Gönderi

Yaratan Rabbinin Adıyla Oku! Hira, Mekke'ye bakan bir dağın tepesindeki küçük bir mağaraydı. Yirmi üç yıl sürecek bir yolculuk bu mağaranın içinde başlamıştı. Hikâye, “Oku! diye seslenen yüce bir hitapla başlangıç bulmuştu. Bu hitaba Hz. Peygamber, “Ben okuma bilmem." diye yanıt vermişti. Bu sözün karşılığı ise şu şekildeydi: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan (alak) yarattı Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük kerem sahibidir." ( Alak 1-5) Bu birkaç kelime, içeriğinde benzersiz bir söylem taşımaktaydı. Söylemin tabiatı, vadinin aşağı tarafında hüküm süren söylemden çok farklıydı. Okumayı emrediyordu ancak Hz. Peygamber'in ilk başta anladığından farklı bir okumaydı bu... Yazılmış bir metnin yahut satırlara dizilmiş bir nutkun okunması istenmiyordu. Aksine kozmik bir okumaydı; en başında yaratan Rabbe ilişkindi, daha sonra tüm yaratıkları kapsamına alacak şekilde genişliyordu. Evren, insan ve yaşam için yeni ve benzersiz çıkarımlar taşıyan ve hepsinin ilahi bir iradeden doğduğuna işaret eden yeni bir tür okumaydı. Dahası, bu geniş kozmik okuma Rabbin bir ismiyle tamamlanıyordu: "En büyük kerem sahibi (Ekrem)". Kerem, sürekli yeniden verilen armağan demekti, demek ki yaratılmışlar aleminde okuma oldukça zengin ve sınırsızdı. Bu ayetler, Allah'ın, kavmine karşı Hz. İbrahim'e verdiği delili hatırlarımıza getirmektedir. Söz konusu delil, Allah tarafından Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin hükümranlığı ve nizamı gösterildiğinde verilmişti. Böylece Hz. İbrahim, Allah'ın açık duran kitabını kavmine okumaya başlamış ve yıldızların, ay ve güneşin kendi başlarına ayakta durmadığını, aksine bunların tek bir hükümranlığın sadece birer parçasını oluşturduğunu, işte ibadet edilmeyi de yalnızca bu hükümranlığın sahibinin hak ettiğini kavmine hatırlatmıştı. Siyer tarihçilerinin belirttiğine göre bu ayetler Hz. Peygambere nazil olduğunda oldukça korkmuş ve dehşete kapılmıştı. Onun bu denli korkması oldukça doğaldı. Çünkü Rühulkudüs ve beşerin karşılaşması demek, gök ve yer alemlerinin iletişime geçtiği anlamına gelmekteydi. Bu ise alelade bir olay değildir, yüksek bir psikolojik hazırlığı ve üst düzey bir deneyim yaşamış olmayı gerektirir. Tabiatı itibarıyla ağır bir iletişimdir, ardında kafalarda pek çok soru işareti bırakır: "Acaba gerçek miydi yoksa sadece bir evhamdan mı ibaret”, "Yüce ve münezzeh bir iletişim miydi yoksa cinler tarafından bir vesvese mi?" Hz. Peygamber, aklıselime ve huzurlu bir ruh hâline sahip olan eşinin yanına sığındı. Hatice, kocasının korkularını hafifletti ve kulağına fısıldadı: “Müjdeler olsun! Allah'a yemin olsun ki O, seni asla utandırmaz. Şüphesiz sen akrabayı ziyaret edersin, doğruyu konuşursun, zorda kalanın yardımına koşarsın, fakire ihsanda bulunursun, misafiri ağırlarsın ve musibete uğrayanların yaralarını sararsın." Hz. Hatice büyük bir bilgelik ve vakarlı bir duruşla araştırmaya, sorup soruşturmaya başladı. Sonra bu olay karşısında takip edilecek en uygun yol haritasını çıkardı. Varaka b. Nevfel'e sorarak istişare etti. Varaka, ona ve Hz. Peygamber'e güven verdi ve vahiy mefhumunu önlerine koydu: “Bu, Hz. Musa'ya da inmiş olan Nâmüs'tur. Keşke, ah keşke senin davet zamanlarında ben de genç olsaydım. Ne olurdu kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde ben de sağ olsaydım?" dedi. Bu sözler üzerine Hz. Peygamber, “Kavmim beni yurdumdan mı çıkaracak?" diye sordu. Varaka, “Evet. Senin getirdiğin mesajı getirip de düşmanlık görmeyen hiç kimse yoktur. Olur da senin davet günlerine yetişirsem var gücümle sana yardım edeceğim." dedi. Burada Hz. Peygamber'in vizyonu netlik kazanmaya başladı ve kalbi dinginleşti. Artık insanoğlunun mesul tutulduğu en önemli görevi üstlenmeye kendini hazırlamaya koyuldu. Nübüvvetin ilk üç yılına dair rivayetler oldukça azdır. Tarihçiler bu dönemi genelde gizli davet evresi şeklinde nitelerler. Hz. Peygamber, kendisine en yakın olan insanlara konuyu açmakla işe koyuldu. Küçük hane halkını oluşturan Hz. Hatice, on yaşındaki Ali b. Ebü Tâlib ve Muhammed'in oğlu Zeyd diye anılan Zeyd b. Hârise'ye... Onu doğrulayıp iman ettiler. Ardından arkadaşı Ebü Bekir b. Kuhâfe et-Teymi'ye konuyu açtı ve o da ikirciksiz bir şekilde ve işi hiç yokuşa sürmeden derhâl kabul etti. Sonra kızı Rukiyye'nin kocası olan Emevi kökenli Osman b. Affân'a, dayılarının aşiretinden yani Zühreoğullarından Abdurrahman b. Avf'a ve peşi sıra Sad b. Ebü Vakkâs'a teklifte bulundu. Güvenilir ve yakın çevrenin oluşturduğu bu küçük topluluk, Hz. Peygamber'in henüz mesajının başlangıcında ihtiyaç duyduğu psikolojik desteği sağlıyor ve şefkatli bir arkadaşlık zeminini oluşturuyordu. Zira, risâlet ağır bir yüktü, psikolojik dirence ve ruhsal açıdan hazır olma hissine ihtiyaç duyardı. Kişiye ihtiyaç duyduğu desteği sağlamak amacıyla kendi ailesi ve yakın arkadaşlarının onunla omuz omuza vermesinden ve onun safında durmasından daha güzel ne olabilirdi ki... Büyük planların iki ana bileşene ihtiyacı vardır: Tutarlı net bir vizyon ve bunları uygulamaya yönelik özverili, etkileşimli, kabiliyetli bir ekip. İlk üç yıl Hz. Peygamber ve onun bu küçük ekibi için üst düzey bir eğitim ve öğretim kursu idi. İlk Bahar ( Hz. Peygamberin Hayatına Dair Stratejik ve Siyasi Bir Okuma) Wadah Khanfar, s. 161-163
·
84 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.