Gönderi

Yahudi Padişah'ın Taasubu
Yahudiler arasında, Hz. Îsâ (a.s.) düşmanı ve hristiyanları öldüren zâlim bir hükümdar vardı. Halbuki peygamberlik zamanı ve nöbeti Hz. Îsâ’ya gelmişti. Hz. Mûsâ (a.s.) devri geçmişti. Öyle olmakla beraber o Mûsâ’nın, Mûsâ da onun rûhu gibi idi. “Allah’ın peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.” (Bakara Sûresi, 285) O şaşkın pâdişah, Allah yolunda, Îsâ yolunda yürüyen, Hakk dostları olan Mûsâ ile Îsâ’yı birbirinden ayrı sandı. O yahudi pâdişahın sapık ve hileci öyle bir veziri vardı ki, hile ile akan suyu bile düğümlerdi. Bu vezir dedi ki: “Hristiyanlar, canlarını kurtarmak için, dinlerini pâdişahtan gizlerler. Bu sebeple, bu kadar çok hristiyan öldürme! Çünkü, öldürmekte fayda yoktur. Din, misk ve öd ağacı değildir ki kokusu çıksın. Din, yüzlerce kılıf içinde gizlenmiş bir sırdır. Dışı seninle uyum halindedir. Sana benzer. Ama, içi seninle çekişmede, sana uymamaktadır.” Pâdişah vezire sordu ki: “O halde ne tedbir alalım? Bir yalan ve hile olan hristiyanlığın yayılmasını nasıl önleyelim? Ne yapalım ki, dünyada hristiyanlığı açığa vuran veya gizleyen bir hristiyan kalmasın?” Vezir dedi ki: “Ey pâdişahım! Sen bana kızmış, gazap etmiş görünerek emir ver, kulağımı, elimi kestir. Burnumu, dudağımı yardır. Ondan sonra beni dar ağacına göndert. Tam o sırada bir şefaatçi senden suçumun bağışlanmasını niyâz etsin. Sen bu işi, dört yol ağzı bir yerde, tellâl çağırılan kalabalık bir pazarda yaptır. Ondan sonra da beni yanından uzaklaştır, uzak bir şehre sür ki ben orada hristiyanlar arasına şer ve fitne, karışıklık salayım. Ben onlara diyeyim ki: “Ben de hristiyanım. Ama, dinimi gizli tutarım. Ey sırları bilen Allah’ım! Sen benim gönlümü, inancımı biliyorsun. Pâdişah benim hristiyan olduğumu anladı. Yahudilik taassubu yüzünden beni öldürtmek istedi. Ben de dinimi pâdişahtan gizlemek, onun dininden görünmek istedim. Pâdişah, benim sırlarımı anladı. Sözlerim onun yanında kusurlu göründü. Dedi ki: Senin sözlerin, içinde iğne bulunan ekmek gibidir. Benim gönlümden, senin gönlüne pencere var. Ben o pencereden senin halini gördüm, onun sözlerine inanmam. Eğer Îsâ’nın rûhâniyeti bana yardım etmeseydi, pâdişah yahudilik gayreti ile beni parça parça ederdi. Îsâ uğruna canımı, başımı veririm ve bunu canıma yüz binlerce minnet sayarım. Îsâ’dan canımı esirgemem. Fakat, Onun dinine dâir iyiden iyiye bilgim vardır. Hristiyanlara yararlı olmak için ölmek istemiyorum. O pâk dinin, bilgisizler arasında kalıp yok olmasından üzülüyorum, hayıflanıyorum. Allah’a ve Îsâ’ya şükür ki, biz bu hak dinin yol göstericisi olmuşuz. Belimize hristiyanlık zünnarını bağladığımızdan beri, yahudilikten kurtulduk. Ey insanlar! Devir Îsâ’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan ve gönülden dinleyiniz.” Vezir, bu hileyi, pâdişaha sayıp dökünce pâdişahın gönlünden endişeyi giderdi. Pâdişah, vezirin dediği, istediği şeyleri yaptırdı. Halk, vezirin başına gelen acıklı hallerden, bu gizli ve hileli işlerden dolayı şaşırıp kaldı. Veziri, hristiyanların bulunduğu memlekete sürdü. O da gittiği yerlerde halkı dine dâvete başladı. Yüz binlerce hristiyan azar azar onun etrafına toplandı. Vezir onlara, gizlice, İncil’in, zünnarın ve namazın sırlarını anlatıyordu. Vezir, görünüşte din vâizliği yapıyordu. Ama, bâtında, hakîkatte o, kuşu avlayanların ıslığı ve tuzağı gibi idi. Hristiyanlar tamamiyle o vezire gönüllerini verdiler. Esasen câhil kişileri bir şeye inandırmak zor değildir ki… Gönülleri, vezirin sevgisi ile doldu, taştı. Onu Îsâ’nın vekili sandılar. Halbuki o vezir, hakîkatte, tek gözlü mel’un Deccal idi. Ey yardımcıların en güzeli olan Allah! Feryadımıza yetiş! O imansız vezir, âdetâ badem ezmesi içine sarımsak saklar gibi hile ile din nasihatçılığı yapıyordu. Hristiyanlar arasında zevk ve anlayış sahibi olanlar, vezirin tatlı sözleri arasında bir de acılık duyuyorlardı. Vezir çok mânâlı, nükteli sözler söylüyordu. Fakat, o sözler içine zehir karıştırılmış şeker şerbeti gibi idi. Sözünün dış yüzünden; “Hakk yolunda gayretli ol, çabuk ol.” mânâsı çıkıyordu. Hakîkatte, “çalışıp da ne yapacaksın, tenbellik et, keyfine bak” dediği seziliyordu. Vezirin sözleri, anlayışlı ve zevk sahibi olmayanların boyunlarına birer halka olup geçiyordu. Vezir, altı sene yahudi pâdişahtan uzak kaldı ve bu müddet içinde Îsâ ümmetinin âdetâ sığınağı oldu. Bütün hristiyanlar dinlerini de, gönüllerini de ona verdiler. Herkes onun emri ile seve seve ölüme atılıyordu. Pâdişahla vezir arasında haberleşmeler vardı. Pâdişah, ona gizlice gönül alıcı vaadlerde bulunuyordu. Vezire; “Ey benim değerli ve makbul vezirim! Vakit geldi, çattı. Artık, gönlümden bu dert çıksın gitsin.” diye mektup yazdı. Vezir de ona; “Pâdişahım, ben şu anda Îsâ dininden olanlara fitneler fesatlar salmaktayım.” diye cevap verdi. O devirde Îsâ dininden olanları yöneten on iki emîr vardı. Her fırka, bu on iki emîrden birine uymuş, faydalanmak için ona kul köle kesilmişti. Bu on iki emîr ile onlara uyanlar, o soysuz vezirin tuzağına düşmüşlerdi. Onların hepsi de onun sözüne inanıyor, hepsi de onun gidişine ayak uyduruyordu. Ona öyle inanmışlar, öyle bağlanmışlardı ki, vezir öl dese emîrlerden her biri, hemen onun önünde can verirdi. Vezir, her emîrin adına ayrı bir tomar hazırladı. Her tomarda bulunan yazılar, meslek ve mezhep yönünden bambaşka idi. Birbirini tutmuyordu. Bu tomarların her birindeki ayrı hükümler, emirler bir başka çeşitti. Her hüküm, baştan sona ötekinin hilâfı ve zıddı idi. Her emir, öteki tomardaki emre aykırı idi. Tomarın birinde riyazet ve açlık yolunu, tevbenin esası, Allah’a dönüşün şartı saymıştı. Diğer tomarda, “Hak yolunda riyazetin bir yararı yoktur. İnsan ancak cömertlikle Hakk’ı bulur”, demişti. Başka birisinde ise, “Sen aç durmakla veya cömert olmakla, Allah’ına şirk koşmuş olursun”, denilmekte idi. Gamlı olduğun zamanda da, esenlik çağında da tam mânâsıyla Allah’a teslim olmaktan başka her şey hile ve tuzaktır. Tomarın birinde denmişti ki: “Kulun yapması gereken şey, hizmet ve ibâdettir. Yoksa, ibâdetsiz bir tevekkül ve teslimiyet fikri suçtur.” Allah’ın bize; “Şunu yap, bunu yapma.” diye emredişi, biz bunları yapalım veya yapmayalım maksadı ile değildir. Bize bizim aczimizi, zavallılığımızı bildirmek için verilmiştir. Böylece bu emirlerle, aczimizi, beceriksizliğimizi görelim, bilelim de bu acz zamanında Hakk’ın kudretini daha çok anlayalım, diye düşünülmüştü. Tomarın birinde ise; “Aczini görme, kendine gel, aklını başına al. Çünkü, kendini âciz görmek, Allah’ın verdiği nimeti görmemek, nimete kâfir olmaktır. Kendi gücünü, kudretini gör. Çünkü, güç de kudret de ondandır. Kendindeki yapma gücünü Allah’ın bir nimeti bil.” denmişti. Başka bir tomarda ise; “Bu ikisinden de, yâni kendini her bakımdan âciz görmekten veya kendinde Hakk’ın kudretini bulmaktan vazgeç. Çünkü, tevhid yolunda göze görünen her şey bir puttur.” denmişti. Tomarın birinde de; “Şu görüş mumunu söndürme! Çünkü, bu görüş, bu nazar erenler meclisinin mumudur, nûrudur”, diye yazılmıştı. Dikkat et! Kemale ermeden eğer nazardan, görüşten, hayâlden, istidlâlden vazgeçer isen, vuslat gecesinin yarısında mumu söndürmüş, karanlıkta kalmış olursun. Bir tomarda da; “Yarattıklarına bakarak, Allah’ı dışta arama! Korkma, görüş ve istidlâl mumunu söndür! Söndür ki, karşılığında yüz binlerce mânevî nazar, görüş bulasın. Çünkü, dışta yanan görüş mumu söndürülünce, içteki can mumunun nûru artar. Aşkın acılarına sabreder olduğun için, Leylâ, sana Mecnun olur. Kim zâhidliğe kalkışır da dünyayı terk ederse, dünya ona daha çok yaklaşır, daha çok kendini gösterir.” diye yazılmıştı. Tomarın birinde şöyle deniliyordu: “Allah, sana her ne ihsan etti ise, her ne verdi ise, yaratırken onu sana sevdirmiştir, tatlılaştırmıştır. Sen de onu al. Çünkü, Cenâb-ı Hakk onu sana kolaylaştırmıştır, hoş bir hâle getirmiştir. Onu tatlılıkla kabul et, kendini zahmete sokma.” Hz. Ömer’den rivâyet edilen bir hadîste “Dinde, pek ince eleyip sık dokumaktan sakının. Zira, Allah dinde kolaylık göstermiştir. Dinin emirlerini takatınız miktarı ifâ ediniz”, buyurmuştur. Tomarın birinde ise şöyle yazılmıştı: “Senin olanı, kendine âit olanı terk et. Çünkü, senin tabiatının beğendiği şey iyi değildir.” Görmüyor musun? Birbirine aykırı düşen yollar, insanlara kolay görünmüştür de herkes kendine bir din seçmiştir. O din, o kişiye can kesilmiştir. Eğer Allah’ın kolaylaştırdığı yol, doğru bir yol olsaydı; her yahudi, her ateşe tapan, Allah’tan haberdar olur, Allah’ı tanırdı. Tomarın birinde de; “Allah’ın kendine varan yolu kolaylaştırması demek, o yolun rûha gıda, gönle hayat oluşudur. İnsanın, nefsinin zevk sandığı şeyler gelip geçicidir. Çorak yere ekilmiş tohum gibidir. Bitmez, meyve vermez. Ondan elde edilecek mahsul pişmanlıktır. Kârı da zarardan başka bir şey değildir.” denilmişti. Tomarın birinde; “Bir yol gösterici, bir mürşid bul. Akıbeti, sonu görme gücünü, şunun bunun soyundan gelmekte ve bununla övünmekte bulamazsın.” denmişti. Başka bir tomarda ise; “Aslında mürşid sensin, çünkü mürşidin mürşid olduğunu, ancak sen bilirsin, sen tanırsın. Adam ol da, başkalarına tabî olma! Yürü, kendi yolunu kendin seç. Mürşid bulmak arzusu ile şaşırıp kalma.” diye yazılmıştı. Başka bir tomarda ise; “Aslında bu ayrılıkların, bu çoklukların hepsi de birdir. Biri, iki gören kişi, şaşı bir zavallıdır.” deniyordu. Bir diğer tomarda da; “Yüz sayısı nasıl olur da, bir sayılır? Böyle düşünen delidir.” denmişti. Bu sözlerin her biri diğerine ters düşen, zıt düşen bir sözdür. Şekerle zehir bir olabilir mi? Bu beyitte zıtlar âlemine işâret olduğu gibi, Cenâb-ı Hakk’ın Celâl ve Cemâl sıfatlarının tecellîsi de hatıra gelebilir. Şekerden de zehirden de vazgeçmedikçe, sen Vahdet Gülzarı’ndan nasıl koku alabilirsin? Îsâ dininin düşmanı olan vezir, on iki tomara, işte bu çeşit yazılar yazmıştı. O vezir, Hz. Îsâ’daki vahdeti, renk birliğini idrâk edememişti. Ve Îsâ’ nın mânâ köyündeki huydan da, bir huy edinememişti. Senâî Hazretlerinin Hadîka’sında şu meâlde bir beyit var: “Yeryüzünde görülen çeşitli renkler, vahdet küpünde tek bir renge çevrilir.” Vezir de pâdişah gibi bilgisizdi, gafildi. Bu yüzden Kadîm olan, kendisinden kaçmaya imkân bulunmayan Hakk’la pençeleşmeye kalkıştı. O, bir anda içinde bulunduğumuz âlem gibi yüzlerce âlemi yoktan var edecek bir Hakk’la uğraşıyordu. Vezir kendiliğinden başka bir hileye baş vurdu. Vâ’z ve nasihatı bıraktı, halvete çekildi. Halvette kırk, elli gün kadar kalıp, müridlerini ayrılık ateşiyle yaktı. Halk, onun insana huzur veren halinden, güzel konuşmalarından, sohbet zevkinden ayrı düştükleri için deli divâne oldu. Müridler diyorlardı ki: “Sensiz, bizim için hidayet nûru yoktur. Sopasını tutup yol gösteren biri olmayınca körün hali nice olur? Allah aşkına, büyüklüğünün başı için, bize ikrâm ve ihsanda bulun. Bizi daha fazla kendinden ayırma. Biz çocuklar gibiyiz, sen bizim dadımızsın. Terbiye ve irşad gölgeni, başımızdan eksik etme.” Vezir dedi ki: “Rûhum, dostlarımdan uzak değildir. Fakat, halvetten çıkmama izin yoktur.” Hristiyan emîrleri şefaat dilemek, müridler de nefislerini kötülemek, suçlarını itiraf etmek için vezirin yanına geldiler. “Ey kerem sahibi!” dediler. “Biz, ne bedbaht kişileriz ki, senden ayrı düşünce her şeyimizi kaybettik; gönülden de, dinden de yetim kaldık. Sen, halvetten çıkmamak için bahaneler buluyorsun. Bizimse, dertli yüreğimiz yanıyor da, soğuk soğuk ah edip duruyoruz. Biz senin güzel sözlerine alışmışız, hikmet sütünü içmişiz. Allah aşkına, bize bu cefada bulunma! Lütfet, ihsan et. Bugün yapacağın iyiliği yarına bırakma.” Vezir dedi ki: “Aklınızı başınıza alınız, ey dedikodu düşkünleri, ey dilin söylediklerinde, kulağın duyduklarında hikmet ve nasihat arayanlar! Güzel söz söyleyen, şeyh geçinen, fakat söylediklerini yaşamayan, hal sahibi olamayan kişiler kastediliyor. Şehvet duygusunun kulağına pamuk tıkayınız. Yâni, süflî, aşağı duygulara âit sesleri duyan, şu görünen baş kulağınızı sağır hale getiriniz ki, can kulağınız açılsın da, Hakk’ın, hakîkatin sesini duyabilesiniz. Gözünüzden de, dünya sevgisi bağını kaldırıp atınız. Aslında şu görünen baş kulağımız, can kulağımızın pamuk tıkacıdır. Bu sebepledir ki, baş kulağımız tıkanmadıkça can kulağımız sağır olarak kalacaktır. Nefsanî duygulardan uzak, âdetâ duygusuz kalın, sağır olun. Düşüncesiz bir hâle geliniz ki Hakk’ın; “Rabbine dön!” hitabını işitebilesiniz. Fecr Sûresi 27-30 ayetlerine işaret var. Sen, uyanık kaldıkça, uyanıklık dedikodusu ile uğraştıkça, uykuda gizlenen rüyâlardan, rüyâlardaki konuşmalardan nasıl mânâ kokusu alabilirsin? Görünen âlemin sırlarından nasıl haberdar olabilirsin?” Müridlerin hepsi de dediler ki: “Ey bizden kaçmak için bahane arayan hekîm! Bu hileyi, bu cefâyı bize yapma! Senin sözün, şeytanı susturur. Ağzından çıkan kelimeler, kulaklarımızı akılla doldurur. Sen olmayınca, gökyüzü bile bize karanlıktır. Ey mânevî ay! Sana nispetle şu gökyüzü kim olabilir? Gökler, görünüşte çok yüksektir. Fakat, mânevî yükseklik, yücelik, tertemiz olan rûhlara mahsustur. Görünüşteki yükseklik, cisimlere âittir. Cisimler ise mânâya nispetle isimlerden ibârettir.” Vezir, müridlerine dedi ki: “Sözü uzatmayınız! Öğüdümü canla ve gönülle dinleyiniz. Bana inanıyor ve güveniyorsanız, ben emîn isem, emîn olan kişi suçlanmaz. Ben yeryüzüne gök desem, bu böyledir, benden şüphe edilmez. Eğer ben, kemal sahibi isem, kemali neden inkâr ediyorsunuz? Kemal sahibi değilsem, bu zahmet, bu azar neden? Ben, bu halvetten çıkmayacağım. Çünkü, ben burada içime kapanmış, gönül ahvali ile meşgulüm.” Müridlerin hepsi birden dediler ki: “Ey vezir! Biz, senin kemalini inkâr etmiyoruz. Bizim sözümüz ağyar sözüne benzemez. Senden ayrı düştüğümüz için, gözlerimizden yaşlar akmada, canımızın tâ içinden ahlar, eyvahlar coşup durmaktadır.” Vezir içerden seslendi de dedi ki: “Ey müridler! Şunu bilmiş olun ki, Hz. Îsâ’dan bana, ‘bütün dostlarından ve yakınlarından ayrıl, tek başına kal’ diye haber geldi. Yüzünü duvara çevir, yalnız başına otur. Hatta, kendi varlığından, benliğinden, benlikten bile uzaklaş, halvet et. Bundan sonra, bana konuşmaya izin yoktur. Bundan sonra, benim dedikodu ile de işim gücüm kalmamıştır. Dostlar, Allah’a ısmarladık. Artık ben öldüm. Varımı yoğumu dördüncü kat göğe taşıdım. Böylece istedim ki, dünyanın ateşle dolu derinliklerinde bir odun gibi zahmetler ve meşakkatler içinde yanmayayım. Bundan sonra dördüncü gökte, Hz. Îsâ’nın yanında oturacağım.” Sonra, vezir bütün hristiyan emîrlerini, birer birer çağırdı. Her biri ile ayrı ayrı görüşüp, konuştu. Herbirine dedi ki: “İsâ dininde, Hakk’ın vekili benim ve benim halifem de sensin. Öbür emîrlerin hepsi de sana uymak zorundadırlar. Îsâ onların hepsini sana tâbi kılmıştır. Hangi emîr aksilik yapar, sana uymazsa, onu yakala. Ya öldür, yahut esir al. Ama, ben sağ oldukça bu söylediklerimi kimseye söyleme. Ben ölmedikçe de bu reisliğe istekli olma. Ben hayatta kaldığım müddetçe, bu sırları hiç açıklama, pâdişahlık dâvâsına kalkma. Birçok şehiri elde etmek sevdasına kapılma. İşte şu tomarı al, onda bulunan, Îsâ dininin hükümlerini ümmete açık bir dille, bir bir oku.” O emîrlerden her birine, ayrı ayrı olarak; “Hakk dininin senden başka vekili yoktur.” dedi. Emîrlerden her birini, birer birer taziz ve takdis etti. Birine söylediklerini aynen ötekilerine de söyledi. Böylece her birine bir tomar verdi. Her tomarda yazılı olanlar, öbürüne aykırı idi. “Elif”den “ye” harfine kadar, nasıl harflerin şekilleri birbirine uymuyorsa, o tomarlardaki yazılar da, birbirine uymuyordu. Bundan sonra vezir, kırk gün daha kapısını kapadı. Sonra da kendini öldürüp, varlığından kurtulup gitti. Halk, onun ölümünü duyunca, mezarının başı bir kıyamet yeri oldu. Onun yası ile halk, saçını sakalını yolarak ve elbisesini yırtarak mezarının başına öyle bir yığıldı ki… Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını ancak Allah bilirdi. Onun mezarının toprağını başlarına saçtılar, onun derdini kendilerine derman bildiler. Kabri başında bir ay oturup mâtem ettiler, gözlerinden kanlı göz yaşları akıttılar. Bir ay geçtikten sonra, halk dedi ki: “Ey emirler! Vezirin yerine sizlerden kim geçecek? Onu bilelim ki, vezirin yerine ona uyalım. Ona candan bağlanalım, elimizi de eteğimizi de onun eline teslim edelim. Madem ki güneş battı da o batış bizim gönlümüzü dağladı. Onun yerine bir çerağ uyandırmaktan başka çare yoktur. Sevgili, göz önünden kaybolunca, bize onun yerini tutacak bir armağan gerekir. Gül mevsimi geçip de gül bahçesi harap olunca, gül kokusunu nereden koklayabiliriz? Gül suyundan…” Emîrlerden biri ileri atıldı. O vefalı insanların yanına gitti. Dedi ki: “İşte o zâtın vekili, hatta bu zamanda Îsâ’nın halifesi benim… İşte şu tomar, ondan sonra benim vekil olacağımın belgesidir, şâhididir.” Başka bir emîr de pusudan ortaya çıktı. O da vekillik dâvasına girişti. O da koltuğunun altından bir tomar çıkardı, gösterdi. Derken ikisini de, bir çıfıt öfkesi sardı. Diğer emîrler de, birer birer ortaya çıktılar, keskin kılıçlarını çektiler. Her birinin elinde bir kılıç ve bir de tomar vardı. Sarhoş filler gibi birbirine düştüler. Yüzbinlerce hristiyan öldürüldü. Kesik başlardan, tepeler meydana geldi. Sağdan soldan kan selleri aktı. Bu savaş yüzünden havaya dağlar gibi tozlar kalktı. Vezirin ektiği fitne tohumları, başlarına âfet kesildi. Mesnevî şârihleri, bu hikâyenin kaynağının Kısâs-ı Enbiyâ ve Ahd-i Atîk olduğunu ve hikâyenin kahramanının Pavlos (=Polos) olduğunu yazıyorlar. Fakat, Hz. Mevlânâ bütün dinlerin esas itibariyle vahdet üzerine kurulduğunu ve peygamberlerin aralarında fark bulunmadığını anlatmak için bu hikâyeye, kendi mübârek hayaline göre yeni bir şekil vermiştir. Hilekâr vezirin hazırladığı tomarlarda çeşitli görüşler, birbirine zıt inanışlar çok güzel bir şekilde belirtilmiştir. Hz. Mevlânâ’nın görüşleri hep Kur’ân esasına dayandığı için bu hikâyede de bilhassa şu âyetlere işâretler vardır: “Onlar, dinlerini parçaladılar. Bölük bölük oldular. Her grup kendi inancı ile sevinmekte ve ferahlamaktadır”, (Rûm Sûresi, 32). “De ki, ey Kitap Ehli! Geliniz aramızda eşit olan tek söze: Ancak Allah’a kulluk edelim. Ona hiçbir eş, ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp birbirimizi Rab edinmeyelim”, (Âl-i İmrân Sûresi, 64). “Biz, Allah’ın peygamberlerinin hiçbirisinin arasında fark görmeyiz”, (Bakara Sûresi, 285). Halbuki aynı sûrenin 253. âyetinde “Peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen özellikleri ile diğerlerinden üstün kıldık” buyurmakta ise de esas peygamberlik vazifesinde, tebliğe memur oluşta, tebliğ ettiklerinin hepsinin de hakîkatte aynı olduğu bir gerçektir. Meselâ, Hz. Mûsâ dininin on emri; hristiyanlıkta da, müslümanlıkta da yürürlüktedir. Sayın okuyucularım! Okuduğunuz bu uzun hikâyenin arasına sıkıştırılan bazı hikmetleri, tasavvufî görüşleri, bundan sonraki sahifelerde, ihtivâ ettikleri mevzulara göre konulan başlıklar altında bulacaksınız. Kaynak: Mesnevî Tercümesi, Şefik Can, Cilt: 1, Sayfa: 33 – 43
·
991 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.