Gönderi

140 syf.
·
Puan vermedi
Bir Tuhaf Yeraltı Adamı!
“Billur sarayın gerçekte olmamasından bana ne? Arzularımda varsa, daha doğrusu arzularım yaşadıkça o da var olacaksa, gerçekliği neden umurumda olsun?” (Sf. 40) İlk kez 1864 yılında Epokha dergisinde yayımlanan eser, ne yazık ki eleştirmenlerin ilgisini çekmemiştir. Sadece Apollon Grigoryev övgüler eşliğinde “Bundan böyle hep bu türden yazmalısın.” Demiştir yazara. Ayrıca eserdeki ana düşünce yani inancın ve İsa’nın gerekliliği düşüncesi sansür nedeniyle kitaptan çıkarılmış ve hiçbir baskıda eklenmemiştir. Bütün kusurlarını, yaşadığı tuhaf olayları kâh öfkeyle kâh alayla ama sürükleyici bir üslupla bizlere açıkça anlatan bir tuhaf yeraltı adamını vardır eserde. Adını bilmediğimiz bu yeraltı adamı “Ben hasta bir adamım… Kötü bir adamım. Suratsız bir adamım ben.” Diye başlar sözlerine. Alabildiğine bencil ve gururludur, üstelik kibirlidir de. Gündüzleri yaptığı tüm kötülükleri, uğradığı tüm hakaretleri, tuhaf davranışlarını ve kişiliğini gece çöktüğü vakit düşündüğü bir küçük köşesi vardır. Ve düşündüklerini de okuyucuyla sohbet edermişçesine yazıya döker. Lakin kimseye okutma taraftarı da değildir yazdıklarını. Ayrıca kendini aşağılık, bencil bir adam olarak anlatan yeraltı adamı, bu karaktersizliğini aşırı bilinçliliğine bağlar. Kendi kabuğuna çekilir çoğu zaman: hayal dünyasında yaşar. İnsanca ilişki kurmayı beceremez ve bunun sonucunda derin bir yalnızlığa gömülü kalır. Bu durumun aşağılayıcı ve küçük düşürücü olduğunun da farkındadır. “Kimseyle arkadaşlık etmiyor, konuşmaktan kaçıyor, gitgide daha çok kabuğuma çekiliyordum.” (Sf. 47) Dost canlısıdır aslında. Arada insanlarla kaynaşmaya ihtiyaç duyup kendini sokaklara atar. Lakin kendisi sarılma coşkusuyla doluyken arkadaşlarından aradığı sıcaklığı göremez. Bu da kontrol edemediği öfkeye esir eder kendisini. Çelişkili düşüncelere ve tuhaf bir kişiliğe sahip olan bu yeraltı adamı içinde kabaran öfke ve hırsla kendini gülünç durumlara düşürür. “Ne ben kimseye benziyordum ne de herhangi biri bana. ‘Tek başımayım, ama onlar hep birlik.’ Diye düşünmekten kendimi alamıyordum.” (Sf. 49) Sürekli bir çelişkinin içinde yaşar. Aşağılık bir adam olduğu inancıyla da kendisinden nefret eder. Ufacık şeyleri büyüten, her şeyi abartan bir tuhaf yeraltı adamıdır. “Şu her şeyi büyütmek âdetim yok mu, sakat tarafım bu işte.” (Sf. 118) Joseph Frank “Dostoyevski: Çağının Bir Yazarı” kitabında şöyle yazar: “Dostoyevski 1856’da General Totleben’e şöyle yazmıştır: ‘Kuramlara ve ütopyalara inanıyordum… Kuruntular içindeydim… Sağlıksız bir alınganlık yüzünden aşırı sinirliydim. En basit olguları çarpıtıyordum, o olgulara başka bir görünüş kazandırıyor, başka boyutlar ekliyordum.’ Bu tanım yeraltı adamının gençliğindeki psikolojisinin bize verilen tanımına sözcüğü sözcüğüne uyuyor.” (Sf. 458) Ve yine yazar ‘Kibir Diyalektiği’ başlığını verdiği kısımda yazdığı şu sözlerle çok güzel anlatır yeraltı adamını: “Yeraltı adamı kibri yüzünden kendisinin herkesten üstün olduğuna inanır, herkesi küçümser ama üstünlüğünü başkalarının da kabul etmesini istediği için kendisine kayıtsız kalan dünyadan nefret eder, bu küçük düşürücü bağımlılığı yüzünden kendinden nefret etmeye başlar. Dünyadan onay talep eden, karşılığında sevgisizlik ve düşmanlık gören özbilinçli bir bencilliğin psikolojik diyalektiği işte budur… Birinci kısımda nasıl gerekircilik insanca tepki olasılığını ortadan kaldırıyorsa, kibir de ikinci kısımda her türlü toplumsal kardeşliğin önünü tıkar.” (Sf. 460) Ayrıca Dostoyevski “Bir baba tanırdım, yüze gülmez, sert bir adamdı, ama kızının önünde diz çöker, ellerini ayaklarını öper, seyre doyamazdı… Kendisi yağlı elbiseyle gezer, kimseye zırnık koklatmazdı, fakat son parasını bile kızına harcar, pahalı hediyeler alırdı; beğendirince de sevincinden deli olurdu.” Derken şüphesiz Balzac’ın Goriot Baba’sından bahsediyordur. Bir Dostoyevski hayranı olarak ikinci defadır okuduğum bu eserini bir gün tekrar okuyabilme umuduyla yerine bırakıyorum. Böylesi bir eserin zamanında hak ettiği değeri görememiş olması çok yazık doğrusu. Yine bütün kalbimle okumanızı tavsiye edebileceğim bir eser. Dostoyevski’yi tanımayan, onun tek bir satırını bile okumamış olan insanları düşünüyorum da: keşke neler kaybettiklerini bilselerdi! Son olarak şuraya bu canım eserden birkaç inci bırakmadan bitirmeyelim sözlerimizi: “... her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık. (Sf. 7) “İnsan yapıcıdır, yeni yollar açmayı sever, bu su götürmez bir gerçektir. Fakat neden acaba bir yandan da yıkmaya, her şeyi bir kaos haline getirmeye bayılır?” (Sf. 36) “İnsan gayeye ulaşmak için çalışmayı sever, fakat ulaşmayı pek istemez; bu hal hiç şüphesiz çok gülünçtür.” (Sf. 37) “Bakın, yağmur yağarken saray yerine bir tavuk kümesi görsem, ıslanmamak için belki kümese girerim. Fakat kümes beni yağmurdan korudu diye, şükran borcumu ödemek için kümese saray gözüyle bakamam. Bana gülecek, hatta böyle bir durumda sarayla kümes arasında fark olmadığını söyleyeceksiniz. Evet, hayatta tek gayemiz ıslanmamak olsaydı, dediğiniz doğruydu diye cevap veririm ben de.” (Sf. 39) “Evde en çok okumakla vakit geçiriyordum. Böylece içimde kabaran duyguları dış etkilerle bastırmak istiyordum. Okumak bana uygun tek dış etkiydi. Okumaktan şüphesiz çok faydalanıyordum: Kitaplar bana zevk, heyecan, ıstırap veriyordu.” (Sf. 52) “Okumaktan başka yapılacak işim, gidecek tek yerim yoktu, çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum.” (Sf. 52) “İnsana yalnız keder, acı batar da saadetimizi fark edemeyiz. Halbuki hakkıyla bakınca dünya nimetlerinden hepimizin nasibi olduğunu görürüz.” (Sf. 103) “Karıkoca arasında geçenleri, nasıl seviştiklerini kimse bilmemeli, hiç kimse. Kavgalarını öz analarından bile saklamalı, birbirlerinden şikâyet ederek kimseden hakemliğini istememelidirler. Her müşkülü kendi aralarında halletmeleri lazımdır. Aşk kutsal bir sırdır; sevişenler arasında ne geçerse, yabancı gözlerden saklanmalıdır. Bu onun kutsallığını bir kat daha artırır. Böyle çiftler birbirlerini daha çok sayarlar ki, saygı pek çok şeyin temelidir.” (Sf. 104) “Çocuk dünyanın en büyük saadetidir! Küçük çocukları sever misin Liza? Ben bayılırım.” (Sf. 105) “Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir? Evet, hangisi daha iyi?” (Sf. 137)
Yeraltından Notlar
Yeraltından NotlarFyodor Dostoyevski · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 2020129,5bin okunma
·
91 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.