Gönderi

Kendine Dayatılan Rolü Farketmek ya da Kendi Olmak Çabası
O sabahtan bir gün önce, olanları tetikleyen bir hadise daha yaşamıştım. Akbank Sanat'taki Louise Bourgeois sergisini gezerken, sanatçının kısa filmlerinden birinde söyledikleri beni olduğum yere mıhlamıştı: "Sevimli olma arzusu. Tam bir baş belası. İnsan nasıl hem sevimli olmaya çalışıp hem de kendisi olabilir ki?" Kadının karşısına geçip bu cümleleri kaç kez izlediğimi bilmiyorum. Sanki Bourgeois bana sesleniyordu. Hemen defterimi açıp not aldım. Her kelime kurşun gibi çöktü içime. En çok da sevimli kelimesine takıldım. Kadınların, küçüklüklerinden itibaren sevimli olmak üzere yetiştirilmeleri, daima "aman tadımız kaçmasın"cılık oynamak zorunda kalmaları zihnimde dönüp duruyordu. Yine sorular sökün etti. Neden sevimli olmak zorunda hissediyorduk? Niye yüzümüzde sabitlenmiş bir gülümsemeyle gezinmeliydik? Ne diye bize derli toplu oturmak, bu dünyada az yer kaplamak belletilmişti? Çocukken bile doğru düzgün oturmam için aldığım tenkitleri hatırlıyorum da. Ağaç yaşken eğilir, hele kadın olacak kız çocuğu ikinci sınıf insan olacağını ne kadar erken öğrenirse o kadar iyidir. Aslına bakarsanız, ben dünyaya gözümü açar açmaz öğrenmiştim bunu. Babamın mensubu olduğu Karadenizli ailenin reisi dedem, doğduğumda beni kucağına almaya yanaşmamış; annemi de doğumu için tebrik etmemiş. Üstelik o sırada babaannem ve dedemle aynı evi paylaşıyormuşuz. Hata annemdeydi tabii. Erkek dururken, doğura doğura erkeğin "ötekisi"ni doğurmak da neyin nesiydi? Soyun devamını, toplumda yeri olmayan bu kız evladın sağlayacak hali yoktu ya. Beş-altı yaşlarımdayken, başta dedem olmak üzere baba tarafımdaki erkeklerin yanlarına bile yaklaşmak istemezdim. Özellikle bayramlarda ısrar üstüne ısrar edilirdi. "Öpsene kızım dedeni, amcanı." Nuh derdim, peygamber demezdim. O adamlar öcü gibi görünürdü gözüme. İçin için de nefret duyardım. Nasıl duymazdım ki? Bir kadın olarak annemi, bir kız çocuğu olarak da beni yok saymış insanlardı onlar. Bugün, o zamanlar büsbütün saf bir içgüdüyle verdiğim tepkiyi, cinsiyetçiliğe karşı başkaldırımın miladı kabul. ediyorum. Dahası, bunu hatırladığımdan beridir o halimden güç alıyorum. "Senin özünde başkaldırmak varmış," diyorum kendi kendime. “Ancak uslu kızı oynamak için özünü derinlere gömmüşsün. Artık ona dönme zamanı.” Aslında sözünü ettiğim hepimizde varolan bir öz. Ailenin ve toplumun öğrettikleri doğrultusunda, onların çizdiği çerçevenin içine gireceğim diye benliğimizi törpülemeden önce davranışlarımıza yön veren o. Büyüdükçe onu unutur; sevilmek, onaylanmak, kabul görmek uğruna gerçeğimizin uzağına düşeriz. Bunun için, "Erkeklerin kurduğu bu dünyada ancak sevimlilikle hayatta kalabileceğime inanmaktansa, çocukluğumdaki tavizsiz ve boyun eğmeyen tavrıma tutunsam hayatım nasıl olurdu acaba?” diye düşünmeden edemiyorum. Kadınlar bilirler. Küçücük bir kız çocuğuyken dahi bilirler erkeklerden aşağı görüldüklerini. Hatta bu bilgi, kuşaktan kuşağa, kadından kadına aktarılır; upuzun bir halat gibi uzanan kolektif belleklerimizde öylece durur. Yalnız fazla didiklenmez, pek de dillendirilmez. Üç erkeğin arasındaki tek kız çocuğu olan anneannem, hayatı boyunca annesi tarafından tercih edilmeyen evlat olmanın acısını taşımıştı. Onunla ettiğimiz sohbetlerde, konu çocukluğuna geldiğinde gözbebeklerine yerleşen kederde görürdüm bu acıyı. Aynı gözbebeklerinin, çocukluk ve gençlik fotoğraflarında nasıl çakmak çakmak yandığını bildiğimden o hali yüreğimi burkardı. Anneannem, "Evin reisinin sinirleri ayağa kalkmasın da anneme çatmasın," diye diye erken yaşta ev işlerine koşmuş, mutfağı çekip çevirmişti. Fakat ne yaparsa yapsın annesinin ve ailesinin gözdesi olamamıştı. Bilakis, değerli görülen hep erkekler olmuştu; ezilense anneannem. Onların ailesinde erkeğin üstünlüğünü meşrulaştıran bir kadındı. Bu kadın, yani benim büyük anneannem, kocasından nice zulüm görmüştü ama hiç sesini çıkarmamıştı. Adeta ailenin zincirleme ezilme tamlamasıydı bu. Doğrusunu isterseniz ailede bunların üzerine konuşulduğuna çok da şahit olmamıştım. Anneannem bana anlatmasaydı muhtemelen bilmezdim bile. "(...) annelerimizden, büyükannelerimizden, büyük büyük annelerimizden geriye ne kaldı? Bir gelenek dışında hiçbir şey. Biri güzel; biri kızıldı; biri kraliçe tarafından öpülmüştü. İsimleri, evlilik tarihleri ve doğurdukları çocukların sayısı dışında onlar hakkında hiçbir şey bilmiyoruz," diyen Virginia Woolf'a ne kadar hak versek azdır (1) Peki neden bilmiyoruz? Bu kadınlar sustukları için mi sadece? Yoksa onlar konuşmaya kalktıklarında, sahneyi boydan boya kaplayan erkekler yüzünden seslerini duyuramadıkları için mi? Kafamın içi soru işaretleriyle dolmuştu yine. Bunca soru nereden çıkıyordu anlamıyordum. Çok derin bir uykudan yeni uyanmıştım sanki. Habire yeni bir sorgu defteri açıyordum önümde. İlk başta buraya yazdığım kadar şefkatli davranmamıştım kendime. Aksine alabildiğine acımasızdım. Çünkü her şeye karşı öylesine öfke doluydum ki. Tatlı soket çoraplarıma, fiyonklu elbiselerime, bebe yaka gömleklerime, karpuz kol bluzlarıma, kiraz desenli çantama, bu yaşa kadar yetişkin olmaya direnmeme, sevimli kızı oynama ısrarıma, ebeveynlerime, ezbere yaşadığım kadınlığıma, cinsiyet ayrımcılığına karşı körlüğüme, kendi gerçeğime sırtımı dönmeme... Öfkemin beni tam olarak nereye sürükleyeceğini kestirmem zordu ama defterimin son sayfasına Ingeborg Bachmann'ın bir cümlesini kaydetmiştim: Bundan böyle başkalarının kendisinden istediği gibi düşünmeler, başkalarının izin verdiği gibi yaşamalar sona ermeli, kendi bildiği, kendi istediği gibi yaşamalar başlamalıydı. (2) (1) Virginia Woolf, Granit ve Gökkuşağı, çev. İlknur Güzel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 96. (2) Ingeborg Bachmann, "Gomore'ye Bir Adım", Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle Kadınlığın 21 Hikâyesi, çev. Kâmuran Şipal, Metis Yayınları, İstanbul, 2004, s. 176.
Sayfa 143-145
·
109 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.