Gönderi

* Refet Barutçu “İmam-ı Rab­bâ­ni, Gavs-ı Azam, ders ar­ka­daş­la­rım­dır” “Yi­ne bir gün Üs­tad’a şöy­le bir su­al sor­dum: ‘Üs­tad’ım, bir yer­de di­yor­sun ki: Kur’an-ı Ha­kîm tek üs­ta­dım­dır. Baş­ka yer­ler­de de İmam-ı Rab­ba­nî’yi, Gavs-ı Azam’a üs­ta­dım di­yor­su­nuz. Bu na­sıl olu­yor? Ce­vap ola­rak, ‘On­lar Es­ki Said’i Ye­ni Said’e in­kı­lâp et­tir­miş­ler­dir. Şim­di Kur’an-ı Hakîm önün­de ders ar­ka­daş­la­rım­dır’[6] de­miş­ler­di.” * Üs­tad, mah­lû­ka­ta kar­şı çok şef­kat­liy­di” “Bir kış gü­nü Hüs­rev’le bir oda­da ri­sa­le ya­zı­yor­duk. Bir ara si­nek­ler bi­zi çok ra­hat­sız et­me­ye baş­la­dı­lar. Pen­ce­re­yi açıp on­la­rı dı­şa­rı­ya ko­va­la­dık. Bi­raz son­ra Üs­tad’ımız gel­di ve dı­şa­rı­da pen­ce­re ca­mı­nın ke­na­rın­da üşü­ye­rek bek­le­yen si­nek­le­re ba­ka­rak, ‘Bu za­val­lı­la­rı ni­ye dı­şa­rı çı­kar­dı­nız?’ de­di ve ca­mı aça­rak on­la­rı içe­ri al­dı. Biz de bir fin­ca­na bi­raz pek­mez ko­yup onun­la on­la­rı oya­la­dık.[4] “Üs­tad Haz­ret­le­ri elin­de ki­tap okur­ken sa­y­fa­ya ba­zen si­nek ko­nar. Üs­tad da oku­ma­yı bı­ra­kır onu mü­ta­lâa eder­di. Si­nek­le­rin el ve ayak­la­rı­nı bir­bi­ri­ne sürt­me­si­ne dik­kat­le ba­kar, ‘Bi­ze ab­dest ve ne­za­fe­ti ih­tar edi­yor­lar’ der­di.” * Üs­tad, Hüs­rev ve ben, Pı­nar­ba­şı’na gez­me­ye çık­mış­tık. Bir ara uzak­tan bi­ri­si gö­rün­dü, bi­ze doğ­ru ge­li­yor­du. Ben önü­ne ge­çip Üs­tad’ı ra­hat­sız et­me­me­si­ni söy­le­dim. Fa­kat Üs­tad mü­sa­a­de et­ti. Genç, Üs­tad Haz­ret­le­ri­nin eli­ni öpe­rek, ‘Efen­dim, ben es­ra­ra müp­te­lâ­yım, dua edin de bu kö­tü iç­ki­den nef­ret ede­yim!’ de­di. “O za­man Üs­tad, ‘Kar­de­şim, sen farz na­ma­zı­nı kıl­san ben sa­na dua ede­ce­ğim’ de­di ve de­li­kan­lı git­ti. Ben fır­sa­tı ka­çır­ma­dan sor­dum: ‘Üs­tad’ım, kur­tu­lur mu aca­ba?’ Bu­gün­kü gi­bi ha­tır­lı­yo­rum, kaş­la­rı­nı ça­ta­rak ‘Be­li, be­li!’ di­ye ce­vap ver­di. * Te­li­fe baş­lar­ken o, ri­sa­le­nin ni­ha­yet hu­du­du­nu gös­te­rir, ön­ce be­lir­tir­di. Me­se­la ‘Yir­mi Al­tan­cı Lem’a, Yir­mi Al­tı Ri­ca’yı hâ­vi­dir’ gi­bi… Te­lif anın­da kıb­le­ye dö­ner, diz çö­ker, ben kar­şı­sın­da ya­zar­dım. O an­da ona si­nek bi­le yak­laş­maz, biz gö­zü­müz­le si­nek­le­rin ‘vız’ di­ye dön­dü­ğü­nü gö­rür­dük. Bir gün İh­ti­yar­lar Ri­sa­le­si/Yir­mi Altın­cı Lem’a’ya böy­le baş­la­dık. Al­tın­cı Ri­ca’ya ge­lin­ce ‘Bu­gün­lük ta­mam kar­da­şım’ de­di. Bir­kaç haf­ta ara ver­dik­ten son­ra kal­dı­ğı ye­ri bi­le sor­ma­dan ge­ri­si­ni ta­mam­la­dık... Biz bun­dan an­lıyor­duk ki, ri­sa­le­ler ih­ti­yar­la ya­zıl­mı­yor, kal­be ge­len sü­nu­hat ha­lin­de ay­nen yaz­dı­rı­lı­yor­du # Bir ar­ka­da­şım­la Bar­la’ya Üs­tad’ı zi­ya­re­te git­miş­tik. Bi­raz otur­duk­tan son­ra bi­zim yayan gel­di­ği­mi­zi, yo­rul­du­ğu­mu­zu an­la­dı. ‘Ma­dem­ki siz be­nim için yo­rul­du­nuz, bu­ra­ya ka­dar gel­di­niz, ben de si­zi Ka­ra­ca­ah­met Sul­tan’a ka­dar yol­cu et­me mec­bu­ri­ye­tin­de­yim!’ di­ye ıs­rar et­me­ye baş­la­dı. Dü­şü­nün ki Ka­ra­ca Ah­met Sul­tan, Bar­la Eğ­ri­dir ara­sın­da iki sa­at­lik bir yol. Şu te­va­zu­ya ba­kın; bu, te­va­zu­un aza­mî mer­te­be­si­dir. Çok ıs­rar­la bu fik­rin­den vaz­ge­çi­re­bil­dik @ İki veya üç gün geçmedi ki, “Hocaefendi geldi” diye bana haber verdiler ve kaldığı evi gösterdiler. Ben önce merkeze telefonla haber ettim. “Hocaefendi burada. Biz beş kişiyle bu işi görür müyüz, yoksa takviye asker gönderecek misiniz?” diye sordum. Merkezden beş asker daha gönderdiler. Baskını gece vakti yaptık... Selam verip içeri girdik. Evin odası çok büyüktü, bizim Tavas’ta öyle evlere hiç rastlamamıştım. Orada oturuyorlardı. Çoğu yaşlıydı, içlerinde tek tük genç de vardı. Soyadını unuttum, Said Nursî’nin yanında adı Süleyman olan birisi vardı; ama beyaz tenli, güzel mi güzel, yakışıklı mı yakışıklı bir gençti. Said Nursî, bize “Gel evladım, gel” dedi. “Hocam kusura bakma; ama biz seni almaya geldik” dedim. “Gidelim evladım” dedi. “Siz oturun, biz gidelim onbaşıyla” dedi onlara. Onu ve Süleyman’ı aldık, karakola geldik. Epeyce yol vardı geldiğimiz yere. Karakola geldik, Said Nursî Hazretleri’yle biraz sohbet ettik. Bana gayet iyi davrandı. Benim nereli olduğumu, nerden geldiğimi falan sordu. “Senin istikbalin parlak oğlum” dedi. “Allah razı olsun hocam” dedim. Sonra hakkında gelen tamimlerden, dosyalardan konuştuk. Ben “Her ne kadar aramışsak da mıntıkamızda bulunmamıştır, buralarda rastlanmamıştır, diye yazıp gönderiyorum geriye” diye cevap verdim. Böyle tamimler her zaman geliyordu karakola. Biz de dosyanın üzerine koyuyorduk. Aslında Hocaefendi sık sık Büyükkabaca’ya geliyordu. “Hocam rahatsız isen, yatacaksan söyle” dedim. Ben kendi yatağımı ona, erlerin birinin yatağını da Süleyman’a verdim. Biraz daha oturduktan sonra, “Yatalım mı çocuklar?” dedi ve yattık. O gece bizim telefon hatlarımız kesilmiş... Gece bir taş yağmuru başladı ki pencereye yanaşamadık. Hocaefendi’yi dövüyorlar, sövüyorlar gibi laflar atmışlar ortaya. Onun için karakolu taşlıyorlar; hem de nasıl taş, pencereye yaklaşamıyoruz! Taşlar camları kırıp içeriye de giriyordu. Gittim ve “Hocam nasıl edeceğiz, nasıl durduracağız bunları?” dedim. Hoca ünledi, bağırdı, bir şeyler dedi; ama fazla sesi çıkmadı mübareğin. Zaten sesi fazla çıkmazdı. Sonra ben bağırdım, askerler bağırdı. “Durun, bir dinleyin” dedik. Nihayet durdular. Pencereye çıktı ve “Onbaşı bana iyi davrandı, bana yatağını verdi, daha ne yapsın! Yapmayın, taşlamayın” dedi. Nihayet Hocaefendi’nin sözünü tuttular. Sabahı oldu. Senirkent’ten gelen askerler tekrar jipe binip döndüler. Biz yine beş kişi kaldık. Hocaefendi biraz okumaya falan devam etti. Kahvaltı yaptık. Sonra köylüler üç at getirdiler. Birine ben bindim, birine Hocaefendi, diğerine de o Süleyman isimli genç bindi. İki asker de arkamızda, Senirkent’e gittik. Senirkent’le Büyükkabaca arası aşağı-yukarı 25 km falan
Nesil Yayınları 1.baskı
·
61 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.