Kar hakkında çok uzun yazabilirim fakat Orhan Pamuk’un sığ siyasetine kapılmamak için becerebildiğim kadarıyla kısa tutacağım.
Başlangıç olarak söylenmesi gereken kitabın entelektüel seviyesinin düşüklüğü ve yazarın kullandığı materyali, dili inanılmaz derecede kötü kullanması.
Dili sorgulamadan ne’sini ve nasıl’ını incelediğiniz bir eseri doğru yere oturtmak pek mümkün değildir. Görmezden gelerek verdiğiniz değer de bulunduğunuz yeri imlemekten öteye gitmez, kitap hakkında değil de kendiniz hakkında konuştuğunuzun, edebiyat yerine neyi görmek istediğinizin ip uçlarını verir. Ülkemizde bilinen kaygılarla hareket eden çok sayıda eleştirmenin durumu ne yazık ki bu. Her doğru, her yerde söylenir mi, burada söylenmeyecekse nerede söylenir?
Kitabı okurken sık sık kapıldığım hissi kısaca ve en basit şekliyle şöyle tarif edebilirim: Her dem mağdur durumdaki türbanlı kız kardeşlerimizin duygularına oynayan ya da o hislerle yazılmış kitaplar vardır. Çok acımasız davranmadan onlarla bir tutmayayım da bir tık üstü demekle yetineyim. Türbanlı mağdurların yanına Ermenileri ve Kürtleri ekleyerek o kitapların yazarlarından kendini yatay bir seyir izleyerek ayırmış Orhan Pamuk. Aradığı çoğunluğun, hedef kitlesinin, yan yana yürümek istediklerinin etrafını kalın çizgilerle çizmiş. Yazar kimliğinden doğan aydın sorumluluğunu da terk ederek; birlikteyiz, birlikte olabiliriz mesajı vermek istediği herkesi bir araya getirmiş, paket halinde sunmuş okuyucusuna. “Mı acaba?” sorusunu buraya bırakalım.
Hikaye Ka gibi tuhaf bir adamın yaşam öyküsü etrafında kurgulanmış. Ka 80 ihtilali sonrası Almanya’ya kaçmış, politik sığınmacı statüsüne geçmiş bir şair. Yıllar sonra ülkeye dönüşünde Cumhuriyet gazetesi tarafından intihar eden genç kız vakalarını araştırmak üzere Kars’a gönderiliyor. İsminden başlayarak, gerçekten fazlasıyla tuhaf bir kahraman Ka. Kitapta defalarca ateist olduğu söylenmesine rağmen, biz onun ne tür bir ateizm düşüncesine sahip olduğunu öğrenemiyoruz. Ka’nın kendisi bunu bize söylemiyor. Hikayesini anlatan arkadaşı romancı Orhan da anlatmıyor. Materyalist mi, Marksist mi, Maocu mu, varoluşçu mu, absürdist mi çıkaramıyoruz. Yaşamına ve düşüncelerine baktığımızda söylenenin aksine karşımıza ateizm yerine deistlik ile agnostiklik arasına sıkışmış bir kişiyle karşılaşıyoruz. Her an islam dinine de geçebilecek kadar sıkışık. Ateizm gibi sık sık tekrarlanan kült bir kavramı doldurmak şöyle dursun bulunduğu kabın şeklini almaya hazır sıvılar kadar akışkan. Yine de Orhan Pamuk kitapta Ka’ya atıfta bulunarak ateist sözcüğünü defalarca kullanmaya çekinmemiş. Çayocağında namaz saatini beklerken çayını höpürdeterek içen Hasan amcanın zihnindeki haliyle: Allaha inanmayan, dine döndürülmesi gereken kişi. Romanın anlatıcısı Hasan amca olsa ortadaki çelişkiyi anlamlandırabiliriz ama değil: Romancı Orhan. Her nedense Ka’nın ateist düşüncelerinden bizi uzak tutuyor.
Hasan amcanın zihninde donuklaşmış ateizmi Ka’nın dışında Muhtar’ın hayatı üzerinden de okuyabiliyoruz. Muhtar, İpek’le Ka’nın üniversite yıllarından arkadaşı, aynı zamanda İpek’in boşandığı kocası. İstanbul’dan memleketi Kars’a dönüşünde cemaate katılıyor, cemaat şeyhinin yardımıyla ateist inancını terk ederek İslam dinine dönüyor. Refah partisi il başkanı ve yaklaşan seçimlerin belediye başkan adayı.
Kitapta Ka’nın sevgilisi İpek defalarca vurgulanan muhteşem güzelliği ile karşımıza çıkıyor. Orhan Pamuk güzelliği İpek’in kimliğinde estetik bir değer olarak fenomen haline getirmeye çalışmış. Çalışmış diyeceğim çünkü başaramamış. Ka’nın düşüncesinde güzellik estetik bütünselliğinden kopuk erkek cinselliğinin odağı olmaktan öteye geçmiyor. Anlatıcımız romancı Orhan’ın tek paragraflık müdahalesi de durumu kurtarmaya yetmiyor. Hatta arkadaşım Ka aslında öyle düşünmüyor, siz onu yanlış anladınız dercesine tek paragraflık açıklama komik kaçmış. Devamında gelen sürüncemeyi kurtarıcının bayağılığı dışında ben anlamlandıramadım. Kısaca şöyle açalım: Estetik anlamda güzelliğe duyulan hayranlığın ve aşkın etkisi ona bakarken duyduğunuz hazdan ibaret değildir. Müthiş derecede süpürücüdür. Var olan olumsuzlukların görmezden gelinmesine yol açar. Ka İpek’in taktığı demode kemer, ekmekleri dizişindeki şekil gibi basit şeylere aşağılayıcı, küçümser tavırlarla yaklaşıyor. Yaşantılarına baktığınızda da Ka’nın yüz güzelliğine yaklaşımının dolgun kalçalar veya işveli konuşmalardan farklı olmayacak şekilde cinsel odaklı olduğu görülebiliyor. Romancı Orhan’ın tek paragrafı ise ne yaptığını bilmeyen birinin komikliğiyle ortada duruyor. Ka’nın hislerinde mükemmellik arayışı yerine o muhteşem güzellikte bile ayrıntılarına kadar kendini aramak gibi narsisist izler taşıdığını söylemek bana kalırsa çok daha gerçekçi bir yaklaşım.
Ateizm gibi kitapta sayfalarca yer bulan dinin durumu da aynı. Ka’yı ateizme götüren sebepler veya süreçler gibi düşünsel anlamda ciddi açımlar sergilenebilecek bir pencere varken, kitabın tuhaf ve genç kahramanları Necip, Fazıl ve radikal İslamcı terörist Lacivert’in bilinçlerinde yer alan şekliyle çok sığ bir pencereden, türban odağında dini ele alabiliyoruz. Ka baş kahramanımız ama düşüncel geçmişi hakkında en az bilgi sahibi olduğumuz kişi. Teröristinden şeyhine kadar bütün dindarları seviyor, onlarla beraber olmaktan çekinmiyor. Gizli, saklı, tutuklanma tehlikesini dahi göze alarak onlarla görüşüyor, buluşmaya gidiyor. Hepsiyle ayrı ayrı duygusal bağ kuruyor.
Turgut Bey İpek’in ateist babası. Burada ateizm aşama kaydediyor. Dine döndürülmesi gerekliliğini koruyarak İmam Hatipli Abdullah’ın bilincinde yer alan laik tadında (düşmanlığında) ateizme benziyor. Kitabın tüm kahramanları gibi Turgut Bey de tuhaf davranışları olan bir adam. Orhan Pamuk’un bu tuhaflıkları psikolojik rahatsızlıkları kaynak alarak yarattığı anlaşılıyor. Fakat yaratım öylesine basit kaçmış ki yapılan adeta “ben buradayım” diye bağırıyor. Psikolojiyle yeni tanışmış bir yazarın heyecanı gibi okunuyor. Gibi diyorum zira Orhan Pamuk yaratımının başlı başına düzeyi de bu olabilir. Zira ben Kara Kitap’tan aynı düşüncelerle ayrıldım, Kırmızı Saçlı Kadın’da kendine özgülüğü yitik basit bir gençlik hikayesi ve sanat kavramı yeterince oturmamış bir yazar vardı. Cevdet Bey ve Oğulları’nı çok önceden okuduğum için tam hatırlayamıyorum. Silik kaldığını söyleyebilirim yalnızca. Çünkü o döneme ait okuduğum bazı kitapların üzerinde ayrıntısına kadar konuşabilirim.
Orhan Pamuk Kar için tek siyasi kitabım demiş. Bu tekliğin içinde kitap gerçekten demagojik şaheser niteliği taşıyabilir. Şaheser sözcüğünü eleştirmenlerin abartma alışkanlığına uyarak kullanıyorum. Maalesef benim yapabileceğim en iyi itham bu. Kendiliğinden siyasi çatışmayı doğuracak konular, laik ve Atatürkçü düşünceyi sembolize eden Sunay Zaim ve karısı Funda Eser’in düşkün tiyatrocu kimliğiyle tüm aşırılıklar kullanılarak karikatürize edilmesiyle “ortak düşmanın” karşısında durmaya yönelik tek yönlü çağrı halini almış.
Kadife İpek’in kız kardeşi, radikal İslamcı terörist Lacivert’in metresi. Kitapta metres ifadesi geçiyor ama biz imam nikahlı oldukları sonucuna varabiliriz. Çünkü ikisi de dindar ve Kadife eğitim hayatının tehlikeye girmesini de göze alarak türban takan inançlı bir kadın. Türban mücadelesine hararetle katılıyor. Türbana mı inanıyor yoksa İslam dinine mi tam çıkaramıyoruz. Örneğin üzerinde mikrofon ararken Ka’yı soymaktan, onunla yalnız kalmaktan, birlikte olmaktan, kucaklaşmaktan, hiç çekince duymuyor. Kadife’nin türban mücadelesini birlikte verdiği arkadaşlarından Hande’nin durumu da aynı. Orhan Pamuk bilinçli şekilde dinin türban dışında kadına verdiği yükümlülükleri işlememiş. Yaşadığı ülkenin gerçeklerinden bihaber olamaz. Türbanın temel çelişkisinden bahsetmemişseniz, sayfalarca yazdığınız konu veya sorun hakkında hiçbir şey yazmamışsınız demektir.
İşleseydi ne olurdu? Karikatürize edilen “ortak düşman”, haklılığı veya haklı olduğu yönlerle bulunduğu yerden çıkar ve yaratılmak istenen kötü imaj oluşmazdı.
Aynı imaj çalışmasını ikili şekilde “Kürt gerillalar” ve “PKK’lı gerillalar” kullanımında da görüyoruz. PKK karşıtı, devlet yanlısı ve PKK’ya rahatlıkla terörist diyebilen hiç azımsanmayacak sayıda Kürt yokmuş gibi davranılıyor.
PKK Kürtlerin tek temsilcisi meşru örgüt, laik Türkiye Cumhuriyeti ise özgürlük düşmanı, kötü ve en önemlisi “ortak düşman.”
Cemaatlere, kerameti kendinden menkul şeyhlere karşıtlığı çok iyi bilinen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ün yerini de artık siz düşünün. Dolaylı yollardan doksanların derin devletinin sorumluluğu bile üstüne atılmaya çalışılıyor.
Anlaşılan o ki en asgari düzeyde sergilenebilecek objektifliği de gösterme gereği duymadan aydın sorumluluğunu terk eden Orhan Pamuk bu kitapta tarafını kesinleştirdiğini beyan ediyor.
Ben bu imaj çalışmasının iyi bilinen gerçeklerin tekrarı şeklinde yurt içi için yapılmasının gereksiz olduğunu düşünüyorum. Kitap sonrası söylemlerini de katarak; Ermeni meselesi eklentisiyle Orhan Pamuk, oluşturduğu Türkiye imajıyla siparişi gerekli mercilere sunmuş. Çok geçmeden de karşılığını almış.
Yazınsal anlamda kurgu dışında dişe dokunur hiçbir özelliği yok kitabın. Yer yer Kar yağışının yarattığı ambiyans sizi çekse de, dilden başlayarak diğer tüm özellikleriyle vasat düzeyde. Görüşlerine katılmadığım çok sayıda yazar ve çok sayıda kitap okudum. Bırakın edebiyat içindeki siyaseti, siyasetçi için dahi çok ucuz bir siyaset bu. Ben tam da burada aranan birlikteliğin oluştuğu düşüncesindeyim.
Kötü Kitap