Gönderi

Aşk Hastalığı
İbn Hazm'ın sayfaları beni çok etkiledi; aşkı, sağaltımı kendi içinde olan, başkaldıran bir hastalık olarak niteliyordu, çünkü bu hastalığa yakalanan insan sağaltılmayı dilemez; aşk acısı çeken iyileşmek istemez (Tanrı bilir, doğru!). O sabah her gördüğüm şeyin beni niçin böylesine coşkulandırdığını, aşkın, Anciralı Basilio'nun da söylediği gibi, insanın içine niçin gözlerinden girdiğini ve -şaşmaz bir gösterge- böyle bir hastalığa yakalanan kimsenin niçin aşırı bir sevinç gösterdiğini, aynı zamanda niçin (o sabah benim yaptığım gibi) kendi kendine olmak istediğini ve yalnızlığı yeğ tuttugunu, çevresindeki öteki olayların büyük bir tedirginlik ve insanın dilini bağlayan bir şaşkınlığa yol açtığını anladım... İçtenlikli bir sevdanın, sevdiğini görmesi engellendiği zaman sararıp solduğunu, sonunda yatağa düştüğünü, bazen hastalığın beyni tutsak ettiğini, bu duruma gelen kimsenin aklını yitirip abuk sabuk şeyler söylediğini okuyunca korkuya kapıldım (henüz o aşamaya gelmediğim açıktı, çünkü kitaplığı keşfettiğimiz sırada zihnim oldukça uyanıktı). Ama hastalığın kötüye gittiği zaman ölüme yol açabileceğini kaygıyla okudum ve kendi kendime, kızın bana verdiği sevincin, ruhun sağlığı üzerine tüm doğru görüşler bir yana, bedenin yüce bir biçimde kurban edilmesine değip değmeyeceğini sordum. Daha sonra, Azize Hildegard'ın bir cümlesinden, o gün duyduğum ve kızın yokluğundan kaynaklanan tatlı acı duygusuna yorduğum hüznün, Cennet'teki o uyumlu ve kusursuz durumundan ayrılan bir insanın duyduğu duyguya tehlikeli bir biçimde benzediğini, bu nigra et amara (kara ve acı) kara sevdanın, yılan ıslığından ve Şeytan'ın esininden doğduğunu öğrendim. Bu görüşe onun gibi bilgili olan kâfirler de katılıyordu çünkü Ebu Bekir Muhammed ibn Zekeriyya er-Razi'ye yorulan satırlar ilişti gözüme: Er-Razi, “Liber continens”te, sevi hüznünü, kurbanını tıpkı bir kurt gibi davranmaya iten kurt hastalığıyla bir tutuyordu: Sevdalıların önce dış görünüşleri değişime uğruyordu; görme yetileri azalıyor, gözleri çukurlaşıyor, gözyaşları tükeniyor, dilleri yavaş yavaş kuruyor ve üstünde kabarcıklar beliriyor, tüm gövdeleri kurumuş, sürekli susuzluk çekiyorlardı; o zaman bütün günlerini yüzükoyun yatarak geçiriyorlar, yüzlerinde ve kaval kemiklerinde köpek ısırığına benzer izler beliriyor, sonunda geceleri tıpkı kurtlar gibi mezarlıklarda dolaşıyorlardı. Son olarak, büyük İbn Sina'nın alıntılarını okuyunca durumumun ciddiliğinden kuşkum kalmadı. İbn Sina, aşkı, insanın karşı cinsten birinin yüz çizgilerini, el kol devinimlerini ve davranışlarını durup durup düşünmekten doğan sürekli bir hüzün düşüncesi olarak tanımlıyordu (Ibn Sina durumumu ne canlı bir gerçeklikle betimlemişti!): Bir hastalık olarak doğmuyordu, ama doyurulmazsa bir saplantıya dönüşüyordu. (Peki öyleyse, ben niçin bir saplantıya kapılmıştım; ben ki, Tanrı bağışlasın, doyuma ulaşmıştım! Yoksa, dün gece olan şey aşkın doyumu değil miydi? Öyleyse bu hastalık nasıl doyuruluyordu?) Sonunda göz kapakları durmadan seğirir, soluk düzensizleşir, hasta bir güler bir ağlar, nabız hızlanırdı (benim nabzım da hızlı atıyordu ve bu satırları okurken soluğum tutuluyordu!). Ibn Sina, bir insanın sevdalı olup olmadığını anlamak için daha önce Galen'in önerdiği şaşmaz bir yöntem salık veriyordu: Hastanın bileğini tutun ve karşı cinsten birçok ad sayın; sonunda hangi adın nabzı hızlandırdığını bulursunuz. Üstadımın ansızın içeriye girip kolumu yakalamasından, damarlarımın atışından gizimi anlamasından korkuyordum; bundan çok büyük bir utanç duydum... Ne yazık ki, İbn Sina, ilaç olarak iki sevgiliyi evlilik bağıyla birleştirmeyi öneriyordu; o zaman hastalık geçiyordu. Hiç kuşku yok, zeki de olsa bir kâfirdi o, çünkü hiçbir zaman iyileşmemeye yazgılı - daha doğrusu, kendi seçimiyle ya da yakınlarının akıllıca seçimleriyle, kendini hiçbir zaman hastalanmamaya yazgılı kılan bir Benedikten çömezinin durumunu hesaba katmıyordu. Neyse ki İbn Sina Cluny tarikatını düşünmese de, birleştirilmeleri olanaksız sevdalıları düşünüyor, köklü bir sağaltma yöntemi olarak sıcak banyoları öğütlüyordu. (Berengar, ölmüş Adelmo için duyduğu sevda hastalığından kurtulmak mı istemişti? Ama insan kendi cinsinden birine tutulabilir miydi, bu yalnızca hayvanca bir kösnü müydü yoksa? Belki de dün gece benim duyduğum kösnü hayvanca değildi? Hayır, elbette değildi, diyordum kendi kendime, çok tatlı bir duyguydu - sonra hemen ardından, yanılıyorsun Adso, Şeytan'ın yanıltmasıydı o, çok hayvancaydı; hayvan gibi davranmak günahını işledin, şimdi bunun farkında değilmiş gibi davranmakla daha çok günah işliyorsun!) Villanovalı Arnaldo’dan bir bölüm buldum sonunda; William'ın büyük bir saygıyla söz ettiğini işittiğim bir yazardı bu; sevda hastalığının, insan organizması kendini aşırı nem ve sıcaklık içinde bulduğu zaman, aşırı miktarda sıvı ve havadan doğduğunu öne sürüyordu, çünkü aşırı derecede çoğalan (üretici tohumu üreten) kan, aşırı miktarda tohum üretilmesine, bir complexio venerea'ya (cinsel sevi) yol açıyor, kadında ve erkekte yoğun bir birleşme isteği yaratıyordu. Beynin orta karıncığının arkasında yer alan bir değerlendirme özelliği vardır (bu da nesi, diye sordum kendi kendime); bunun amacı, nesnelerin içindeki duyularla algılanamayan yönelimleri algılamaktır; duyularla algılanan nesneye yönelik istek gereğinden güçlü olursa, bu değerlendirme yetisi allak bullak olur ve yalnızca sevilen insanın imgesiyle beslenir; o zaman tüm ruhu ve bedeni bir ateş kaplar, insan bir hüzünlenir bir neşelenir, çünkü (umutsuzluk anlarında bedenin en derin yerlerine inen ve deriyi donduran) ısı sevinç anlarında yüzeye çıkar, yüzü yalazlandırır. Arnaldo'nun önerdiği sağaltma yöntemi, sevilen nesneye kavuşma inancının ve umudunun yitirilmesine çalışmaktan, böylece düşüncenin ondan uzaklaşmasını sağlamaktan ibaretti.
Sayfa 450 - Can Sanat Yayınları, 36. baskı, Çev. Şadan KaradenizKitabı okudu
·
325 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.