Gönderi

383 syf.
1/10 puan verdi
Madalyonun Öteki Yüzü
Kendine yabancılaşmak günümüz tüketim toplumlarının düzen istikrarlılığını sağlamak adına bireye dayattıklarının bir götürüsü olarak karşımıza çıkıyor. Bu düzene uyum sağlamaya çalışan her birimiz bilinçsizce birçok bireysel süreçten feragat ediyoruz, içsel sürecimizi takip etmek ise belki de vazgeçtiklerimizin en önemlisi. Hangimiz gün içerisinde bir adım geriye çekilip eylemlerimizin altında yatan sebepleri izliyor ya da düşünüyoruz? Bırakın eylemlerimizin sebebini araştırmayı, birçoğumuz gün içerisinde nasıl hissettiğimizi bile sorgulamıyoruz. Eminim popülasyonun bütününde bunları bireysel olarak gerçekleştiren kişilerin sayısı da oldukça azdır. Hal böyle olunca günümüzde toplum olarak eksikliğini en çok çektiğimiz süreç kendimizi anlamak oluyor. Bunun sebebi elbette anlama sürecini gerçekleştirebilecek kabiliyetten toplum olarak yoksun olmamız değil, sebebi daha çok bu süreci başlatacak tetikleyicilere git gide duyarsızlaşmamız. Kendini anlamayan bir kişi insanı anlayabilir mi? İnsanı anlamayan bir kişi toplumu anlayabilir mi? Kendini, insanı ve toplumu anlayamayan bir kişi bu oluşum içerisinde sağlıklı ve mutlu bir şekilde var olabilir mi? Psikoloji ve psikiyatri alanında ortaya koyulan eserlerin kişinin kendini, insanları ve yaşadığı toplumu anlamasında kilit rol oynadığını düşünüyorum. Bu alanlarda yazılan kitapları salt bilgi vermeye yönelik, daha çok akademik içeriği ağırlıklı olan kitaplar ve her kesimden bireyin okuyabileceği içeriği basite indirgenmiş kitaplar şeklinde temel olarak ikiye ayırabiliriz. Madalyonun İçi bunlardan ikincisi ve en tartışmalı olanına giriyor çünkü Madalyonun İçi bir psikiyatristin “danışanlarının” deneyimleri üzerine yazmış olduğu bir kitap. Otoriteler bir psikiyatristin danışanlarının anılarını –danışanlarının izni dahilinde de olsa- kaleme alması konusunda ikiye bölünüyor. Bir kısım; bu tür eserlerin alana ilgisi olmayan ya da bir psikolog veya psikiyatristle görüşme şansı olmayan insanlar için kendini anlama, farkındalık kazanma yolculuğunda kaynak sağlayacağından ötürü toplumsal farkındalığı attırma bağlamında yarar sağlayacağı görüşünde. Öteki kısım ise, danışanın -izni olsun ya da olmasın- anılarının kamuya açılmasının meslek etiğine aykırı olduğu öne sürmekte. Ben bu konuda iki görüşe de yer yer yakın ve uzak olan bir düşüncedeyim. Danışanın izni alınması kaydıyla, bu tür eserlerin okuyan her bireye az çok bir şeyler katacağını, kişinin kendi bireysel sürecini izlemesini sağlayacak olan soruları sordurtacağını ve ona farkındalık kazandıracağını düşünüyorum. Öte yandan da bu tür kitapların yazılmasını denetleyen bir mekanizmanın bulunmaması, bu tür kitapların konu hakkında yetkin olmayan ve bilim dışı söylemlere sahip olan kişiler tarafından kaleme alınmasını açık hale getiriyor. Haliyle yazarı otorite olarak kabul eden okur bu içeriği sorgulamaksızın benimseyebilir ve bu da yarardan çok zarara dönüşebilir. Budayıcıoğlu ise kitabı yazmasının sebebini şu şekilde açıklıyor : “İnsan psikolojisiyle ilgili birçok kitap yazılıyor ve bunlar büyük okuyucu kitleleri tarafından merakla ve zevkle okunuyor. Ülkemizde de son yıllarda bu alanda pek çok kitap yazıldı. Ancak bu kitapların hemen hepsi insanlara psikiyatriyle ilgili teorik bilgiler veriyor. Psikiyatri zaten oldukça soyut ve anlaşılması zor bir bilim dalı. Toplumun her kesiminin ilgisi çeken bu konuda, okuyan herkesin kolayca anlayabileceği, aradığını bulabileceği, bir solukta bitirmek isteyeceği bir kitap yazmak istedim, çünkü insanımız bu kitaplarda kendini arıyor.” (Budayıcıoğlu, 2004) Görüldüğü üzere Budayıcıoğlu kitabı tamamen toplumsal faydayı gözeterek yazdığını belirtiyor. Bu madalyonun görünen yüzü. O halde bu yazı boyunca madalyonun öteki yüzüne değineceğim, Budayıcıoğlu bu vaadini yerine getirebiliyor mu? Kitabı elime ilk aldığımda oldukça heyecanlıydım. Özellikle arka kapakta yazılan ve kitabın içeriği hakkında bilgi veren kısım heyecanımı daha da artırmıştı. Bu kısımda kitabın içerisinde transseksüel bir bireyin yaşadıkları, çeşitli sanrılar gören bir bireyin anıları, temizlik takıntısı olan bir birey ve benzeri farklı birçok kişini ve konunun ele alındığı belirtiliyordu. Kitabı daha okumamış olsam da mutlu olmuştum çünkü genelde insanlar farkındalık adına birtakım sorunlara değinirken bunu hep toplumun görünen yüzleri üzerinden gerçekleştiriyorlar. “Ötekiler” hep öteki olarak kalıyor ve bu çalışmalarda asla onlara değinilmiyor, unutuluyorlar, görmezden geliniyorlar. Üzülerek söylüyorum ki daha okumadan beni mutlu etmiş olan durum kitabı okurken büyük bir hüsrana dönüştü. Bunun en büyük nedeni ise Budayıcıoğlu ve transseksüel bir danışanı arasında geçen diyaloglardı. Budayıcıoğlu seans sırasında iç sesini tasvir eden kısımlarda transseksüel danışanı için şu sözleri kullanıyor: “… Böyle kendi kaderiyle baş başa bırakılan kızlar genellikle kötü yola düşüyorlar. Ama o, bu çelimsiz, çaresiz hasta kız kolay teslim olmamış hayata, ama bir farkla, kız olup fahişe olacağına erkek olmayı seçmiş.” (Budayıcığolu, 2004) Görüldüğü üzere Budayıcıoğlu, tamamen doğuştan gelen bir var oluş ile bir bireyin kendi kararı doğrultusunda seçtiği ve yine Budayıcıoğlu tarafından “kötü” olarak –neye göre kötü olduğu belirsiz- tanımlanan bir eylemi birbirine eş tutuyor. Burada üzerinde durulması gereken en önemli konu ise transseksüelliğin Budayıcıoğlu tarafından sanki kişinin tercihi sonucunda elde edilebileceği bir durummuş gibi gösterilmesi. Günümüzde bilimsel araştırmaları temel alan hiçbir psikiyatri ve psikoloji otoritesi bunu kabul etmemektedir. Transseksüellik doğuştan gelen, cinsiyet kimliği ve biyolojik cinsiyetin birbirine uyuşmaması şeklinde ortaya çıkan bir var oluştur. Homo Sapiens de dahil olmak üzere hayvanlar aleminde bulunan yüzlerce türde de bu var oluş gözlemlenmektedir. “Acaba bugün kendisini bir kız gibi değil de erkek gibi hissetmesi sadece bu yaşadıklarına mı bağlı yoksa yapısal ve genetik bir sorunu mu var?” (Budayıcıoğlu, 2004) “Eğer bugün kendini bir kadın gibi eğil de bir erkek gibi hissediyorsan, bunda yaşadıklarının payı çok büyük.” (Budayıcıoğlu, 2004) “Transseksüalitenin gerçekten de genetik yapıda yanlış bir kodlama sonucu oluştuğu düşünülüyor.” (Budayıcıoğlu, 2004) Burada bahsi geçen cümleleri bilimsel bağlamda değerlendirmek için birkaç temel evrimsel olguya değinmem gerekiyor. Bilindiği üzere evrimin temel olarak çeşitlilik ve seçilim olmak üzere iki mekanizması bulunmaktadır. Bu mekanizmalardan ilkinin görevi popülasyon içerisinde çeşitlilik yaratmak, ikincisinin görevi ise bu çeşitliliklerin hayatta kalma ve çiftleşme şansını olan etkilerine göre popülasyon içerisinde gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamaktır (1). Konudan sapmamak adına özetle geçmek gerekirse çeşitlilik mekanizmaları (mutasyon, transpozonlar, genetik sürüklenme vs.) tarafından ortaya çıkarılan genetik değişiklikler bireyin ya da popülasyonun hayatta kalma şansını düşürüyorsa doğal seçilim yasası gereği bir sonraki kuşağa aktarılamazlar. Yani söz konusu durum Budayıcıoğlu’nun iddia ettiği gibi günümüz insan anatomisine aykırı bir durum teşkil etseydi kuşaklar boyunca aktarılamazdı. Nitekim, evrimsel biyologlar çeşitli cinsel kimliklerin ve cinsiyet yönelimlerinin görülüş sebebinin sanıldığının aksine popülasyonun hayatta kalma şansını artırması olduğunu düşünmekteler (2). Meraklısı için 2 numaralı makaleyi diğer kaynaklar gibi incelemenin sonuna ekliyorum, detaylıca inceleyebilirsiniz. Yani tıpkı bir bireyin saç renginin sarı, diğerinin kahverengi olması gibi transseksüellik de evrimsel süreç boyunca çeşitlilik mekanizmaları tarafından oluşturulmuş ve popülasyonun hayatta kalma şansını artırdığı için günümüze kadar aktarılmıştır. Bir hastalık değil, bir var oluştur. Budayıcıoğlu burada transseksüelliği genetik ve yapısal bir sorun olarak niteleyerek bilimdışı söylemlerde bulunmakta ve okuru yanıltmaktadır. Özellikle transseksüel danışanın bölümü boyunca sürekli bu tür söylemleri dile getirmeye devam etmektedir. Kaldı ki transseksüelliğin kişinin yaşadıkları sonucunda ortaya çıkabilecek bir bozukluk olduğunu iddia etmesi de günümüzde hiçbir bilimsel otorite tarafından kabul edilmiyor. Zaten bu iddia doğada bulunan diğer transseksüel hayvanların varlığı ile çelişmekte. “Çünkü toplum halen cinsel kimlik bozukluğunu bir tür cinsel sapıklık olarak kabul ediyor ve böyle insanları ayıplıyor ve dışlıyor. Halbuki bu doğanın yaptığı bir hata. Ama toplumu karşına almak zor iş. Büyük cesaret ister.” (Budayıcıoğlu, 2004) Yukarıda değinildiği üzere transseksüellik doğanın bir hatası değil, evrimsel süreçte yaratmış olduğu bir çeşitliliktir. Bu çeşitlilik daha önce de değinildiği üzere sadece bizim türümüzde değil, birden fazla türde görülmektedir. Örneğin, 2016’da yayımlanan bir araştırmada Okavango Deltasında bulunan bir grup dişi aslanın erkek aslanlara özgü olan yelelere sahip oldukları ve erkek aslanlara atfedilen davranışlara sahip olduğu gözlemlenmiş (3). Literatür bunun gibi birçok örnekle dolu. Cinsel kimliği biyolojik cinsiyeti ile uyuşmayan bireylere dünya sağlık örgütü de dahil olmak üzere psikiyatri otoriteleri tarafından Cinsiyet Disforsisi tehşisi konuluyor (4). Fakat bu tanımın Budayıcıoğlu’nun tanımı ile bir ilişkisi bulunmuyor. Cinsiyet Disforsisi bazı transseksüel bireylerin biyolojik cinsiyeti ile cinsiyet kimliğinin uyuşmaması sonucunda yaşadığı psikolojik stres olarak adlandırılıyor. Bu durumun giderilmesi için de genelde cinsiyet değiştirme ameliyatı gerçekleştiriliyor. Görüleceği üzere otoritelerce kabul edilen tanımlar Budayıcıoğlu’nun tanımlarından hayli uzak. “Hadi bunu göze aldın diyelim, bir erkeğin bir kadına ya da bir kadının erkeğe dönüşmesi kolay mı sanıyorsun? Sihirli değnek dokundurarak olmuyor bu işler. Tanrı yapısı değil, kul yapısı. Örneğin senin erkek olabilmen için kaç türlü ameliyat geçirmen gerektiğinden haberin var mı? Göğüslerin tamamen alınacak, rahim ve yumurtalıklar alınacak, vagina kapatılacak sonra da penise benzer bir organ oluşturulmaya çalışılacak. Bunlar hayati tehlikesi olan çok büyük ameliyatlar. Aylarca hastanelerde yatacaksın. Üstelik maliyeti de çok yüksek. Ve bütün bu işlemlerin sonunda hiçbir zaman gerçek bir erkek olamayacaksın. Şu anda anatomik açıdan tamamen normal bir kadın bedenine sahipsin. Bu sağlıklı bedenden vazgeçip erkeğe benzeyen ama her şeye rağmen ciddi eksiklikleri olan, kul yapısı, suni bir bedenin olacak. Toplum bunu hiç unutmayacak. Çok acı çekeceksin. Ne sen unutacaksın ne onlar. Alacağın karar işte bütün bunlara değmeli.” (Budayıcıoğlu, 2004) Budayıcıoğlunun beni en çok şaşırtan söylemlerinden bir tanesi de bu oldu. Yanlış anlaşılmaması için açıklayayım, Budayıcıoğlu bu sözleri cinsiyet değiştirme ameliyatını olmaya karar vermiş olan ve kendisine bunun için rapor almaya gelen bir danışanına söylüyor. Tamamen meslek etiğini hiçe sayarak, danışanının talebi olmaksızın kendi fikirlerini belirtmekle kalmıyor, danışanında bir kaygı durumu yaratmaya çalışıyor. “Bütün işlemlerin sonunda hiçbir zaman gerçek bir erkek olamayacaksın” cümlesine yorum bile yapamıyorum açıkçası. Bu nasıl bir zihniyet? Bunu söyleyen bir psikiyatrist. Gerçek erkek ile ima etmek istediği nedir acaba? Peki Budayıcıoğlu karşısındaki kişinin gerçekten de Budayıcıoğlu'nun kafasında yaratmış olduğu “gerçek erkek” imajına uymak için mi geldiğini düşünüyor? Düşünüyorsa bile bunu meslek etiğini hiçe sayarak nasıl söyleyebiliyor anlayabilmiş değilim. “Halim’in sorunu üzerinde çok düşünüp çok dikkatli karar vermem gerekiyor çünkü tam doğruyu bulmalıyım; acaba yaşadığı bunca olumsuzluk nedeniyle mi kadınlığından vazgeçiyor, yoksa gerçekten yapısal bir sorunu mu var?” (Budayıcıoğlu, 2004). Bu cümleyle transseksüel danışanını ilgilendiren bölümü sonlandırıyor. Sonlandırırken hala transseksüelliğin travma kaynaklı bir seçim ya da yapısal bir bozukluk olduğunu iddia ediyor. Budayıcıoğlu’nun transseksüel danışanı ile olan diyalogları kitabın incelemenin başında geçen vaadini gerçekleştirmesine başlı başına engel fakat engeller bununla bitmiyor ne yazık ki. Budayıcıoğlu kendisine danışan kişilere çok çabuk “hasta” etiketini yapıştırıyor. Öyle yerler geliyor ki kişinin büyük bir mutsuzluk içerisinde olması bu etiketi hak etmesi için yeterli oluyor. Bu konuda
Edwin Fuller Torrey
Edwin Fuller Torrey
'in
Psikiyatrinin Ölümü
Psikiyatrinin Ölümü
adlı kitabını şiddetle öneriyorum. Kendisi de bir Psikiyatrist olan Edwin Fuller Torrey, Budayıcıoğlu’nun anında hasta olarak etkiketleyen bakış açısının tam tersi, yapıcı bir yaklaşım sunuyor. Bazı yerlerde ise Budayıcıoğlu yine meslek etiğini hiçe sayarak bir danışanına aldatılmasının sebebinin danışanın kendisi olduğunu söylerek bireyin kendisini suçlamasına zemin hazırlıyor. Kitapta geçen seansların neredeyse hiçbirisinde meslek etiğine uygun davranan bir psikiyatrist gözlemleyemiyoruz. Daha çok kendi bireysel düşüncelerini dile getiren ve danışanlarla bunları yine meslek etiğine aykırı bir şekilde paylaşan bir kişi gözlemliyoruz. Bunun dışında kitap bu tür kitapların olması gerektiği gibi gayet akıcı, yormayan bir dil ile yazılmış. Diyalog şeklinde ilerlemesi de okuma sürecinin akmasına bir artı olarak yansıyor. Özetle madalyonun görünen yüzü, öteki yüzüyle uyuşmuyor. Kitap, incelemenin başında bahsedilen ve Budayıcıoğlu tarafından gerçekleştirilmesi beklenen düşünceyi gerçekleştiremiyor. Yer yer yanıltıcı, bilim dışı ve meslek etiğine aykırı içeriğiyle okuru -özellikle de konu hakkında bilgisi olmayan- yanıltıcı söylemlere sahip. Sözgelimi, konu hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir transseksüel ya da transseksüel yakını olan bir birey; transseksüel danışanın konu olduğu bölümleri okuyup kendisini hatalı, yanlış ya da hasta zannedebilir. Ya da benzer şekilde aldatılan bir birey, aldatılma eyleminden dolayı bahsi geçen bölümlere dayanarak kendisini suçlayabilir. (1) : evrimagaci.org/evrim-mekanizma... (2) cambridge.org/core/journals/b... (3) doi.org/10.1111/aje.12360 (4) psychiatry.org/patients-famili...
Madalyonun İçi
Madalyonun İçiGülseren Budayıcıoğlu · Remzi Kitabevi · 202018.2k okunma
··
684 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.