*
Refet Barutçu
“İmam-ı Rabbâni, Gavs-ı Azam, ders arkadaşlarımdır”
“Yine bir gün Üstad’a şöyle bir sual sordum: ‘Üstad’ım, bir yerde diyorsun ki: Kur’an-ı Hakîm tek üstadımdır. Başka yerlerde de İmam-ı Rabbanî’yi, Gavs-ı Azam’a üstadım diyorsunuz. Bu nasıl oluyor? Cevap olarak, ‘Onlar Eski Said’i Yeni Said’e inkılâp ettirmişlerdir. Şimdi Kur’an-ı Hakîm önünde ders arkadaşlarımdır’[6] demişlerdi.”
*
Üstad, mahlûkata karşı çok şefkatliydi”
“Bir kış günü Hüsrev’le bir odada risale yazıyorduk. Bir ara sinekler bizi çok rahatsız etmeye başladılar. Pencereyi açıp onları dışarıya kovaladık. Biraz sonra Üstad’ımız geldi ve dışarıda pencere camının kenarında üşüyerek bekleyen sineklere bakarak, ‘Bu zavallıları niye dışarı çıkardınız?’ dedi ve camı açarak onları içeri aldı. Biz de bir fincana biraz pekmez koyup onunla onları oyaladık.[4]
“Üstad Hazretleri elinde kitap okurken sayfaya bazen sinek konar. Üstad da okumayı bırakır onu mütalâa ederdi. Sineklerin el ve ayaklarını birbirine sürtmesine dikkatle bakar, ‘Bize abdest ve nezafeti ihtar ediyorlar’ derdi.”
*
Üstad, Hüsrev ve ben, Pınarbaşı’na gezmeye çıkmıştık. Bir ara uzaktan birisi göründü, bize doğru geliyordu. Ben önüne geçip Üstad’ı rahatsız etmemesini söyledim. Fakat Üstad müsaade etti. Genç, Üstad Hazretlerinin elini öperek, ‘Efendim, ben esrara müptelâyım, dua edin de bu kötü içkiden nefret edeyim!’ dedi.
“O zaman Üstad, ‘Kardeşim, sen farz namazını kılsan ben sana dua edeceğim’ dedi ve delikanlı gitti. Ben fırsatı kaçırmadan sordum: ‘Üstad’ım, kurtulur mu acaba?’ Bugünkü gibi hatırlıyorum, kaşlarını çatarak ‘Beli, beli!’ diye cevap verdi.
*
Telife başlarken o, risalenin nihayet hududunu gösterir, önce belirtirdi. Mesela ‘Yirmi Altancı Lem’a, Yirmi Altı Rica’yı hâvidir’ gibi… Telif anında kıbleye döner, diz çöker, ben karşısında yazardım. O anda ona sinek bile yaklaşmaz, biz gözümüzle sineklerin ‘vız’ diye döndüğünü görürdük. Bir gün İhtiyarlar Risalesi/Yirmi Altıncı Lem’a’ya böyle başladık. Altıncı Rica’ya gelince ‘Bugünlük tamam kardaşım’ dedi. Birkaç hafta ara verdikten sonra kaldığı yeri bile sormadan gerisini tamamladık... Biz bundan anlıyorduk ki, risaleler ihtiyarla yazılmıyor, kalbe gelen sünuhat halinde aynen yazdırılıyordu
#
Bir arkadaşımla Barla’ya Üstad’ı ziyarete gitmiştik. Biraz oturduktan sonra bizim yayan geldiğimizi, yorulduğumuzu anladı. ‘Mademki siz benim için yoruldunuz, buraya kadar geldiniz, ben de sizi Karacaahmet Sultan’a kadar yolcu etme mecburiyetindeyim!’ diye ısrar etmeye başladı. Düşünün ki Karaca Ahmet Sultan, Barla Eğridir arasında iki saatlik bir yol. Şu tevazuya bakın; bu, tevazuun azamî mertebesidir. Çok ısrarla bu fikrinden vazgeçirebildik
@
İki veya üç gün geçmedi ki, “Hocaefendi geldi” diye bana haber verdiler ve kaldığı evi gösterdiler. Ben önce merkeze telefonla haber ettim. “Hocaefendi burada. Biz beş kişiyle bu işi görür müyüz, yoksa takviye asker gönderecek misiniz?” diye sordum. Merkezden beş asker daha gönderdiler. Baskını gece vakti yaptık...
Selam verip içeri girdik. Evin odası çok büyüktü, bizim Tavas’ta öyle evlere hiç rastlamamıştım. Orada oturuyorlardı. Çoğu yaşlıydı, içlerinde tek tük genç de vardı. Soyadını unuttum, Said Nursî’nin yanında adı Süleyman olan birisi vardı; ama beyaz tenli, güzel mi güzel, yakışıklı mı yakışıklı bir gençti.
Said Nursî, bize “Gel evladım, gel” dedi. “Hocam kusura bakma; ama biz seni almaya geldik” dedim. “Gidelim evladım” dedi. “Siz oturun, biz gidelim onbaşıyla” dedi onlara. Onu ve Süleyman’ı aldık, karakola geldik. Epeyce yol vardı geldiğimiz yere.
Karakola geldik, Said Nursî Hazretleri’yle biraz sohbet ettik. Bana gayet iyi davrandı. Benim nereli olduğumu, nerden geldiğimi falan sordu. “Senin istikbalin parlak oğlum” dedi. “Allah razı olsun hocam” dedim. Sonra hakkında gelen tamimlerden, dosyalardan konuştuk. Ben “Her ne kadar aramışsak da mıntıkamızda bulunmamıştır, buralarda rastlanmamıştır, diye yazıp gönderiyorum geriye” diye cevap verdim. Böyle tamimler her zaman geliyordu karakola. Biz de dosyanın üzerine koyuyorduk. Aslında Hocaefendi sık sık Büyükkabaca’ya geliyordu.
“Hocam rahatsız isen, yatacaksan söyle” dedim. Ben kendi yatağımı ona, erlerin birinin yatağını da Süleyman’a verdim. Biraz daha oturduktan sonra, “Yatalım mı çocuklar?” dedi ve yattık.
O gece bizim telefon hatlarımız kesilmiş... Gece bir taş yağmuru başladı ki pencereye yanaşamadık. Hocaefendi’yi dövüyorlar, sövüyorlar gibi laflar atmışlar ortaya. Onun için karakolu taşlıyorlar; hem de nasıl taş, pencereye yaklaşamıyoruz! Taşlar camları kırıp içeriye de giriyordu. Gittim ve “Hocam nasıl edeceğiz, nasıl durduracağız bunları?” dedim. Hoca ünledi, bağırdı, bir şeyler dedi; ama fazla sesi çıkmadı mübareğin. Zaten sesi fazla çıkmazdı. Sonra ben bağırdım, askerler bağırdı. “Durun, bir dinleyin” dedik. Nihayet durdular. Pencereye çıktı ve “Onbaşı bana iyi davrandı, bana yatağını verdi, daha ne yapsın! Yapmayın, taşlamayın” dedi. Nihayet Hocaefendi’nin sözünü tuttular.
Sabahı oldu. Senirkent’ten gelen askerler tekrar jipe binip döndüler. Biz yine beş kişi kaldık. Hocaefendi biraz okumaya falan devam etti. Kahvaltı yaptık. Sonra köylüler üç at getirdiler. Birine ben bindim, birine Hocaefendi, diğerine de o Süleyman isimli genç bindi. İki asker de arkamızda, Senirkent’e gittik. Senirkent’le Büyükkabaca arası aşağı-yukarı 25 km falan
Nesil Yayınları 1.baskı