Ne iddia ettiğimi netleştireyim. Ben edebiyat oku-
manın sizi daha ahlaklı kılacağını iddia etmiyorum. Bunu
yapabilir belki, ancak benim karşılaştığım örnekler bu sava
dayanmanın akıllıca olmadığını gösteriyor. Diyebilirim ki,
haset ve kötü niyet, dışarıda olduğu kadar üniversitelerin
edebiyat bölümlerinde de mevcuttur. Öğretim üyeleri Mil-
ton'ın Şeytanının diğer bir özelliği olan "çiğnenmiş liyakat
duygusuna" özellikle teşnedirler. Bu bölümde üzerinde
durduğum metinler bilinmeyen metinler değildir, Bill Bu-
ford kadar eğitimi olan herkesin kesinlikle aşina olduğu
metinlerdir. Yine de gördüğümüz gibi, söz konusu metin-
ler Buford'un metroda iki yaşlı insana saldırıp onları taciz
etmesine mani olamamıştır. Benim iddiam farklıdır. Ede-
biyat, size düşünmeniz için birtakım fikirler verir. Aklınızı
doldurur, besler. Bir şey aşılamaya kalkışmaz, çünkü edebi-
yatın özü çeşitlilik, karşı sav, gözden geçirme ve nitelendir-
medir. Edebiyat ancak düşünce için malzeme sunar. Ayrıca eleştiride bulunabilen yegane sanat dalı olduğu için sorgu-
lamayı, bu arada kendini sorgulamayı teşvik eder.
Zihin geliştiren bir uğraş olarak edebiyatın işlevi, bu-
günkü kültürümüzde kendisine özel bir önem kazandırır.
Kültürümüzün bir özelliği de, pek çok insanın, özellikle de
gençlerin, kendi zihinlerinden kaçma eğilimi içinde olma-
larıdır. Uyuşturucular, içkiler ve anti-depresanlar bunun
sıradan yollarıdır. Açıkçası bu insanlar kendi zihinlerini
katlanılamayacak kadar acı verici veya sıkıcı bulurlar. Can
sıkıntısı, gençlerin sıkça şikayet ettiği bir haldir. Times gaze-
tesinin 2004 Mayıs sayısında yayımlanan bir makalede, bir
Gloucestershire köyündeki reşit olmamış alkol kullanıcıla-
rı incelenmiştir. On beş yaşındaki kız öğrenci Sam, beşinci
Bacardi Breezer kokteylini içerken şu yorumda bulunur:
"Buradaki gençlerin neden bu kadar çok içtiklerini anlamak
kolay, çünkü yapacak başka bir şey yok. En yakın sinema 16
kilometre uzakta ve oradan son otobüs de saat 6.15'te kalkı-
yor." On beş yaşındaki bir kız öğrenci, en ağır içicilerin 13-18
yaş grubunda olduğunu ve onların günde bir şişe votka bi-
tirmelerinin de alışılmadık bir hadise olmadığını belirtiyor:
"Bizden ne yapmamızı bekliyorsunuz ki? Köy panosunda
ilan edilen tek heyecan verici etkinlik, Anneler Birliği bu-
luşması. Bar işletenler ve polis halimizi anlayıp göz yumu-
yor." Bir barmaid ise onların derdini anlayarak şöyle diyor:
"insanlar onlar için üzülmeli, onlara sinirlenmemeli. Ne ya-
pabilecekleri bir şey var, ne de gidebilecekleri bir yer."
Bu haberde istisnai bir durum yok, elbette; okuyucular
aynı türden pek çok haberle karşılaşmış olabilir. Kızın kendi ni "beyinsiz" değil de zeki olarak sunması ve aynı zamanda
kendisi için zihnini meşgul edecek bir şeyler bulmanın başka
birinin işi olduğunu varsayması gayet makuldür. Kuşkusuz
bu sorunun birçok nedeni vardır, ama bunlardan bir tanesi
hiç kuşkusuz okuma oranının düşmesidir ve bu düşüş de bir
insan ömrü kadar kısa bir zaman diliminde gerçekleşmiştir.
Jonathan Rose'un The Intellectucıl Life of the British Workinq
Classes [İngiliz İşçi Sınıfının Düşünsel Yaşamı] adlı kitabında
verilen istatistik, ı94o'ta erkeklerin ayda yaklaşık altı kitap,
kızlarınsa yediden fazla kitap okuduğunu gösterir. ı944'te ya-
pılan bir anket, vasıfsız işçilerin neredeyse yarısının "kayda
değer kütüphanelerin" bulunduğu evlerde büyüdüğünü or-
taya koyar. Günümüzde bu rakamlar bize ütopik görünüyor.
Gloucestershire köyündeki hiç kimse sıkılmamış gençlerin
kitap okumasını önermez. Açıkçası böyle bir öneri tama-
men gerçekdışı ve çağdışı bulunup alaya alınırdı. Niçin böyle
bulunduğu da belli değildir. Gençleri mümkün olduğunca
okuryazar hale getirmek için muazzam miktarda kamu kay-
nağı harcanmaktadır, bu yüzden edebiyatı reddetmelerini
anlayışla karşılamak mantıksız görünür. Okumanın önün-
deki caydırıcı faktörlerin günümüzde 194o'lardakinden daha
fazla olduğu iddiası tartışmaya açıktır. Uzun çalışma saatleri
ve parasızlık gibi caydırıcı faktörler her zaman var olagel-
miştir. Okumak ile şimdiki gençlik kültürü arasında önemli
bir uyumsuzluk olduğu iddiası da aynı ölçüde tartışmalıdır.
Edebiyat kuşaklar boyunca gençlerin zihnini beslemiştir. Bir-
denbire okumaya karşı biyolojik olarak dirençli bir nesil ye-
tişmiş olması pek akla yatkın değildir.Uyuşturucular, içkiler ve anti-depresanlar gibi edebi-
yat da zihni değiştirir ve bir kaçış sağlar, ama onlardan fark-
lı olarak, zihni değiştirmenin yanı sıra geliştirir ve büyütür.
Gloucestershire köyündeki genç ayyaşlar hakkındaki maka-
leden daha umut verici bir makaleyle bu bölümü bitireyim.
Söz konusu makale yine Times gazetesinin ı7 Aralık 2003
tarihli sayısında Carol Midgley'in yazdığı bir makaledir.
Bu makale, Durham'daki Deerholt ıslahevinde yürütülen
bir projeyle ilgili raporu içerir. Proje kapsamında William
Golding'in Sineklerin Tanrısı romanını okuması için dokuz
genç seçilir. Bilindiği gibi bu roman ıssız bir adada mahsur
kalan koro üyesi bir grup çocuğun hikayesini anlatır. Pro-
je pek ümit vaat etmemektedir. Genç suçlular arasındaki
okuryazarlık seviyesi düşüktür. Deerholt'un temel beceriler
bölümünün başkanı Maria Waddington, bazı gençler kuru-
ma geldiklerinde, bırakın okuma yazma bilmeyi, saati bile
söyleyemiyorlardı, der. Yetişme çağında epey ihmal edilmiş
bir genç ona kadar sayamıyordur. Çalışma grubunun üyele-
rinden biri olan Leonard Elmore, şimdi on yedi yaşındadır;
kundaklama suçundan iki buçuk yıl ceza almış ve dokuz
yaşındayken annesi evi terk ettiği için okula gidememiş ve
astım hastası alkolik babasına bakmak zorunda kalmıştır.
Evlerinde hiç kitap yoktur. Daha okuryazarların arasında
bile okumaya direnç vardır. On dokuz yaşındaki Yorkshi-
relı Philip Haigh, hırsızlıktan, ağırlaştırılmış cezaya çarptı-
rılmıştır ve çalışma grubu için seçildiğinde itiraz etmiştir.
"Ben hiç kitap okumadım. Bir kitaptan asla heyecanlanma-
dım. Bana göre bir iş değil bu. Erkek işine hiç benzemiyor."Ancak üç hafta içinde delikanlılann çoğu romanı zeka
ve içgörüyle tahlil eder hale gelir. İki günde romanı bitiren
Leonard, okuldayken zorbalığa maruz kalmıştır ve kendini
romanda zulmedilen ve sonunda öldürülen şişman, gözlüklü
çocuk Piggy ile özdeşleştirir. Bir noktada, çalışma grubun-
daki oğlanlar romandaki çocuklar gibi yüzlerini boyar ve
Leonard bunu yaşadığı hayata dair bir yorum olarak değer-
lendirir: "Çoğumuz hayatta maske takıyoruz. Duygulanmızı
saklıyoruz, güya mutluymuşuz gibi davranıyoruz, ama içten
içe mutlu değiliz. Bunu kimsenin bilmesini istemiyoruz." Bu
gözlem, Johnson'ın Rasselas hikayesindeki Irnlac'ın gözlemine
(daha önce alıntılamıştık) benzer -her ne kadar Leonard, baş-
ka bir edebi metinden bu gözlemi çıkarmış olsa da. Waddin-
gton'ın Golding'in romanını seçme nedeni, zorbalığa ve ani-
den aileden koparılmaya hapishane hayatında rastlanmasıdır,
keza insanın barbarlığa olan doğal eğiliminin keşfi de öyle.
İçlerinden bazıları daha önce hiç kitap okumamış olsa da,
Waddinton'ın öğrencileri, bu gerçeği hemen :<avrayabilmiş-
tir. Bir taksi şoförünü soymaktan hapse atılar_ on dokuz ya-
şındaki Chris Gibbons, kitabın kendini medeniyet ve kanun
olmayınca medeniyetin nasıl bir kaosa sürüklendiği üzerine
düşünmeye ittiğini, hatta geçmişte işlediği suçtan dolayı hap-
se gönderilmesini şimdi daha iyi anladığını behtmiştir: "Bazı
yerlerde kanunun zorluk çıkardığını hala düşünüyorum, ama
ona ihtiyacımızın olduğunu da biliyorum. Hepimizin içinde
ilkel bir yan vardır; ne kadar gösterişli veya havalı olduğunuz
önemli değil, fırsatını bulduğunda o yanınız ortaya çıkıyor."
Swift'in Yahoo halkı da aynı şeyi kastetmektedir.Golding'in romanını okumak, grubun edebiyat ko-
nusundaki iştahını kabartır. Leonard şimdi Step hen King'in
Yeşil Yol romanını okuyor. Diğerleri Philip Pullman'ın Ka-
ranlık Cevher üçlemesi üzerinde çalışıyor. Önceden "Oku-
mak erkeğe göre bir iş değil" diye düşünen Haigh, hapis-
hanenin tiyatro grubuna katıldı ve serbest bırakıldığında
üniversiteye gitmeyi planlıyor. Edebiyata yönelebilecekleri-
ni keşfetmek, genellikle travmatik yetiştirilme tarzlarından
ve bunun sonucunda okulda karşılaştıkları zorluklardan
kaynaklanan ezici derecede düşük özgüvenlerini onarmala-
rına yardım etti. "Akıllı olduğumu fark etmemi sağladı. Ben
sadece bir suçlu ve haydut değilim," diyor Chris Gibbons.
"Beynim kitapları özümsüyor gibi geliyor bana. Onların ne
hakkında olduklarını, neyi anlattıklarını tartışmayı seviyo-
rum ... Zengin bir hayalgücüm var, okurken her bir ayrıntıyı
zihnimde canlandırabiliyorum." Romanda, adadaki çocuk-
lar hayali bir canavardan korkmaya başlar ve yaşadıkları
dehşet, içlerindeki öldürme arzusunu ateşler ya; örneğin
Leonard bu halin psikolojisini hemen anladı ve kendi duru-
muna uyarladı: "Canavar gerçekte benim öfkem. Adamakıl-
lı sinirlendiğim ve her şeyi içime attığım bir dönemim vardı.
Sonrasında duvarlara vurup insanlara bağırmaya başlar-
dım. Şimdi sakinleşmeyi ve insanlara içimi dökmeyi öğren-
dim. Çoğu zaman duygusal olarak içimizi yaralıyoruz."
Diğer sanat dallarının eğitim potansiyelini yadsımı-
yorum elbette, ama edebiyattan başka hiçbir sanat dalının
bu sonuçları verebileceğine de inanmıyorum.
Sayfa 298 - Vakıf Bank Yayınları 1.baskı