Gönderi

1986 yılında bir yaz gününde taşındık şartlarıyla karakterimi oluşturan, davranışlarımı koşullayan bu mahalleye. Geldiğimiz yere kıyasla daha canlı daha renkli bir yerdi. O çocuk aklımla bu mahalleye taşınmamızın beni çok mutlu ettiğini hatırlıyorum. Galiba hafıza tanıdığı, unutup yabancısı olmadığı şeyleri hatırlıyor sadece. Bugün yabancısı olduğum o çocuk duygularının çoğuna yabancı kaldığım için, sadece mutlu olduğumu hatırlıyorum ama bu mutluluğun nedenlerini hatırlamıyorum. Her neyse o gün evimize taşımanın telaşıyla hepimizin yorulmuştuk. Akşama doğru bütün işimizi bitirdikten sonra babam bizi hem hava alıp hemde bi şeyler yiyip içecebileceğimiz bir yere götürdü. Gittiğimiz yerde dev ekran bir televizyon vardı ve çok kalabalıktı. Arjantin-Almanya Dünya Kupası final maçını seyretmek içindi tüm o kalabalık. Bizde seyrettik haliyle. Hayatımda ilk defa bilerek, belirli bir farkındalıkla seyrettiğim ve Maradona hayranlığımın başladığı maçtır o maç. Arjantin'in Dünya Kupasını almasıyla sonuçlanan maçın ardından evimize gittik. Çok güzel bir gün geçirmiştik ailece ve benim hayatımda hatırladığım ilk güzel gündü. Ertesi gün yeni mahallemizi tanımak için dışarı çıktım. Parklarıyla, bahçeleriyle birçok yer vardı görülecek. Çıkar çıkmaz biri benden 3-4 yaş büyük, diğerleri neredeyse benim yaşlarımda beş çocuk yanıma geldi, adımı sordular, söyledim. Paran var mı dediler, var dedim. Bize ver dediler, vermiyorum dedim. Der demez içlerinden yaşça büyük olan M.G'nin yumruğunu yedim ve ardındanda diğerlerinin. Paramıda aldılar. Yediğim dayakla perişan bir halde eve gitmedim hemen. Kuytu bir köşe bulup bir duvara yaslanıp, hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum. O gün nedenlerini hatırlamam itibariyle mutsuz olduğum, gelecek günlerle ilgili ilk defa kaygı duyduğum ve ne yapacağımı bilmediğim ilk gündü. Temkinli ve korkarak çıkıyodum artık dışarıya. Her gördüğümden tedirginlik duyarak. Yalnızlığın, tek başına olmanın, yabancısı olmanın bir yerlere verdiği bir tedirginlikti bu. Yine aynı şeyler olmaya devam etti. Ama bir farkla. Ne kadar sonu dayak yememle bitsede bende karşılık vermeye çalışıyodum karşımdakilere. Sonuç belki değişmiyodu, yine dayak yiyordum ama karşılık vermem zamanla önce üzerime daha azalan bir sıklıkla gelmelerine, sonra hiç gelmemelerine yaradı. Bu verdiğim karşılıklar sanki diğerlerine beni aralarına kabul etmeleri, artık yabancıları olmadığımı bilmeleri için ihtiyaç duydukları bir gerekçeydi. Mahallenin ve çevrenin düzenini anlamıştım. Burda güç ve şiddet bir var olma biçimiydi. Fark güç ve şiddetle yaratılıyordu. Gücü gücü yettiğinden istediğini şiddet yoluyla veya korkutarak aldığı bir düzen. Bizim kuşağın, bizim çocukluğumuzun dünya düzeni böyle kurulmuştu ve böyle sürüyordu. O zamanlar fiziki olarak biraz zayıf ve kısa boylu olmam beni bu güç düzeninde arka planda kalmaya zorluyodu. Bende kendimi göstermek, farkımı ortaya koymak istiyordum ama ufak tefek olmam engel oluyordu buna. Bu ufak tefek çocuk bedenimi bir hapishane, isteklerimle aramda bir engel olarak görmeye başladım. Büyümeliydim ve var olduğumu hem kendime hem diğerlerine göstermeliydim. Büyümek için beklemeye dayanamıyodum. Planlarım vardı kendimce kurduğum ve bunların derhal gerçekleşmesi gerekiyordu. İlk hedefim mahalledeki çocukları başıma musallat eden ve beni her bulduğu fırsatta döven M.G'yi dövmekti. Ama bu hiç kolay değildi. Bu hem benden 3 yaş büyük olması(o yaşlarda üç yaş büyük olmak çok şey demek), hemde haliyle benden daha uzun boylu ve iriyarı olduğu içindi. Eğer M.G'yi döveceksem bunun için kendimi geliştirmeli ve bu güç oyunlarını öğrenmeliydim. Hiç kolay bi şey değildi bu. O dönemleri hep kendimi zorladığım dönemler olarak hatırlıyorum. Çünkü amacım M.G'yi dövmekse ve bu yolda kendimi geliştirip, eğiteceksem kavga etmeliydim bende birileriyle ve kavga edeceğim kişilerde bu yolda kendimin gelişip, gelişmediğini anlamak için beni zorlayacak kişiler olmalıydı. Hem nedensel hem bedensel bir zorlama, zorlanmaydı bu. Kavga etmenin amaç olduğu bir yerde neden bulmanın zorluğuydu ve bu nedensizliğin beni zorba biri yapıp yapmamasını kendimin kabul edip etmemesinden doğuyordu nedensel olanın zorluğu. Bedensel zorluğu ise kavga etmek için yetersiz olan bedenimi hep daha fazlasına zorlamamdan kaynaklanıyordu. İlkokul, ortaokul yılları kendimi bu zorluklarla talim ettiğim yıllardı. Kendimce bir başarı kazanmıştım. Artık beni tanıyanlar ve çekinenler vardı. Ama yeterli değildi. Çünkü bir amacım vardı ve bu hala gerçekleşmemişti. Ortaokulu bitirdiğim yaz bunu gerçekleştirmemin zamanı geldiğine karar verdim. Liseye başlamadan önce olmalıydı bu. Kendimi buna hazırlamak için bir gün tayin ettim ve o gün yapmaya kendimce ant içtim. Nasıl yaptığımı uzun uzun anlatmak istemiyorum, sadece bunu herkesin gözünün önünde yaptığımı ve başta kendim olmak üzere herkesi çok şaşırtarak yaptığımı söylemek istiyorum. Amacımı gerçekleştirmiştim, var olduğumu artık hem kendime hem başkalarına ispatlamıştım. Çok büyük bir rahatlamayı, duyduğum övüncü ve gururu hatırlıyorum. Tüm bunları ben yapmıştım ve ben bu başarının bedelini sonuna kadar ödemiştim, bunların gururuydu işte duyduğum. Nasılda yanılıyormuşum meğer, asıl ödenmesi gereken bedelin daha ödenmediğini nerden bilebilirdim. Bu arada ben tüm bunları yaşarken annem ve babam benim halimden hiç memnun değildiler. Onlara göre serserinin biri olmak üzereydim ve beni bu mahalle bozmuştu. Liseyi okuyacaksam bulunduğumuz mahallede okumamalıydım. Beni mahallemizden çok uzak bir liseye kayıt ettirdiler. İlk zamanlar bu durum beni üzsede sonradan bu durumu yeni bir macera olarak algıladım. Bildiğim tek var olma biçimi vardı, var olmak ve var olduğumu göstermek için bu biçimi en iyi şekilde icra etmeliydim. Ama kayıt olduğum lise hem çevrenin, hem lisede okuyan öğrencilerin bana yabancısı olması itibariyle bunu biraz zorlaştırıyordu. Kimseyi tanımıyordum. Birkaç günlük bir sessizlik günün ardından ortaokulda bir zaman aramın iyi olduğu, çok sevdiğim bir arkadaşım olan U.K'i gördüm okulda. O da bu liseye kayıt olmuştu. O kadar çok sevinmiştimki onu görünce, birden okula dair hissettiğim tüm yabancılık kalktı üzerimden. Ama ne kadar eski bir arkadaşımı görsemde, bu beni avutsada U.K'le olan arkadaşlığımızın beni tatmin etmesi imkansızdı. Çünkü bambaşka kişiliklerdik onunla, ben. U.K hiç kavgayla, dövüşle işi olmayan, o dönemler o ve onun gibilere entel, jon jon denerek ben ve benim gibilerce küçümsenen, hor görülen katagoriye giren biriydi. Ayrı dünyaların insanlarıydık, bambaşka şekillerde var olmaya çalışan iki ayrı insan. Birkaç tesadüfi rastlantılarla, doğru zaman ve doğru kişilerle kurulan birkaç kişiyle tanışıklığın ardından ve şansın yardımıyla kısa zamanda okulda istediğim var olma biçimini icra etmek için yolum açıldı ve 6 ay gibi bir süre içinde okulda yavaş yavaş tanınmaya başladım. Yine gurur duyacağım bi şeyler vardı artık,yine başarmaya başlamıştım bir şeyleri. Lisedeki ilk yılım bu başarıyı elde etmek için çabaladığım ve elde ettiğim bir uğraşlarla geldi geçti. Lise 2 ye başladım. Başlar başlamaz sınıfımın değiştiğini öğrendim. O dönemde kredili sistem vardı okuduğumuz lisede ve her dönem öğrenciler getirdiklere zayıfların adedine göre sürekli sınıf değiştiriyordu. Ben ne kadar herkesçe bir serseri olarak tanınsamda, tembel bir öğrenci imajı çizsemde herkesin zihninde herkesi şaşırtan bir şekilde hiç zayıf notlar almıyodum derslerimde. Bir kere bile ders çalıştığımı hatırlamıyorum lise dönemi boyunca ama nasıl oluyorsa başarıyordum bir şekilde derslerden iyi not olmayı. Her neyse sınıfımın aldığım iyi notlar yüzünden en başarılı öğrencilerin A sınıfına yerleştirilmesi zorunluluğuyla değiştirildiğini öğrendim. Yeni sınıfımı öğrenmek için müdür maviniyle konuşarak zaman kaybettiğim bir gecikmenin ardından biraz gecikmeyle sınıfa dersin ortasında girdim. Öğretmene durumumu izah ettim ve o da boş bulduğum bir sıraya oturmamı söyleyerek anlatmaya gelmemle ara verdiği dersi anlatmaya tekrar başladı. Sınıfın arkasında gördüğüm bir sıraya tam oturmak üzereyken oturacağım sıranın hemen arkasında oturan biriyle göz göze geldim bir an. Nasıl anlatmalı bilmiyorum, anlatılmazki tam olarak anlaşılmayan şey. Öyle bir affalama, öyle bir etkilenmeydiki bu bir eşini bir benzerini yaşamadım ömrüm boyunca. Bir bakış, bir sima nasıl bu kadar etkileyebilir bir insanı bu derece anlatmak, anlamak mümkün değil. Zaman, mekan kavramı yok oldu ya da yok olmadıda daha önce hiç algılamadığım bir boyutta algılamaya başladım zamanı ve mekanı. Her şey yeniydi bu boyutta, her şey heyecan vericiydi. P.C'nun varlığı mı taşımıştı beni buralara, o mu yapmıştı? Çok garip duygular bunlar gerçekten, anlatmakta gereksiz anlatılamadığı için. Okulun benim için yepyeni bir anlamı vardı ve üzerimde yepyeni bir motivasyonu. Olduğum şeyin en iyisi olmalıydım ve en iyi olduğum haliyle göstermeliydim kendimi P.C'na. Ve yaptım bunu, önce sınıfta herkesin beni tanımasını sonra benden çekinmelerini sağlayacak birkaç kavga, sonra sınıf dışındada bütün okulun beni daha fazla tanımasını sağlayıp P.C'nun gözünde daha akılda kalıcı olmamı sağlayacak birkaç vukuat. Eğer aşk aşkın uğruna kendini aşmak gerektiğine kendini mecbur hissettiğin bir şeyse ve bende olduğum şeyden başka bir var oluş şekli bilmiyorsam, kim beni bu yaptıklarım yüzünden kınayabilirdiki? Böyle düşünüyodum galiba, galiba diyorum çünkü kendimde tüm bunları yapmak için bir hak görüyordum, yaptıklarımdan dolayı hiçbir suçluluk hissetmiyodum. Tüm bunları daha P.C'nun gözündeki saygınlığımı arttırmak ve onun beğenisini kazanmak için yapıyodum ama bu yaptıklarım sanki onunla aramdaki mesafenin daha açılmasına neden oluyordu. Ters güden bi şeyler var gibiydi. Ara sıra kurduğumuz her diyalogta bunu bariz hissediyordum. Günlerden birgün tenefüsün ardından U.K girdi sınıfa ve oturduğum sıraya doğru gelmeye başladı. Herhalde beni görmeye geldi diye düşündüm ama o beni görmeden bir arkamdaki sıraya yönelince ne olduğunu anlamak için arkama döndüm. Döner dönmez birbiriyle yanak yanağa öpüşürken gördüm onları. Nasılsın canımlarla, iyiyim canımlarla geçen bir diyalogtan sonra U.K beni gördü. Sende mi bu sınıftasın, sevindim bu sınıfta olmana diyerek bana bi şeyler dediği ama verdiğim cevapları hatırlamadığım bir diyalog ve ardından onları ele ele sınıftan çıkarken gördüğüm bir görüntü. Bu gerçek olamaz, bu bir kabus olmalı dediğim bir süreç. Bu nasıl olabilirdi, P. bende olmayan neyi bulmuştu U.'da. Kabullenemiyodum durumu. Bir yanlışlık olmalıydı, ya U.'da gördüğü bir şeyi yanlış anlamıştı,onda olmayan bir şeylerin olduğunu sanmıştı ya da bende olan bir şeyi hala görmemişti, görememişti. Düzeltilmesi gereken yanlışlıklar vardı. Böyle avutuyodum kendimi. Ama bir türlü düzelmiyordu. Yanlışlık sürüyordu ve ben her gün onları el ele görüyordum. O kadar acı çekiyordumki ve o kadar yeni ve tatmadığım bir acıydıki bu acıyı dindirecek ne bir metoda nede tecrübeye sahiptim. Zor günlerdi.. Yaptığım şeylerin hiçbirinin kâr etmediğini anladığım bir dönemin sonunda U.K'yle konuşmaya, ona P.C'nu sevdiğimi söyleyerek aradan çekilmesini, onunla ayrılmasını söylemeye karar verdim. Ortaokulda okuduğumuz dönemde kısa bir dönem yakın arkadaşım olmuştu U., evini biliyordum ve bir akşam kapısını çaldım ve aşağıya gelir misin benle dedim. Çok şaşırdığını ve korktuğunu görüyodum, zaten amacımda biraz buydu. Direk mevzuya girdim ama yanlış yerden. Ona Pınarı bırak onu ben seviyorum, eğer bırakmazsan ağzını burnunu dağıtırım diyeceğime, Umut seviyor musun Pınar'ı diye sordum. Bu sorumun ardından biraz rahatladı. Seviyorum diye cevap verdi. Bak Umut dedim sevmiyorsan söyle, çünkü ben onu çok seviyorum, sen benim arkadaşımsın ve ben seninle karşı karşıya gelmek istemiyorum bu durum yüzünden, bir daha düşün öyle cevap ver. O yine seviyorum diye cevap verdi. Diyecek bi şey kalmamıştı ama demem gereken bir şey vardı, o zaman dedim Umut'a sakın benim gözümün önünde onunla el ele tutuşma, onunla benim gözümün önünde sakın öpüşme, seni uyarıyorum, eğer görürsem arkadaş filan dinlemem ne yapmam gerekiyorsa yaparım. Tamam dedi o da yapmam, dikkat ederim diyerek kabul etti söylediklerimi. Gerçektende dikkat etti davranışlarına, dediğim şeylere uydu. Ta ki karnelerimizi alacağımız 15 günlük ara tatile gireceğimiz o güne kadar. Umut'u yanına 5-6 arkadaşını almış, altlarında iki arabayla okulun önünde dikilirken gördüm. Pınar'ı beklediğini anlamıştım, derken yanılmadığımı anladım. Pınar görünce öyle bir şey yaptıki inanamadım. Benim orada olduğumu, gördüğümü bile bile dudaklarından öptü Pınar'ı. Ve bende film koptu. Yanımda olan arkadaşlarıma sebebini sonra anlatırım şimdi bi şey sormayın, sadece şunlara saldırın benimle beraber deyip hücum emrini verdim :) hücum ettik. Öyle bir dayak attıkki hala aklımda tüm anlarıyla. Umutun ve arkadaşlarının yerlerde sürüklenmesi, Pınarın ve arkadaşlarının çığlıkları.. Tam bir şölen.Ama bu dayağı sonuna kadar hak ettiler, bugünkü aklımla bile söyleyebilirim bunu. Umutun yaptığı bir meydan okumaydı, bana yapmam gerekenleri yapmam için yaptığı bir hatırlatmaydı. Ve ben böyle şeyleri hiç unutmam, hatırlarım, hatırlatırım.. Attığımız dayağın verdiği anlık bir doyumdan sonra 15 günlük bir tatil. Hatırlamıyorum neler yaptığımı tatilde, hatırladığım tek şey sadece içimin acıdığı. Tatil bitti ve okul başladı. Tam derse girmek üzereyken arkamdan bir sesin beni çağırdığını duydum. Onun sesiydi. Aynı sınıftaydık ve derse girmemiz gerekiyordu ama o bana benimle konuşması gerektiğini ve bunun içinde okulun karşındaki kafede oturmamızı teklif etti. Nasıl sevindiğimi tahmin edebilirsiniz, daha bir konuşma yapılmamıştı Pınarla aramda ama ben emindim artık, farkına varmıştı artık Pınar yaptığı yanlışlığın, görmüştü bende görmesi gerektiği şeyi ve Umutta olduğunu sandığı ama olmadığını şimdi anladığı şeyi. Kafeye geçtik ve karşılıklı bir şekilde oturduk. Oturur oturmaz, bana neden Umutla kavga ettiğimizi sordu. Ne diyeceğimi bilemedim, doğruyu söylemek tense bir yalan uydurdum ama Pınar bana yalan söylediğimi çünkü Umutun her şeyi kendisine anlattığını söyledi. Bir anlık şaşkınlığın ardından, evet dedim, seni seviyorum, sevdiğimi Umuta söyledim ve ona yapmaması gereken şeyleri söyledim ve o seni öperek yapma dediğim bir şeyi yapmış oldu. Ben ona gerekeni yaptım sadece, o bunu yapacağımı biliyordu, bir nevi yapacağım şeyleri zaten kabul etmişti, dedim. Sonra devam ettim, seni seviyorum Pınar, bu dünyada senden daha fazla hiçbir şeyi sevmiyorum. Bak dedi, ben seni değil onu seviyorum, ben senin gibi kavgacı, belalı bir tipi istesem bile sevemem. Oturduğumuz bu civar, bu okul hep sen ve senin gibilerle dolu. Görmeye bile dayanamıyorum sen ve senin gibileri, lütfen benim hayatımdan ve hayatımdaki kişilerin hayatından çık. Bana söz ver, Umuta bir şey yapmayacağına dair, söz ver, beni seviyorsan verirsin bu sözü. Ne diyebilirdimki ona, canımı istese verirdim ama o sadece bir söz istiyordu benden. Tamam dedim, sana söz, hiçbir şey yapmayacağım ona o ne yaparsa yapsın. Teşekkür etti ve gitti. Büyük bir hayal kırıklığı, büyük bir acı duymam gerekirken ben hiçbir şey hissetmiyodum o an. Bu hissizlik halini hayatımda ilk defa yaşıyordum. Bir müddet sonra kalktım masadan, okula gidemezdim, eve gittim. Evdekilere hasta olduğumu söyledim ve odama geçtim. 1 hafta kadar okula gitmediğim, yalnız kalıp hayatımı sorgulayıp düşüncelere daldığım bir dönem yaşadım. İlk defa olarak kendimi kendi bildiğim referansların dışında Pınarın referanslarıyla, kendi perspektifim yerine Pınarın perspektiftiyle değerlendirmeye çalıştım. Aşk birazda bir perspektif kayması aslında. Bunu o gün tam idrak edemiyordum ama hissediyordum galiba derinlerde bir yerlerde. İlk defa hayatım bana anlamsız ve saçma geldi. Ne değeri vardıki kişiliğimin, var oluşumun,Pınarın gözünde bir değeri olmadıktan sonra. Olmam gereken kişiden ne kadar uzak olduğumu anladığım, kendi boyutlarıma ne kör olduğumu anladığım, başka var olma biçimi bulmam gerektiğini keşfettiğim bir dönem. Artık utanıyordum olduğum şeyden, değişmeliydim. Değişmeliydim ama neye, bilmiyordum. Uzun sürede bilemedim. Çevrem, arkadaşlarımı, tutumu olabildiğince değiştirdim. Bu durumumu herkes fark ediyordu, Pınarda tabi. Daha çok diyalog kuruyordu benimle ama bu seferde ben kurmak istemiyordum. Çünkü bana neyi kaybettiğimi gösteriyordu bu diyaloglar. Her ne kadar değişmeye çalışsamda zaman zaman kontrolü kaybettiğim, kavga ettiğim zamanlarda oluyordu, eski arkadaş çevrem yüzünden zaman zaman mecbur kaldığım durumlardı bunlar. Ama benim ben olduğum böyle anların ardından olduğum şeyden utanmanın acısını tekrar tekrar yaşıyodum. Böyle şeylerle geldi geçti lise yılları. Ne öğrenmiştim peki ben bu yıllarda,öfkenin, kavganın sevilmemek için bir gerekçe olduğunu mu? Galiba buydu öğrendiğim. Aradan birkaç sene geçti, üniversite yılları. Birkaç flört, olduğum şeyle olmadığım şey arasında hala bocalamaya devam ettiğim zamanlar. Hep bir kararsızlık hali. Günlerden bir gün bir arkadaşım benimde dahil olduğum arkadaş grubumuza bir grup kızla yanımıza geldi, tanıştırdı kızları bizlerle. Her gün biraraya gelmeye başladığımız, ilişkiler kurduğumuz bir dönem. İçlerinde Tuģba adlı bir kıza abayı yakmaya başladım yavaş yavaş, aşık oluyorum sandım. Madem Tuğba'yı seviyorsun dedim kendi kendime, hareketlerine çeki düzen ver, zamanında yaptığın yanlışları yapma. Pınarın seni görmek istediği gibi, Umut gibi ol. Oldum mu olmadım mı bilmiyorum ama şunu biliyordum işe yaramıyordu. Olmuyordu istediğim şey, söyleyemiyordum içimdekileri bir türlü ona. Bu arada grubumuzda çok sevdiğim bir arkadaşımla sık sık söz dalaşına giriyordu Tuğba. Arkadaşım hep mağlup oluyordu bu söz dalaşında. Önceleri hiç karışmamaya çalışıyodum ama arkadaşımın düştüğü durumlar artık beni sinirlendirmeye başladı. Uyardım Tuğbayı, tamam dedim, siz artık konuşmayın birbirinizle, bana bağırmaya başladı ardından ama nasıl anlatamam. Bağırmasıyla bende kendimi kaybettim. Tuttuğum gibi geldikleri arabaya kadar sürükledim onu ve şimdi s.. git dedim, görmeyeyim seni bir daha buralarda. Arkadaşlarıda bindi arabaya ve onları bizle tanıştıran arkadaşımda, gittiler. Onlar gider gitmez içimde artık yabancısı olmadığım bir pişmanlık yine çöktü içime. Nasıl yaptım bunu, nasıl yapabildim, ben galiba adam olmuycağım diyerek kendimi suçladığım birkaç saatlik zaman zarfının ardından kızlarla beraber giden arkadaşımız yanımıza döndü tekrar. Ve benle özel konuşmak istediğini söyledi. Aha dedim beni suçlayacağı, sen nasıl bir insansınki bunları yapabildin diyeceği bir konuşma beni bekliyor, neyse dedim, ne söyleyecekse hak ettim zaten diyerek arkadaşımla özel olarak konuşmak üzere arabaya geçtik. Olum dedi, Tuğba sana aşık oldu. Ne dedim, ne dedin anlamadım. Valla bende anlamadım ama Tuğba sana aşık oldu. Benden numaranı istedi verdim dedi. Tamam demenin dışında bircevap veremedim. Şaşırmıştım çünkü,sadece ben değil, bütün arkadaşlarımın şaşırdığı, bugün bile hayretler ederek halâ konuştuğumuz bu şey neden oldu,nasıl oldu tam olarak anlamış değilim, değiliz. Her neyse... Tuğba'yla beraberliğim böyle başladı işte. Düştüğüm paradoksu uzun süre anlayamadım. Sinirli ve öfkeli hallerim biri için sevilmemem için bir gerekçe olurken, diğeri için sevmek için bir gerekçe. Neydi bunların böyle olmasını sağlayan sır? Bu öfkeli hallerim yüzünden yine aynı Tuğba'yla yaşadığım beraberliğe benzer beraberlikler yaşadım, bu tip beraberliklerin tek bir ortak noktası vardı, beraberlik başlar başlamaz saygımı ve sevgi mi yitiriyordum partnerime. Kendime olan sevgimin, kendime olan tutumum onlarada yansıyordu, kendime ne kadar saygı duyuyorsam o kadar saygı duyuyordum onlara, ne kadar seviyorsam o kadar seviyordum. Hayatımın ilerleyen dönemlerinde Pınar'ın beni görmek istediği gibi beni görmek isteyen kızlarlada birlikteliğim oldu ama o birlikteliklerde hiçbir zaman doğal olamadım, hep rol yaptım, başardımda bunu ama kendimden tatmin olmayı bir ömür boyu başaramadım. Gençlik yıllarım anlayamadığım şeyler yüzünden yaşadığım kararsızlıklar ve Pınar ve Tuğba olayında sevme, sevilmeme gerekçesi olan aynı durumun nedenini nasılını düşünerek geçirdiğim ilişkilerle geçti. Neydi burdaki sır? Herkesin aşkının doğmasına sebep olan o faktör? Herkes hayatında maruz kaldığı bir tezin antitezini hayal ederek, yoksun kaldığı şeylere özlem duyarak oluşturduğu durumlara mı yoğunlaşarak aşık oluyordu, aşk böyle mekanik süreçleri olan bir şey miydi? Olmayan şeylere, sıradan olan şeylere tepki olarak nadir olana bir meyletme süreci miydi aşk? Pınar oturduğu semteki bizim gibilerin çoğunluk olması yüzünden mi Umut gibi bizim oralar için çok farklı olan birini sevmişti, nadir bulunan bir şey olduğu için mi doğuyordu ona olan duyguları? Tuğba çok zengin bir mühitte oturuyordu ve onun oturduğu yerde bizim gibi tipler olmazdı. Bizim gibi tiplerin hayatındaki yokluğundan, bu yokluğa duyulan özlemden mi doğuruyordu bana olan duyguları? Hala düşünüyorum bu soruları, ne yalan söyleyeyim halada düşünmeye değer buluyorum ve galiba her zamanda düşünmeye değer bulacağım.
·
716 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.