Koku adamlarından bir grup gördük. Abdülkadir el-Cîlî de onlardandı
ve kişiyi kokusuyla tanırdı. Arkadaşım Ebu Bedr bana şöyle bildirdi:
İbn Kaid el-Evani kendisine gelmiş -ki İbn Kaid bu yolda nefsine
ait bir pay görüyordu- Abdülkadir kendisini üç kez koklamış, sonra
şöyle demiş: ‘Seni tanımıyorum.’ Bu onun hakkında bir terbiye idi. İbn
Kaid’in himmeti yükselmiş ve âli olmuş, en sonunda Efrad’a katılmıştı.
Nefes, hükmü seven âşıklarda ortaya çıkan bir şeydir. Bu, onların makamı
ve mertebeleridir. Bunu ise -ruhların nefesine değil- rüzgarların
nefesine izafe ederler. Şair şöyle der:
Allah hayrını versin, ey saba rüzgarı!
Bu nefs koku da nereden böyle?
Kuşluk vaktinde örtünü mü bıraktın?
Zeyneb’in gerdanlığını attığı yere
Ya da korunun bahçesinde senin kokun eser
Etekleri onun üzerinde sallanır
İşte haberlerini sana ithaf ediyorum.
Senin onunla tanışıklığın bugün daha yakın
37° Fütûhât-ı Mekkiyye 8
Bu mısralar, ne kadar latif ve yumuşak olsalar da, ruhların aşkı
hakkında söylenmiş kaba şiirlerdendir. Ruhların esintisi, rüzgarlarınkinden
daha incedir, çünkü o doğa alemiyle ilişkiden uzaktır. Rüzgarlar
ise, öyle değildir. Ruhlar esince sadece güzel koku yayarlar, çünkü onlar,
(doğadan soyudanmış anlamında) en mukaddes gaybten eserler.
Dolayısıyla, sadece güzel ve hoş kokuyu getirirler. Rüzgarlar ise böyle
değildir, çünkü onlar, doğa âlemindendir. Çirkin bir şeye uğrarlarsa,
çirkin bir şeyi getirirler, güzele uğrarlarsa, güzel koku getirirler. Ruhların
esintisi ise kötüye uğradığında onu güzele çevirirken güzele uğrarsa
onun güzelliğini katmerleştirir. Şiiri söyleyen kimse yalan iddiada bulunmayan
gerçek bir âşık olsaydı, güzel kokuyu -kendisi de güzel kokulu
olsa bile- Zeyneb’den saymazdı. Onun güzel kokusuyla mekanın kokusunun
daha güzelleştiğini söyleyip rüzgarların sevgilisinin sırlarıyla
beslendiğini belirttiğinde ise, Zeyneb ‘korusu sakınılmış’ kimse olmazdı.
Doğa alemi -ki burada rüzgardır- onu yakar. Rüzgar bu güzel kokunun
nereden geldiğini bulmak için heyecana gelir. Bir karşılaştırma
yoluyla şöyle diyebilir: ‘Bu en güzel koku nereden geliyor? Çünkü rüzgar,
sevgilinin nefesine ilave bir şey değildir. Her nerede ortaya çıkarsa
çıksın, Zeyneb güzel kokunun ta kendisidir.’ Bir arkadaşım -ilahi sevgi
sahiplerinden bir ârif söylemiş olabilir diye- bu mısraları açıklamamı istedi,
ben de ona olumlu cevap verdim. Allah izin verirse, mısraları şerh
edeceğim.
Tekrar nefesin hakikatinin açıklanmasıyla ilgili konuşmaya dönüyoruz.
‘Allah hakkı söyler doğru yola ulaştırır.3
Şair saba rüzgarına hitap ederek ‘Allah senin hayrını versin’ der.
Bilmelisin ki, saba, kabul rüzgarıdır. Saba, meyil demektir ve o da kabul
etmektir. ‘Kabul’ diye isimlendirilmesinin nedeni şudur: Araplar
rüzgarları tanıyıp isimlendirmek istediklerinde, .güneşin doğduğu yeri
esas almışlardır. Güneşin doğduğu yerden üzerlerine esen rüzgarı kabul
diye isimlendirmişlerdir. Güneşin doğduğu yerden esip de yüz o yöne
dönük olduğu için kabul ettikleri rüzgarı, kabul diye isimlendirilmişlerdir.
Güneşe dönerken arkalarından esen rüzgarı ise, debur (batı rüzgarı)
rüzgarı diye isimlendirmişlerdir. Bu ise, batıdan esen rüzgardır. Sağ
yönden eseni cenub (kuzey rüzgarı); soldan eseni şimal (güney) rüzgarı
diye isimlendirmişlerdir. Bu yönlerden her iki yön arasında esen rüzgarı
ise nükba’ diye isimlendirmişlerdir. Kelime dönmek anlamındaki
Yüz On Dokuzuncu Kısım 37*
nükub’dan gelir ki dört yönden de ayrılmış rüzgar demektir. Nesim
rüzgarın ilk esintileridir. Lezzetli bir şey kendiliğinden sana gelince, sana
eşlik etmesinden daha haz verir. Bu durum, korkan kişide ‘ürkmek
güvenden daha tatlı’ diye ifade edilir. Bu nedenle cennet nimeti her nefes
yenilenir ve bu nedenle de (şair) rüzgarın ilk esintilerini istemektedir,
çünkü ondan haz almaktadır. Onu saba rüzgarının esintileri yapmıştır,
çünkü saba, doğudan esen kabul rüzgarıdır. Böylece rüzgar,
sevgiliden getirdiği güzel kokuları ve haberleri ona bildirir. Sanki, sevgili
güneşin doğduğu gibi onun üzerine doğsaydı ve kendisini görmek
mümkün olsaydı, bu kokular gelecekti. Çünkü saba rüzgarı, doğudan
esen rüzgardır ve doğular, güneşin doğduğu yerlerdir. Aydınlatma ise,
güneş aydınlığıdır. ‘Şair ‘seni istedim’ der. Allah’a yeminle, seni aradım
demektir. Şiirde geçen ‘naşid’ arayan, talep eden demektir ve anlamak
isteyen kimseye benzer. Bu ifade, sevgilisi hakkındaki bilgisinin azlığını
gösterir, çünkü kendisi için misaller ortaya koyarak şöyle der: ‘Bu güzel
kokulu nefes de neredendir?’ Çünkü orada güzel kokulu olanlar vardır.
Halbuki sevgilisiyle ilgilenmeye kendini tam olarak verip başka kimseyi
görmeseydi, (bu kokunun kaynağmı) aramazdı. Çünkü öğrenmek istediği
her şey, onun zihnine gelmiş olurdu. Bu şair, zihninde ortaklık bulunduran
kimsedir ve -ârif ise- mârifetinin eksildiği veya -âşık ise- sevgisinin
eksikliğiyle aleyhine tanıklık eder. Bununla birlikte, sevgilinin
yönlerinin çokluğunu ve farldı varlıklarda tecellisini kastetmiş de olabilir.
Örnek olarak, tek bir zat olmasına rağmen, Allah’a ait ilahi isimleri
verebiliriz. Bir zat olsa bile, O’nun doksan dokuz ve daha fazla ismi
vardır. Bu durumda hangi isim olursa olsun, rüzgar estiğinde O’nu
arar. Bu durumda (hitap edilen) rüzgar, Hak kaynaklı, latif, kabul rüzgarıdır.
O, kalpte bir latiflik ve incelik gerçekleştirir. Böylelikle şair, getirdiği
haz veren güzel kokuyu rüzgara sormak isteyerek, şöyle der:
Kuşluk vaktinde örtünü mü bıraktın?
Zeyneb’in gerdanlığını bıraktığı o yere
Bu mısra, onun seven olmadığının açık kanıtıdır. Bu söz, sevgiüye
duyulan heyecandan daha çok övgü ve medhe yakındır. Çünkü rüzgar
güzel kokuyu kendisine getirince, şair güzel kokuyu Zeyneb’in gerdanlığını
bıraktığı yere izafe etmiştir. Öyleyse bu, gerdanlığa dönük bir öv372
Fütûhât-ı Mekkiyye 8
güdür, çünkü şair, Zeyneb’in gerdanlığının güzel kokulu amberden olduğunu
kastetmiştir. Mekan gerdanlık nedeniyle güzel kokmuştur.
Halbuki şair, gerdanlığa güzel kokuyu verenin Zeyneb’in kokusu, nefesi
veya teri olduğunu söylemedi. Sözüne devam edip mekanın güzel kokusunun
Zeyneb’in nefesinden kaynaklandığını söyleseydi, iş değişirdi.
Bu durumda bizim dediğimiz gibi söylemesi gerekirdi.
Kuşluk vaktinde hırkanı mı bıraktın?
Zeyneb’in güzel koku yaydığı o mekana
Onun nefesleri, Zeyneb’in hoş kokulu nefesinden
Zeyneb’in güzel kokusu, onunkinden daha hoş
Biz de bu konuda başka bir düşüncede aynı mısraları söyledik:
Mi skin güzel kokusu onun güzel kokusundan
Güneşteki ışık, onun mahyasındandır
Huld cenneti onu yerleştiren hurilerin yeridir ama
Onun zatı huld cennetleri için bir barınak
Şairin bunun ardından söylediği:
Ya da korunun bahçesinde senin kokun eser
Etekleri onun üzerinde sallanır
Mısraı da ilkine benzer. Burada güzel kokuyu Zeyneb’in elbisesine
ait saymıştır. Zeyneb elbisesini bahçeye serdiğinde, mekan bu güzel kokuyu
kazanmıştır. Zeyneb’in güzel kokusu ise, tıpkı gerdanlıkta olduğu
gibi, elbisenin güzel kokmasından kaynaklanır. Şairin söylediği, mekanın
güzel kokusunun onun nefeslerinin güzel koksundan kaynaklandığını
göstermez. Hal böyleyse, mekan güzel kokmayan veya güzel kokunun
ait olmadığı kimseden dolayı güzel kokar. Bu nedenle şöyle dedik:
En nefs koku deseydi -güzel koku değil- övgüyü daha bilinçli ve
ciddi bir şekilde dile getirirdi.
Sonra rüzgarın ilk esintisinden söz ederek, şöyle demiştir:
Yüz On Dokuzuncu Kısım 373
işte haberlerini sana ithaf ediyorum.
Senin onunla tanışıklığın bugün daha yakın
Bu, doğru olmayan bir ifadedir, çünkü onun esintisi, Zeyneb ile
değil, geldiği mekan veya korunun bahçesiyle tanışıktır. Mekandaki güzel
koku ise, gerdanlıktandır ve bahçeye ondan gelmiştir. Esinti,
Zeyneb’in zatına özgü güzel kokudan bir şey taşımaz. Bununla birlikte
o yere ve bahçeye eserken esinti, Zeyneb’i görmüş olabilir. Şair ‘onun
eteği’ demiş, ihtimale açık bir şeyi kastetmişti. Çünkü burada ‘onun
eteği’ sözünde bir ihtimal vardır. Yani oraya uğradığında, bahçe onun
eteğinden güzel koku kazanmıştır. Ayrıca rüzgar, korunun bahçesine
uğrarken Zeyneb’i görmüş olabilir. Bu da, uzak bir ihtimaldir, ilki ise
daha yakındır. Çünkü eteğini bahçeye yayarken rüzgar ona uğrasa ve
kendisini görseydi, hiç kuşkusuz, onun eteğinin güzel kokusunu bahçede
taşırdı. Bu ise rüzgarın onu gördüğünü gösterir. Onu görmemişse,
kendisiyle yakın tanışıklığı yok demektir. Bu durumda esinti, uğradığı
mekanla tanışıktır.
Sonra ‘daha yakın’ derken de bir eksiklik vardır sözünde. Çünkü
onu bütün güzel kokularda yaygın genel bir durumla nitelemiştir. Çünkü
şöyle diyebilirdi: Güzel kokunun kaldığı yer, Zeyneb’den (kokuyu)
kazandıktan sonra da kokmaya devam eder. Bu durumda mekanın
Zeyneb ile tanışıklığı eskidir. Bununla birlikte, koku orada kalmıştır.
Böyle deseydi, daha derin bir şair olurdu. Esinti ona sadece mekanın ve
bahçenin kokusunu taşımıştır. Bu durumda onun doğru söylüyor olması
gerekir. Bu nedenle esintiye şöyle der: ‘Senin onunla tanışıklığın yenidir.’
Yani mekanla veya o ikisinden birisiyle -mekan veya bahçe- tanışıklığın
yenidir. Ya da, onlarla demeliydi. Bu durumda ‘Zeyneb ile tanışıklığın
daha yakındır’ sözü yalandır. Sonra, kendisine gerdanlık bırakıldı
diye veya eteğin kokusu nedeniyle mekanın veya bahçenin güzel
kokması gerekmez. Bahçenin kokusu çiçeklerin kokusundan olabileceği
gibi mekanın güzel kokusu da -kendisinde gerdanlık bulunsa ve etek
üzerinden sürünüp geçse bile- bile başka bir nedenden kaynaklanabilir.
Binaenaleyh şair, her durumda eksiktir. Bu şiir sözleri hoş ve ince olsa
bile, anlam bakımından bir hiçtir. Çünkü şiirin ve sözün güzelliği, ince
söz ile yüksek anlamı kendinde toplamasına bağlıdır. Böyle bir şiir, dinleyeni
ve bakanı hayrete düşürür de, lafız mı, yoksa mana mı üstündür,
374 Fütûhât-ı Mekkiyye 8
yoksa her ikisi eşit seviyede midir, bilemez. Çünkü onlardan hangisine
baksa, öteki kendisini güzelliğiyle şaşırtır. Her ikisine birden baktığında
ise, yine kendisini şaşırtırlar. Böyle bir şiiri ise, ancak yoğun (kaba) bir
kalbi olan kimse güzel bulabilir. Çünkü burada söz ince, anlam kabadır.
Sağlıklı düşünce nezdinde anlam çirkin olduğunda ise, lafzın güzelliği
anlamın çirkinliğini örtmez. Bana göre böyle bir şiiri beğenenin örneği,
rengarenk boyalarla süslenmiş bir duvara çizilmiş son derece güzel, fakat
ruhsuz bir sureti seven kimsedir. Çünkü lafız için mana, suret için
ruh gibidir. Gerçekte suretin (ve bedenin) güzelliği, onun ruhudur.
Kur’an’ın mucizeviliğine bak! Onun nazmının güzelliğiyle birlikte, yoğun
anlamlı olduğunu, bağlamının yerindeliğini, veciz ve güzel bir nazımda
anlamları birbirine eklediğini göreceksin..Bunun yanı sıra (başka
bir metinde) bıkkınlığa yol açacak kıssaların tekrarlanmasıyla karşılaşırsın.
Kuran’da ise böyle bir bıkmayla karşılaşmazsın. Kuran’da tek bir
kıssanın -söz gelişi Adem, Musa, Nuh gibi peygamberler ve ümmederinin
hikayeleri- genellikle anlamı bozmayacak bir lafız ilavesiyle veya
eksiğiyle tekrarlandığını görürsün. Bunun nedeni, O’nun sözünün hak
olması ve kendisinde bir yalanın bulunmayışıdır.
Şiirle ilgili açıklamaları tamamlamış olduk. Bu açıklamalar, bizi
konunun esasından uzaklaştırmadı, çünkü konumuz nefes bahsiydi. Şiir
ise, sözün bir parçasıdır. Öyleyse o da nefesler bahsiyle ilgilidir. Bu
bağlamda, kendisiyle birlikte anlamların birbirleriyle terkiplerinde bulundukları
hal üzere ortaya çıktıkları nefesler bulunduğu gibi bunun
tersi olan nefesler de vardır. Şimdi, Rahman’ın nefesini açıklayacağız.
Var olanların harfleri ve alemin kelimeleri, o nefesten ortaya çıkmıştır.
Bunlar, alemdeki yaratıkların en kamili olan insanın nefes alıp vermesiyle
meydana gelen harf mahreçlerine göre, Rahman’ın nefesinden ortaya
çıkar. Mahreçler yirmi sekiz tanedir. Her harfin bir ismi vardır ki, onu
boğazdaki boğumu, yani nefesin kesildiği yer belirlemiştir. Birincisi H,
sonuncusu Vav’dır. Bir kısmı mahreci tekil olan harflerdir. Örnek olarak,
mustatîl, munharif ve mükerrer harfi verebiliriz. Bir kısmı ise ortak
mahreçlidir. Örnek olarak, safir harflerini verebiliriz. Bununla birlikte,
ortak harflerde bir farklılık vardır ki bu da harflerin birbirine yakınlığıdır.
Lafzı doğru okuyan kişi, telaffuz esnasmda müşterek harfler arasındaki
farkı görür. Örnek olarak, Tı, Te, Dal gibi harfleri verebiliriz.
Bunlar, aynı mahreçten çıksa bile, gerçekte -aynı değil- birbirine yakın
Yüz On Dokuzuncu Kısım 375
harflerdir. Bu nedenle mahreçteki halleri farldı olduğu için, kendilerine
verilen isimler de değişir. Bu durumda tek bir harf, mahreçte oluşması
esnasında nefesteki dereceleri nedeniyle farklı isimler kazanmış, bir harfin
farldı lakapları olmuştur. Bunun nedeni, harfin mahreçten meydana
gelirken nefesteki derecelerinin farklılığıdır. Bu mahreç sayesinde harf,
hakkında ortak denilmesini sağlayan mahreçte benzerinden ayrışır. Örnek
olarak Sad harfini verebiliriz. Çünkü o mehmus (sesi gizlenmiş)
harflerdendir ve bu özellikte Kef ile ortaktır. O ise, safir harflerindendir.
Öyleyse bu harf, safir harf olmada Ze ile ortaktır. O ise, tam harflerindendir.
O da bu mutbik harflerde (tı, zı, sad, dat) tı ile ortaktır. T,
rahvet harflerindendir. O ise bu özellikte Ayn ile ortaktır. Ayn, istila
harflerindendir ve bu özellikte Kaf ile ortaktır. İşte bu, farklı mertebelerde
ortaya çıktığı için, kendisine farklı lakapların verildiği bir harftir.
Söz konusu harf, özü gereği kendisine uygun her mertebeyi kabul eder.
Böylelikle itibarlar değişir ve bu nedenle isimler de değişir. Nitekim ilk
akla ‘kalem’ dememizi sağlayan anlamdan başka bir anlam nedeniyle
‘akıl’ deriz. Kalem dememizi sağlayan anlam ise onu ‘ruh’ diye isimlendirmemizi
gerektiren anlamdan, o ise kendisini kalb diye isimlendirmemizi
sağlayan anlamdan farklıdır.
Hakikat bir, hüküm farklı
Bu nedenle ruhlar ve sûretler çeşit çeşit oldu
Hak da, bir ve yegane olan varlığın çokluk kabul etmeyen ilkesidir.
Hak, hakikati bakımından bir olsa bile, Mütekebbir, Cebbar vb. gibi
doksan dokuza kadar ulaşan isimlerle isimlenir. Bunlar tek hakikate ait
farklı hükümlerdir. Hay isminden anlaşılan anlam Mürid isminden anlaşılan
anlam olmadığı gibi bunlardan anlaşılan anlam da Kadir veya
Muktedir’den anlaşılan anlam değildir. Aynı şeyi Sad ve diğer harfler
için söyleyebiliriz. Öyleyse harfler, yaratıkların kamili olan insanın nefesinden
ortaya çıkmış, onunla ve onun nefesiyle bütün harfler ortaya
çıkmıştır. İnsan ise Rahman’ın nefesiyle ilahi surete göre var oldu. Var
olanların harfleri ile kelimeler aleminin zuhuru aynıdır. Harfler insanın
nefesinden yirmi sekiz harf olarak çıktığı gibi ilahi kelimelerin varlıkları
da Rahman’ın nefesinden yirmi sekiz olarak çıkmıştır. Her kelimenin
bir takım yönleri vardır. Böylelikle her biri, Rahman’ın nefesinden
37^ Fütûhât-ı Mekkiyye 8
meydana gelmiştir. O ise Amâ’dır. Amâ, alemi yaratmazdan önce Rabbimizin
bulunduğu yer idi. Bu yönüyle Amâ, insanın nefesine benzer.
Alemin bu nefesin uzamasında boşlukta zuhuru ise, var olanların mertebelerine
göre gerçekleşir. Bu uzama, insan nefesinin kalpten ağza
doğru uzamasının benzeridir. Harflerin ve kelimelerin bu uzama yolunda
ortaya çıkması ise, alemin Amâ’dan -ki Rahman’m nefesidir- bu
uzamada belirlenmiş mevhum mertebelerde -cisimde değil- ortaya çıkmasına
benzer. Bu ise, alemin doldurduğu boşluktur.
Nefes gayeye varmak üzere dışarı çıkmak istemiştir. Bu durum insan
nefesinin dudakta sonlanmak üzere çıkmasına benzer. Burası boşluğun
sonudur. Nefesten var olan alemin varlıklarından ortaya çıkan ille
harf, He, sonuncusu Yay’dır. Bunun ardında, akledilir bir harf yoktur.
Alemin cinsleri sonlu iken şahısları varlık bakımından sonsuzdur. Çünkü
onlar, sebep var olduğu sürece meydana gelir. Sebep ise sona ermez.
Öyleyse türün şahıslarında yaratma sona ermez. Alemin -nefes nedeniyle-
harflerin sayısınca yirmi sekizle sınırlanması ise, artmaz ve eksilmez.
Bunun birincisi, akıldır. Rahman’ın nefesinden var olan ilk şey akıldır
ve kalem’dir. Bu durum, Hz. Peygamberin ‘Allah’ın yarattığı ille şey
akıldır’ hadisinde dile getirilir. Başka bir rivayete ise ‘kalemdir’ denilir.
Bu nefesten -ki alemin sûrederinin kendisinde açılmasını kabul eden
şeydir- Allah’ın yarattığı ilk şey, akıldır. Akıl, Kalem’dir. Sonra, Levha,
yani nefs, sonra heba, sonra (tüm) cisim, sonra şekil, sonra Arş, sonra
Kürsü, sonra Adas, sonra sabit yıldızlar feleği, sora ilk gök, sonra İkincisi,
sonra üçüncüsü, sonra dördüncüsü, sonra beşincisi, sonra altıncısı,
sonra yedincisi, sonra ateş küresi, sonra hava küresi, sonra su, sonra
toprak küresi, sonra madenler, sonra bitkiler sonra hayvan, sonra melek,
cin, sonra ihsan, sonra mertebe var oldu. Mertebe, her varlıkta gayedir.
Aynı şekilde, Vav da nefesten meydana gelen harflerin gayesidir.
Burada alemin isimlerini zikretmek istedim, yoksa Ebced’de ifade edildiği
üzere, varlık sıralanışını ifade etmek istemedim. Bu sıralama ebcd,
hvz, hty, klmn, sa’fz, krşt, sahz, dtğ şeklindedir. Bu harflerin sınırlamasıdır,
yoksa mahreçlerdeki varlık dizilişi değildir.
Zikredilen her varlığın bir mertebesi, hükümleri ve nispederi vardır.
Bunlar, Allah’ı bilenler tarafından bilinir. Her birinin diğerine ait
olmayan ve başkasından farklılaşmasını sağlayan belli bir makamı olduğu
gibi yaratılış ve hüküm bakımından başkalarıyla ortak olduğu duYüz
On Dokuzuncu Kısım 377
rumlar da vardır. Yaratılıştaki ortaklığa gelirsek, bu ortaklık, bir türün
şahısları veya cinsin türleri gibidir. Örnek olarak, feleklerin dönme hareketinde
ve bileşiklik bakımından cisimde ortaklıklarını verebiliriz. Burada
zikrettiklerimiz, dünya alemine özgüdür. Zikrettiğimiz harfler,
günümüzde insan nefesine özgü şeylerdir. Çünkü biz, sadece var olanlar
(hakkında) konuşabiliriz. Biz Allah’ı bilgi bakımından ihata edemeyiz
ve O’nun bize kendisi hakkında verdiği bilgi ölçüşünce konuşabiliriz.
İmkanda yaratılmış olandan daha güzeli yoktur, çünkü doğru sözlü
peygamber, şöyle buyurdu: ‘Allah alemi kendi sûretine göre yarattı.’
Ondan daha yetkini yoktur ve olamaz. Öyleyse alemden daha mükemmeli
var olmayacaktır. Bu konuda daha önce de zikrettiğimiz Haktan
bize bir vakıa gelmiştir.
Sonra bilmelisin ki, nefese en çok benzeyen ve hatta nefesin kendisi
olan şey, illet harfleridir. Bunlar Elif, kendisinden önceki harfin zammeli
olduğu Vav ve önceki harfin kesreli olduğu Ye’dir. Bu üç harf, gerçek-
sahih harflerden değildir ve bundan daha yücedirler. Onlara mecazen
harf denilir. Onları gösteren ise, fethalı olursa ve fetha işba edilirse
(Elif) veya zamme olup işba edilirse (Vav) veya kesre olup işba edilirse
(Ye) harftir. İşte bu harfleri gösteren delil budur. Alem de, harekelerin
işbaı konumundaki hadislik (sonradanlık, yaratılmışlık) nedeniyle,
Hakkın varlığına delildir. Zikrettiğimiz hususu anlayınız!
Harflerin bir takım özellikleri vardır ki, bunları onlara veren mahreçlerdir.
Onlar nefeste topludur -çünkü nefes onları toplar-, dış varlıklarında
ve kelimelerde ise ayrı ayrı bulunurlar. Nefes ilk harften sonuncusuna
doğru hareket ederken, nefesin kesintiye uğramasıyla ortaya çıkan
mahreci sonra gelen her harf, mahreci önce gelen harfin yaptığı etkiyi
de (kuvve halinde) kendinde taşır. Başka bir ifadeyle sonra gelen
her harf, kendisinden önceki bütün harflerin gücünü içerir. Çünkü (onu
meydana getiren) nefes, çıkarken önceki mahreçlere de uğramış ve
mahreçlerin bittiği yere ulaşmıştır. Böylelilde nefes çıkarken önceki harfin
mertebesini yanında taşır ve bu mertebe sonraki harfin gücünde ortaya
çıkar. Son harf, Vav’dır ve onda bütün harflerin gücü bulunur. He
ise, bütün harflerden daha az etkilidir, çünkü o, baştadır. Öyleyse bir
kelime vardır ki, harflerin bütün güçlerini kelimeler aleminde kendinde
toplar. Bu nedenle hüviyet, fiil bakımından eşyanın en güçlüsüdür. İnsan
ise, nefesin sonudur. İlahi kelimeler, cinslerdedir. İnsanda ise,
3 78 Fütûhât-ı Mekkiyye 8
alemdeki her varlığın gücü vardır. Bütün mertebeler insana ait iken bu
nedenle yalnızca insan, ilahi sûrete tahsis edilmiştir. Böylelikle insan
ilahi hakikader ile -ki isimlerdir- alemin hakikaderini kendinde toplar,
çünkü o, son varlıktır. O halde, onu var etmek üzere Rahman’ın nefesi
sona ererken kendisiyle birlikte alemin bütün güçlerini beraberinde getirmiştir.
Böylelikle alemdeki bir parça ile zuhur etmeyen şeyler, insan
vasıtasıyla zuhur eder. Ya da ilahi hakikatlerden herhangi bir isim ile ortaya
çıkmayan şeyler (başka bir isim ile) ortaya çıkar. Çünkü bir isim
farklılaştığı isimlerden diğerinin verdiğini veremez. Bu nedenle insan,
varlıkların en kamili olduğu gibi, Vav harfi de harflerin en kamilidir.
Aynı şeş, harflerle ameli bilenler nezdinde, amel bakımından böyledir.
İnsanın dışındaki her şey halktır (yaratılmış). İnsan ise, hem halk hem
Haktır. O halde insan-ı kamil, gerçekte ‘kendisiyle yaratılan Haktır (yaratmada
vasıta olan Hak).’ Başka bir ifadeyle o, kendisinden dolayı
alemin yaratıldığı sebeptir.
Gaye, kendisinden önce gelen yaratılış ile amaçlanandır. Onu önceleyen
şeyler, gayeden dolayı yaratılmış ve ondan dolayı ortaya çıkmıştır.
Gaye olmasaydı, yaratılan onü öncelemeyecekti. O halde gaye, kendisinden
önce gelen şeylerin kendisinden dolayı yaratıldığı durumdur. O
ise, insan-ı kamildir. Burada ‘kamil’ dedik, çünkü insan kelimesi, şeklen
insana benzeyene de verilebilir. Nitekim Zeyd için insan, Amr için insan
deriz. Bununla birlikte, ilahi hakikader Zeyd’de ortaya çıkmışken
Amr’da ortaya çıkmamış olabilir. O halde Amr gerçekte insan şeklindeki
hayvandır. Aynı şekilde, küre de yuvarlaklıkta feleğe benzer. Halbuki
feleğin kemali nerede, küreninki nerede! İşte ‘kemal’ derken, bunu kastediyoruz.
İnsan rrfertebesiyle bütün mertebeleri elde ettiği gibi Vav
harfi de bütün harflerin güçlerini elde etmiştir. Bu durum Vav harfinin
varlığı meydana getirmek üzere söz ile amaçlanan şey olduğunu gösterir.
Vav harfine ulaşana kadar, mahreçlerin istidadıyla yolda var olan
her şey, Vav harfi sebebiyle var oldu.
Bilmelisin ki, nefes, teneffüs edenin bâtınından başka bir şey değildir.
Nefes (dışarı çıkınca) zuhur eden haline gelir ve o harflerin ve kelimelerin
dış varlığıdır. Öyleyse zuhur eden, bâtına ilave değildir. Başka
bir ifadeyle, zuhur eden bâtının ta kendisidir. Mahreçlerin istidadı ise
nefeste harfleri belirlemek üzere Rahman’ın nefesinde alemin sabit
a’yan’ının istidadır. Böylelikle istidat hükmünün kendisi -ki o alemdeYüz
On Dokuzuncu Kısım 379
dir- nefeste ortaya çıkar. Bu nedenle Allah peygamberine ‘Sen atmadın
attığında, fakat Allah attı’554 demiştir. Mutmainne derecesine ulaşan nefse
ise ‘Razı olarak Rabbine dön’sss demiştir. Başka bir ayette ise ‘dileyerek veya
zorla (geliniz)’556 demiştir. Yani, zatından dolayı razı olarak dönmezsen,
dönmeye zorlanırsın. Bu durumda senin ‘sen’ olmadığını öğrenirsin.
Razı bir halde dönersen -ki böyle bir nefs, bilen ve Allah katında
kendisinden razı olunan nefstir- O’nun kulları arasına girersin. Böylelikle
‘arzusunu ilah edinen’, başkalarına yönelen ve nispet edilen kimselerden
olmayarak, O’nun cennetine, yani perdesi ve örtüsü altına girersin.
Böylelikle nefs O’nunla gizlenir ve bu durumda O zuhur eden iken nefs
Hakta gizlidir (gayb). Öyleyse nefs, bâtındır, çünkü o, nefesin kendisidir
ve nefes bâtındır. Böylelikle nefes, Rahman için bu nitelikle örtü altına
girmeyle var oldu. Bu nedenle nefes ‘Benim cennetim’557 sözüyle
Hakka izafe edilen örtü altına girme özelliğiyle cisim için ruh konumundadır.
Çünkü cisim, onun üzerinde bir perdedir. O halde cisim görülürken
hüküm ruha aittir. Bu durumda zuhur eden Hak, hüküm ise
ruha aittir. O ise zâhir olan Hakta farklılığı meydana getiren alemin istidadır.
İşte bu ‘cennetime gir’558 sözünün anlamıdır. Bunu kendisine izafe
ederek şöyle demiştir:
Hak ve merbüb, irtibatlı
İki değil iken, onunla iki oldu varlık
Onun benzerini ne gördüm ne duydum
İki Ömer’in dediklerinden başka
‘İki Ömer5 derken Ebu Bekir ve Ömer’i, güneş ve ayı kast etmiştir.
‘Sizi ve amellerinizi Allah yarattı,’559 Burada Allah, zamiri ispat etmiş, yaratılmış
fiili olumsuzlamıştır. Aynı şekilde, Ebu Bekir de (şiirde) olumsuzlanmıştır.
Onun adı ‘iki Ömer’de’ gözükmemiş, ikilik zamiri ise onu
ispat etmiştir. Bu durum ‘iki Ömer’ sözünde geçer.
Hikmetinin kendisinden gizlendiği kimseyi tenzih ederim. Böylelikle
varlıkta bilmeyen-bilen ortaya çıkar. Bu, ‘atmayan-atan’a benzer. O
halde harfler nefesten başka değil iken, onun kendisi de değillerdir. Kelimeler
harflerden başka olmadığı gibi harflerden başka da değillerdir.