocuğun güzünden anlatılması kitaba bence gizemli bir hava katmış. 14 yaşında bir çocuğun kurabileceği cümleler ve seçeceği kelimeler neyse yazar buna sadık kalmış. O yüzden anlatım çok basit, cümleler çok kısa ve birbirini sürekli tekrar ediyor. Ben böyle bir anlatım tarzını daha önce hiçbir kitapta görmedim ve bu çok da hoşuma gitti. Netice gayet güzel ve anlamlı bir kitap ortaya çıkmış. Herkese keyifli okumalar...
Güneşin Öldüğü Gün
Güneşin Öldüğü GünYan Lianke · İthaki Yayınları · 2022162 okunma
··
1.263 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.