Faşizmin kurbanlarının baskılar karşısında gülmece duygularını
yitirmemeleridir asıl önemli olan. Oğlunun felâketinden önce Adnan
Cemgil'in davranışı bunun en parlak örneğiydi: Bir ara İstanbul Şehir
Tiyatrosu'nda figüranlık eden Adnan Cemgil'in asıl mesleği aktörlüktü bana kalırsa. Türk tiyatrosu büyük bir komedyen yitirdi, onun oyuncu olacağına felsefe okuması yüzünden. Adnan, en korkunç olayların komik yanlarını görmekle kalmaz, onları anlatırken aynı zamanda oynadığı için, her şeyi canlandırırdı gözümüzün önünde. Böylece kendisinin ölmesine ramak kaldığını anlatırken bile, bizleri güldürebilirdi. Türkiye İşçi Partisi'nin
Bursa kongresi sırasında bir faşist grubun saldırısına uğramıştı. İzbandut
gibi herifler, incecik, ufak tefek bir adam olan Adnan'ı yolda yalnız
giderken yakalamışlar. Hep birden üstüne çullanıp, kıyasıya dövmeye
başlamışlar. Eğer rastlantı sonucu, askerî bir cip oradan geçmeseymiş ve
içindeki subaylarla erler silâh çekip imdadına yetişmeseymiş, Adnan'ı
orada öldüreceklermiş büyük bir olasılıkla.
Yüzü gözü darmadağın olan, çenesi kırılan, bedeni çürükler, yaralar bereler içinde Adnan'ı İstanbul'a getirip Gurabba'ya yatırdılar. Öfkeden titreyerek hastahaneye koştum. Üzüntüleri yüzlerinden okunan dört işçi oturuyordu odada. Yataktaki adamı nerdeyse tanıyamadım ilkin. Ama kırık çenesini açar açmaz, onun Adnan Cemgil olduğunu hemen anladım: Ziyarete gelenler, "ağabey, senin heykelin dikilmeli" dediler. Adnan, hafif, ama duyulur bir sesle "ne yani? insan bir güzel dayak yediği için heykeli mi dikilecek?" diyerek, hem kendisiyle, hem de onlarla alay etti. Sonra bana döndü: "Sen faşistleri aptal sanırsın, ama onlar aslında akıllıdır" diye
fısıldadı. "Bana indirilecek en ağır darbenin çenemi kırmak; böylece
gevezelik etmemi engellemek olduğunu hemen anladılar. Her şeyden önce şunun çenesini kırıverelim" dediler. Adnan konuştukça, benim öfkeden titremelerim geçiyor, gülümsemeye başlıyordum. Hele bir yandan dayak yerken, bir yandan da ağzından fırlayan, henüz parasını bile ödeyemediği takma dişlerini, el yordamıyla yerlerde nasıl aradığını anlatınca, kahkahayı bastım. Hemen arkasından surat asıp, "senin bizleri güldürmeye hakkın yok. Faşizmin bir kurbanı olarak, ağırbaşlı davranman gerektiğini unutma" dedim. Bunun üzerine Adnan "faşizmin tam kurbanı olabilmem için, beni sahiden gebertmelerini isterdim, ama yağma yok" diye fısıldayınca, kendimi tutamayıp gene kahkahalar attım. Çok ciddi, hattâ trajik yüzlerle oturdukları yerden Adnan'ın neler söylediğini duymayan işçilerin, beni fena halde ayıpladıkları besbelliydi. Gelgelelim, Adnan Cemgül'e sokakta atılan acımasız dayak, siyasal tutuklulara yapılan bilimsel diyebileceğimiz sistematik işkencelerin yanında zararsız kalır bence. Sokakta dayakta, bir yığın hayvansı herif, üstünüze çullanıp, size gelişigüzel vuruyor. Bu, kaba bir güç gösterisi sadece. Oysa sistematik ve bilimsel dediğim işkencenin amacı, size sadece bedensel açıdan eziyet etmek değil; bir yandan bunu yaparken, bir yandan da ruhsal açıdan sizi küçük düşürmektir. Örneğin polise söylemek istemediği, gizli tutulması gereken bir şeyi açıklamak zorunda kalan insan, kendi gözünde küçük düşer ve onun çektiği acı, işkence bitince de, ömrünün sonuna değin
sürüp gider. İşkencenin en bağışlanmaz yanı işte budur bana kalırsa.
Bunu çok düşündüm ama, işkence yapan birinin ne gibi bir insan
olabileceğini aklım almıyor. Salt kötülükle açıklayamayız bunu. Çünkü
işkence yapanın tepeden tırnağa tam anlamıyla kötü olması gerekir. Oysa
tepeden tırnağa tamamiyle iyi bir insan ne denli enderse, tepeden tırnağa
tamamiyle kötü bir insan da o denli enderdir. Başkasına bilinçli işkence
yapabilmek için, birtakım şartlanmalar gerek. ("Bilinçli" diyorum; çünkü ne
yazık ki, işkencenin bilinçsizini, hiç farkında olmadan en yakınlarımıza
yaparız zaman zaman.) Bunlar ne gibi şartlanmalardır hiç bilemiyorum.
Psikolojik sorunların ağır bastığı özel bir eğitimden geçiyorlardır belki de.