Gönderi

Aşk-ı Memnu!
Rénée [üvey anne] Gülüyor, Maxime'i [üvey oğlu] göğsüne bastırıyor, dudaklarından öpüyordu. O sırada, bir gürültü işitip başlarını çevirdiler. Saccard [koca] kapının önünde ayakta duruyordu. Müthiş bir sessizlik oldu. Renée kollarını Maxime'in boynundan yavaş yavaş ayırdı; başını eğmiyor, ölü gözleri gibi sabit, iri gözlerini kocasından ayırmıyordu. Genç adam, âciz, dehşet içinde, başını eğmiş, şimdi Renée'nin kolları vücudunu kavramadığı için, sendelemeye başlamıştı. Saccard, nihayet kocalığını ve babalığını ona duyuran bu müthiş darbe ile yıldırım çarpmışa dönmüş, yüzü sapsarı, ilerlemiyor, çakmak çakmak gözleriyle onlara uzaktan bakıyordu. Banyo odasının rutubetli ve güzel kokan havasında, üçlü şamdan, kızıl bir gözyaşı damlasını andıran, hareketsiz, dimdik ışıklarıyla alev alev yanıyordu. Sessizliği, o müthiş sessizliği, yalnızca dar merdivenden gelen müzik sesi bozuyordu; vals, yılan gibi kıvrıla kıvrıla süzülüyor, halkalanıyor, yırtık mayonun ve yere düşmüş etekliklerin ortasında, kar gibi beyaz halının üstünde uyukluyordu. Sonra, Saccard ilerledi. Bir şiddet gösterme ihtiyacıyla yüzüne kan oturuyor, suçluları tepelemek için yumruklarını sıkıyordu. Bu cevval, ufacık tefecik adamda, öfke, silah sesi gibi patlıyordu. Boğuk bir sesle alay ederek yaklaşıyordu: "Evleneceğini haber veriyordun, değil mi?" Maxime geriledi, duvara yaslandı, dili dolaşarak: "Dinle bak," dedi, "kendisi bana..." Renée'yi korkakça itham edecek, suçu ona yükleyecek, kendisini kaçırmak istediğini söyleyecek, kendini ezikçe, suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi titreye titreye savunacaktı. Fakat takat bulamadı, kelimeler boğazına takılıyordu. Renée aynı heykel katılığını muhafaza ediyor, aynı sessizlikle meydan okuyordu. O zaman Saccard, herhalde bir silah bulmak için, etrafına çabucak bir göz attı. Tuvalet masasının köşesinde, tarakların ve tırnak fırçalarının arasında, mermerin üzerinde sarı rengiyle göze çarpan damgalı kâğıda yazılı satış senedini gördü. Senede baktı, suçlulara baktı. Sonra eğildi, senedin imzalanmış olduğunu gördü. Gözleri, açık duran hokkadan, kollu şamdanın dibinde bırakılan, mürekkebi hâlâ kurumamış kaleme gitti. Bu imzanın karşısında dimdik durdu, düşündü. Sessizlik koyulaşır gibi oluyor, mumların alevleri uzuyor, vals odanın duvarları boyunca daha rehavetle salınıyordu. Saccard belli belirsiz bir omuz silkti. Karısı ile oğluna derin nazarlarla baktı, sanki kendi zihninde arayıp bulamadığı bir açıklamayı onların yüzünde zorla okumak istiyordu. Sonra senedi usul usul katladı, frakının cebine yerleştirdi. Yanakları sapsarı olmuştu. Karısına alçak sesle: "İmzaladığınıza iyi ettiniz, güzelim," dedi. "Yüz bin frank kazanmış oldunuz. Bu akşam parayı size veririm." Adeta gülümsüyor, yalnız elleri titriyordu. Birkaç adım attı: "Burada insan nefes alamıyor," dedi. "Bu buhar banyosuna girip de kimbilir hangi muziplik için kumpas kurmak kimsenin aklına gelmez!.." Sonra, babasının sakinleşen sesini işitip hayretle başını kaldıran Maxime'e döndü: "Haydi, sen gel bakalım," dedi. "Yukarı çıktığını gördüm de, Mösyö de Mareuil'le kızına veda edesin diye seni arıyordum." Baba oğul konuşa konuşa indiler. Renée, tuvalet odasının ortasında, ayakta, yalnız kaldı; baba oğulun omuzlarının, içine dalıp gözden kaybolduğunu gördüğü küçük merdivenin boşluğuna baktı. Gözlerini bu kovuktan ayıramıyordu. Bu nasıl şeydi! Sakin sakin, dostça gitmişlerdi. Bu iki erkek birbirini tepelememişti. Renée kulak kabarttı, merdiven basamaklarında korkunç bir boğuşma olup birileri yuvarlanacak mı diye dinledi. Hiçbir şey olduğu yoktu. Ilık karanlığın içinde, bir dans gürültüsünden, sürekli tekrar eden bir müziğin ahenginden başka bir şey yoktu. Uzaktan, Markiz'in gülüşünü, Mösyö de Saffré'nin pürüzsüz sesini duyar gibi oldu. Demek facia bitmişti, öyle mi? İşlediği suç, grili pembeli yataktaki öpüşmeler, serada geçirilen ateşli geceler, aylarca içini yakan bütün bu uğursuz aşk, bu bayağı ve tiksindirici sona ulaşmıştı demek. Kocası her şeyi biliyordu da onu dövmüyordu bile. Etrafındaki sessizlik, bitmez tükenmez valsin içinde sürüklenip gittiği o sessizlik, onu bir cinayetin gürültüsünden daha fazla korkutuyordu. Bu sükûnetten korkuyordu, bir aşk kokusu ile dolu bu sevimli ve gözlerden uzak tuvalet odasından korkuyordu. Elbise dolabının boy aynasında kendini gördü. Yaklaştı, aynadaki görüntüsüne şaştı, kocasını unuttu, Maxime'i unuttu; karşısındaki acayip kadın, zihnini tamamıyla işgal ediyordu. Delilik başlamıştı. Şakakları ve ensesinden yukarı doğru kaldırılmış sarı saçları, ona çıplak bir vücut gibi, müstehcen bir şey gibi gözüktü. Alnındaki kırışık öyle derinleşmişti ki gözlerinin üstünde kara bir çizgi gibi, bir kırbaç darbesinin bıraktığı ince ve mavimtırak bir yara gibi duruyordu. Ona bu damgayı kim vurmuştu böyle? Halbuki kocası elini bile kaldırmamıştı. Dudaklarının solgunluğu da ona hayret veriyor, miyop gözleri ona ölü gözleri gibi görünüyordu. Ne kadar ihtiyarlamıştı! Başını eğdi, kendisini mayoyla, incecik bürümcük bluzla görünce, kirpiklerini indirerek, yanakları birdenbire kızararak, vücudunu seyretti. Onu böyle çırçıplak soyan kimdi? Göbeğine kadar vücudunu açan bu perișan orospu kılığıyla ne yapıyordu? Bilemiyordu. Mayonun yuvarlaklaştırdığı uyluklarına, kıvrak hatlarını bürümcüğün altından seçtiği kalçalarına, apaçık gerdanına bakıyordu; baktıkça kendinden utanıyor, kendi vücudunu hor görüyor, onu böyle, tenini gizlemek için ayak ve el bileklerine taktığı altın halkalardan ibaret kıyafetiyle bırakanlara karşı için için öfke duyuyordu. O zaman, bulanmakta olan bir zekânın sabit fikriyle, orada, o aynanın karşısında, çırçıplak ne işi olduğunu düşünüp dururken, birdenbire bir sıçrayışta çocukluğuna kadar gitti, kendisini yedi yaşındaki haliyle Béraud konağının o ağırbaşlı loşluğu içinde gördü. Elisabeth Hala'nın Christine'le kendisine kırmızı kareli gri yünlüden entariler giydirdiği günü hatırladı. Noel yortusuydu. Bu bir örnek entarilere ne kadar sevinmişlerdi! Hala onları şımartıyordu, hatta ikisine de birer mercan bilezik ve kolye verecek kadar ileri gitmişti. Entarilerin yenleri uzundu, yakası çenelerine kadar geliyordu, bilezikle kolye kumaşın üzerinde duruyor, gözlerine pek hoş görünüyordu. Renée babasının da orada bulunduğunu, o hüzünlü haliyle gülümsediğini hatırlıyordu. O gün, kız kardeşiyle ikisi, çocuk odasında, üstlerini kirletmemek için oyun oynamadan, büyük insanlar gibi dolaşmışlardı. Sonra, Visitation manastırında arkadaşları, parmaklarının ucuna kadar inen ve yakası kulaklarını aşan entarisiyle "Pierrot kılığı" [17. yüzyıl İtalyan tiyatrosunda doğan bir komedi ve pandomim tiplemesi] diye alay etmişlerdi. Sınıfta ağlamaya başlamıştı. Teneffüste, yine alay etmesinler diye, kollarını kıvırmış, yakasını içeri katlamıştı. Mercan kolye ile mercan bilezik, çıplak boynunda, çıplak kolunda, gözüne daha güzel gözükmüştü. Acaba çırçıplak soyunmaya o gün mü başlamıştı? Hayatı olduğu gibi gözünün önüne geliyordu. O sürekli korkusunu görüyor, içinden yükselen, dizlerine kadar, karnına kadar, sonra dudaklarına kadar gelen, şimdi de dalgası başının üstünden geçerek kafatasını hızlı hızlı dövdüğünü hissettiği o altın ve ten uğultusunu işitiyordu. Bu, muzır bir özsu gibiydi; vücudunu yormuş, yüreğine yüz kızartıcı sevgi urları doldurmuş, beyninde hasta kaprisleri, hayvan kaprisleri yaratmıştı. Bu özsuyu, ayak tabanları, kendi konak arabasının halısından, daha başka halılardan, evlendiğinden beri üzerinde yürüdüğü bütün o ipeklerden, o kadifelerden emmişti. Şimdi kanında filizlenen, damarlarında dolaşan bu zehrin tohumlarını, oralara başkalarının ayakları bırakmış olsa gerekti. Çocukluğunu gayet iyi hatırlıyordu. Küçükken, yalnızca merakları vardı. Hatta daha sonraları, onu kötülüğe sürükleyen, uğradığı o tecavüzden sonra bile, bu kadar ayıbı istememişti. Elisabeth Hala'nın yanında oturup örgüsünü örmekle kalsaydı, muhakkak ki daha iyi bir insan olacaktı. Renée, elinden kaçırdığı o huzur dolu geleceği okumak için, sabit bakışlarla aynaya bakarken, halanın çorap şişlerinden çıkan muntazam tıkırtıları işitir gibi oluyordu. Fakat gördüğü şey, yalnızca kendi pembe bacakları, pembe kalçaları, karşısında duran, pembe ipekten yapılma o acayip kadındı; bu kadın, sık dokunmuş ince bir kumaşı andıran cildiyle, kuklaların ve oyuncak bebeklerin aşkları için yaradılmışa benziyordu. Renée bu hale gelmiş, göğsü yarılınca içinden sadece kepek dökülen kocaman bir oyuncak bebek olmuştu. O zaman, hayatını dolduran aşırılıkların karşısında, babasının kanı, buhranlı anlarında onu huzursuz eden o burjuva kanı, içinde haykırdı, isyan etti. Cehennem aklına geldikçe daima korkudan titreyen onun, Béraud konağının loş ciddiyeti içinde yaşaması gerekirdi. Onu böyle çırçıplak soyan kimdi? O zaman Renée, aynanın mavimtırak loşluğu içinde, Saccard'la Maxime'in yüzlerini görür gibi oldu. Sıska bacakları üzerinde duran kara kuru, alaycı Saccard, demir renkli, kıskaç gülüşlüydü. Bu adam, bir irade timsaliydi. Renée, onun on seneden beri demirci ocağında, kor haline gelmiş metalin kıvılcımları ortasında, kavrulmuş vücuduyla, nefes nefese, sürekli demir dövdüğünü, kendisinin de ezilmesi tehlikesini göze alarak, kollarının takatinden yirmi misli ağır çekiçleri kaldırdığını görüyordu. Onu şimdi anlıyordu; Saccard, bu insanüstü gayretiyle, bu muazzam dolandırıcılığıyla, hemen hudutsuz bir servete konmak için beslediği sabit fikriyle, onun gözüne büyümüş gibi göründü. Onun engellerden atlayışını, çamurlar içinde yuvarlanışını, hedefe vaktinden önce ulaşmak için üstünü başını temizlemeye bile vakit bulamayışını, kazancının tadını çıkarmak için yolda duraklamak bile istemeden, altınlarını koşarken yiyişini hatırlıyordu. Sonra, babasının kaskatı omzu üstünde, Maxime'in sarışın, güzel başı gözüktü; her zamanki neşeli kız tebessümüyle gülümsüyor, hiç yere indirmediği, kof bakışlı, fahişe gözleriyle bakıyor, alnının ortasındaki çizgi kafatasının beyazlığını gösteriyordu. Saccard'la alay ediyor, kendisinin şahane bir tembellik içinde yediği o parayı kazanmak için kendisini bu kadar zahmete sokmasından dolayı ona esnaf gözüyle bakıyordu. Başkalarının sırtından geçiniyordu. İnce uzun, yumuşak elleri ahlaksızlıklarını anlatıyordu. Tüysüz vücudunda, iştahı dindirilmiş yorgun bir kadın vücudu hali vardı. Ahlaksızlığın bir ılık su rahatlığı ile aktığı bu gevşek ve yumuşak varlıkta, kötülüğü merak etmenin şimşeği bile çakmıyordu. O, itaat edendi. Renée, aynanın hafif gölgelerinden bu iki hayalin çıktığını görünce, bir adım geriledi; Saccard'ın kendisini kumarda ortaya sürülen bir para gibi fırlattığını, Maxime'in de o sırada orada bulunup vurguncunun cebinden düşen bu Louis altınını kaptığını anladı. Renée, kocasının cüzdanında, bir kıymet olarak duruyordu; Saccard onu bir gecelik tuvaletlere, bir mevsimlik âşıklara sürüyordu; demiri kendi eliyle yaldızlamak için kullandığı kıymetli bir maden gibi onu kullanıyor, ocağının alevleri içinde eğip büküyordu. Baba, onu, yavaş yavaş, oğlunun öpücüklerini isteyecek derecede çılgın, o derecede zavallı hale getirmişti. Maxime, Saccard'ın âcizleşmiş soyuysa, Renée de kendisinin bu iki erkeğin çürük mahsulü olduğunu hissediyordu; bu ikisinin aralarında kazdıkları, şimdi de birlikte içine düştükleri alçaklık uçurumuydu o. Şimdi artık biliyordu. Kendisini çırçıplak soyanlar bu adamlardı. Saccard korsajın kopçalarını çözmüştü, Maxime de etekliği sıyırmıştı. Sonra, ikisi birlikte, gömleği çekip almışlardı. Artık Renée, bir cariye gibi, üzerinde örtünecek bir bez parçası bile bulunmadan, bileklerinde altın halkalarla kalmıştı. Demin ikisi de onu seyrediyor, "çıplaksın" demiyorlardı. Oğul bir ödlek gibi titriyor, suçunu sonuna kadar götürmek gerektiğini düşündükçe ürperiyor, Renée'yi ihtirası yolunda takip etmek istemiyordu. Baba ise, onu öldürecek yerde, soymuştu; bu adam, insanları ceplerini boşaltarak cezalandırıyordu; bir imza, öfkesinin şiddeti arasında, güneş ışığı vurmuş gibi tesir ediyor, Saccard intikam olarak imzayı alıp götürüyordu. Renée, sonra, baba oğulun omuzlarının karanlıklara daldığını görmüştü. Ne halının üzerinde bir kan lekesi, ne bir feryat, ne bir inilti. Alçak adamlardı bunlar. Onu çırçıplak soymuşlardı. Renée geleceği yalnızca bir gün okuyabildiğini düşündü; o gün, Monceau Parkı'nın mırıltılarla dolu karanlığına bakarken, kocasının günün birinde kendisini kirleteceği, deliliğe sürükleyeceği aklına gelmiş, gittikçe artan arzuları arasında onu ürkütmüştü. Ah! Zavallı başcağızı nasıl da ağrıyordu! Ona tanrılar gibi bedelini ödemeyeceği hazlarla dolu, mutlu bir fanusta yaşadığını düşündüren o hülyanın yanlışlığını şu anda nasıl da anlıyordu! Hayâsızlık diyarında yaşamıştı; şimdi vücudunun kendini bırakışıyla, can çekişen varlığının ölümüyle cezalanıyor, ağaçların engin sesini dinlemediği için ağlıyordu. Çıplaklığı onu öfkelendiriyordu. Başını çevirdi, etrafına baktı. Tuvalet odası hâlâ aynı ağır misk kokusuna, aynı sıcak sessizliğe gömülüydü; valsin tempoları, bir su tabakası üzerinde silikleşen son halkalar gibi, hâlâ işitiliyordu. Zayıflayarak uzaktan gelen bu şehvet gülüşü, tahammül edilmez bir alaycılıkla, başının üzerinden geçiyordu. Renée artık bu sesi işitmemek için kulaklarını tıkadı. O zaman, tuvalet odasının debdebesini gördü. Başını kaldırıp pembe çadıra baktı, okunu hazırlamakla meşgul tombul yanaklı aşk perisinin arkasından gözüktüğü gümüş çelenge baktı; bakışları, mobilyaların üzerinde, şimdi ne olduklarını anlayamadığı kavanozlarla, avadanlıklarla dolu tuvalet masasının mermeri üzerinde uzun uzun durdu; suyu durgunlaşmış, hâlâ ağzına kadar dolu duran banyonun yanına gitti; koltukların beyaz sateni üzerinde sürünen kumaşları, orman perisi Ekho'nun kostümünü, unutulup kalmış eteklikleri, havluları ayağıyla itti. Bütün bu şeylerden utancın sesi yükseliyordu: Orman perisi Ekho'nun elbisesi, ona, kendisini Maxime'e herkesin gözü önünde sunma garabeti uğrunda kabul ettiği o oyunu anlatıyordu; banyo onun vücudunun kokusunu yayıyor, içine dalıp çıktığı su, odanın içini, onun hasta kadın ateşiyle dolduruyordu; masa, üzerindeki sabunlarla ve yağlarla, mobilyalar, yatağı andıran yuvarlaklıklarıyla, ona hoyratça teninden, aşklarından, unutmak istediği bütün bu kirli şeylerden bahsediyordu. Tekrar tuvalet odasının ortasına geldi, yüzü kıpkırmızıydı; bu halvet kokusundan, bir fahişe hayâsızlığıyla açılıp saçılan, bütün bu pembeliği gözler önüne seren bu debdebeden nereye kaçacağını bilemiyordu. Kendisi gibi, oda da çıplaktı; pembe banyo, perdelerin pembe kumaşı, iki masanın pembe mermerleri canlanıyorlar, geriniyorlar, tortop oluyorlar, onu öyle bir ahlaksızlıkla, öyle canlı bir şehvetle kuşatıyorlardı ki Renée gözlerini kapadı, başını eğdi, vücudunu ezen tavanın ve duvarın dantelleri altında küçüldü. Fakat karanlıkta, tuvalet odasının ten rengini, bir leke gibi tekrar gördü, yalnızca onu da değil, yatak odasının tatlı külrengini, küçük salonun yumuşak altın parlaklığını, seranın çiğ yeşilini, bütün bu suç ortağı debdebeyi de gördü. Ayaklarının o uğursuz özsuyunu aldığı yerler buralarıydı. Bir çatı katında, bir ot minder üstünde olsaydı, Maxime'le yatmazdı. Bu, pek alçakça bir şey olurdu. İpek, kendine has süslü suçunu işlemişti. Renée bu dantelleri söküp atmayı, bu ipeklerin üstüne tükürmeyi, geniş karyolasını tekmelerle parçalamayı, bütün şatafatını, içinden kendisi gibi yıpranmış ve kirlenmiş olarak çıkacağı bir çirkefe sürüklemeyi hayal ediyordu. Gözlerini açınca aynaya yaklaştı, görüntüsüne bir kere daha baktı, kendisini yakından inceledi. Tükenmişti. Ölüye benziyordu. Bütün yüzü, beynindeki yıkıntının sona ermekte olduğunu anlatıyordu. Duyularının son sapkınlığı olan Maxime, eserini tamamlamış, onun bedenini tüketmiş, aklını sakatlamıştı. Artık tadacağı hiçbir zevk, hiçbir uyanış ümidi kalmamıştı. Bunu düşününce, içinde vahşi bir öfke tutuştu. Son bir şehvet nöbeti içinde, avını tekrar ele geçirmeyi, Maxime'in kollarında son nefesini vermeyi, onu da kendisiyle birlikte götürmeyi hayal etti. Louise, Maxime'le evlenemezdi; Louise, Maxime'in kendisine ait olmadığını biliyordu, çünkü dudak dudağa öpüştüklerini görmüştü. O zaman, balonun içinden çırçıplak geçmemek için, omzuna bir kürk manto aldı. Aşağıya indi. ... Sakin ve meraklı haliyle yüzüne bakan Louise'e alçak sesle söz söyleyebileceği zamanı kolluyordu. Erkekler bir kere daha el sıkıştıkları sırada eğildi, fısıldadı: "Onunla evlenmeyeceksiniz, değil mi? Buna imkân yok. Biliyorsunuz..." Fakat kız onun sözünü kesti, ayaklarının ucuna basarak dikildi, Renée'nin kulağına: "Merak etmeyin, onu buradan götürüyorum," dedi. "Hiçbir zararı yok, çünkü İtalya'ya gidiyoruz." Bunu söylerken, şeytani bir sfenks gülümsemesini andıran o anlaşılmaz gülümseme vardı yüzünde. Renée'nin lafı ağzında kaldı. Anlayamıyordu, kambur kız kendisiyle alay ediyor sandı. Mareuil'ler birkaç defa üst üste "Pazara görüşürüz!" diyerek çekilip gittikten sonra, dehşet dolu gözleriyle bir kocasına baktı, bir Maxime'e baktı; onları gayet sakin, memnun durumda görünce, elleriyle yüzünü örttü, oradan kaçarak seraya saklandı. Seranın yolları ıssızdı. Ulu yapraklar uykudaydı, havuzun durgun yüzünde iki nilüfer goncası aheste aheste açılıyordu. Renée ağlamak istiyordu, fakat bu rutubetli sıcak, bu tanıdık keskin koku genzini tıkıyor, kederini boğuyordu. Havuzun kenarında ayaklarının ucuna, geçen kış ayı postu serdiği sarı kumlu o yere bakıyordu. Başını kaldırdığında, açık bırakılan iki kapıdan, ta dipte, yine bir kotiyon figürü gördü. Kulakları sağır eden bir gürültü, karmakarışık bir hengâme vardı; Renée, önce, uçuşan etekliklerden, tepinen ve dönen kara bacaklardan başka bir şey göremedi ... Orkestranın gitgide daha coşkun bir vals çaldığı, kırmızı perdelerin balonun son hararetiyle gevşediği bu salonda, uçuşan, fırıl fırıl dönen, yakalanan, fırlatılıp atılarak tekrar yakalanan bu çıplak omuzlar, bu çıplak kollar, bu çıplak başlar, ona kendi hayatının, kendi çıplaklıklarının, kendi teslimiyetlerinin patırtılı bir timsali gibi gözüktü. Maxime'in kambur kızı kolları arasına almak için kendisini oraya, vaktiyle seviştikleri o yere attığını düşününce, öyle bir ıstırap duydu ki yanağına değen tangenin bir dalını koparıp özünü çıkarıncaya kadar çiğnemeyi tasarladı. Fakat yüreksizdi, fidanın yanında durdu, dehşet ve utanç içinde kollarını açarak kürküne sımsıkı sarındı, tir tir titredi.
Sayfa 304 - /315 Yordam EdebiyatKitabı okudu
405 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.