Gönderi

Oyunbaz tanrı senin ço­cuğunun ruhuna düşüncenin altınından biraz karıştırmış olsa bile, onu yetiştirmek, kendilerinden biri yapmak, sana değil, altın ırka, kent-devletin bekçilerine düşer. İlerleme çağı eski buyruğun yumuşamasını istemişti şüphesiz. Ansiklopedistlerle birlikte, hiçbir şeyin, zanaatkarların işinin bile rutin şekilde yapılmasını istemez bu çağ. Ayrıca her toplumsal ak­törün, ne kadar küçük olursa olsun, aynı zamanda düşünen bir varlık olduğunu bilir. Yeni yüzyılın başında Yurttaş Destutt-Tracy bunu hatırlatmıştı: "Konuşan her insanda ideoloji, gramer, mantık ve fe­sahat fikirleri vardır. Eylemde bulunan her insanın özel ahlak ve top­lumsal ahlak konusunda kendi ilkeleri vardır. Sadece yaşıyor bile olsa her insanın kendine ait fizik ve hesap mefhumları vardır; sırf hemcinsleriyle yaşadığı için bile küçük bir tarihsel olgular koleksiyonu ve kendine özgü bir yargılama tarzı vardır.” Dolayısıyla kunduracıların sadece kundura yapması, bir yandan da kendi tarzlarında birer gramerci, ahlakçı veya fizikçi olmamalari imkansızdır. Birinci sorun burada yatar; zanaatkarlar ve köylüler bu ahlak, hesap veya fizik mefhumlarını çevrelerindeki rutine göre ve­ya rastlantılara göre oluşturdukları sürece ilerlemenin akla dayalı yürüyüşüne iki türlü ters düşülmüş olacaktır: Rutinciler ve batıl inançlılar tarafından yavaşlatılacak veya şiddetlilerin acelesiyle ak­satılacaktır. Dolayısıyla akıl, bilim ve ortak çıkar ilkelerinden yola çıkılarak oluşturulmuş minimum bir bilginin, —öteki türlü yanlış mefhumlar oluşturacak — kafalara sağlıklı birtakım mefhumlari yerleştirmesi gerekir. Elbette, bu girişim ancak köylü veya zanaatkar çocuğunu söz ettiğimiz yanlış fikirleri üreten doğal ortamdan kopardığı ölçüde yararlı olacaktır. Ama bu apaçıklığın karşısına he­men bir çelişki çıkar: Rutinden ve batıl inançtan kurtarılacak çocu­ğun kendi etkinliğine ve durumuna geri gönderilmesi gerekir. İlerleme çağı da en başından beri, halk çocuğunun ait olduğu durumdan ve o duruma bağlı fikirlerden ayrılmasının içerdiği ölümcül tehli­kenin farkındaydı. Kendisi de aynı çelişki içinde dönüp duruyordu: Artık biliyoruz ki bütün bilimler basit ilkelere dayanır ve kavramak isteyen bütün zihinlerin, doğru yöntemi izledikleri sürece erişebilecekleri yerde dururlar. Ama bilimlere giden yolu bütün zihinlere açan doğa, aynı zamanda, sınıfların birbirinden ayrildığı ve bireyle­rin kaderleri olan toplumsal düzeye uyum gösterdikleri bir toplum­sal düzen olsun ister. Bu çelişkiye bulunan çözüm tahsil ile eğitimin dengelenmesi, okuldaki hocaya ve ailedeki reise düşen görevlerin paylaştırılması­dır. Bunlardan biri çocuğun yetişme ortamından edindiği yanlış fi­kirleri tahsilin aydınlığıyla kovarken, öbürü öğrencinin o körpecik ilmiyle kapılabileceği abartılı hevesleri eğitimle kovar ve onu ait olduğu insanların koşuluna geri götürür. Baba, oğlunun zihinsel tah­sili için gerekli koşulları rutin pratiğinden türetmekten acizken, ko­nu oğluna ait olduğu toplumsal koşulda kalmayı sözüyle ve örnek olarak öğretmeye geldi mi her şeye kadirdir. Aile hem zihinsel kap­asitesizliğin yuvası, hem de etik nesnelliğin kaynağıdır. Bu iki nite­lik, zanaatkarın kendine dair bilincinde ikili bir sınırlamayla tezahür eder: Ne yaptığına dair bilinç ona ait olmayan bir bilimin alanına girer, ne olduğuna dair bilinçse onu kendi işinden başka bir şey yap­mamaya sevk eder. Daha basit bir şekilde söyleyelim: Tahsil ve eğitimin uyumlu dengesi iki kat aptallaşma demektir. Her insanın zihinsel özne ola­rak doğasının bilincine varması demek olan özgürleşme de tam ola­rak buna karşı çıkar. Descartes'ın eşitlik ifadesi tersten alınır: "Des­cartes diyordu ki Düşünüyorum, öyleyse varım; bu büyük filozofun bu güzel düşüncesi evrensel eğitimin ilkelerinden biridir. Söz konu­su düşünceyi ters çevirip diyoruz ki insanım, öyleyse düşünüyo­rum."Bu tersine çevirme işlemi cogito' ya insan öznesini dahileder. Düşünce düşünen tözün değil, insanlığın bir yüklemidir. "Ken­dini tanı" buyruğunu her türlü insan varlığının özgürleşme ilkesine dönüştürmek için, Platon'un yasağına rağmen, Kratylos'taki hayali etimolojilerden birini devreye sokmak gerekir: İnsan, anthropos, gördüğünü inceleyen, bu şekilde kendi edinimleri üstüne düşünerek kendisini tanıyan varlıktır. Evrensel eğitimin bütün pratiği işte şu soruyla özetlenir: Ne düşünüyorsun? Bütün gücü hocada kuvveden fiile çıkardığı, öğrencide uyandırdığı o özgürleş(tir)me bilincin­ de yatar. Baba önce kendisini tanırsa, yani öznesi olduğu zihinsel edimleri inceler, düşünen varlık olma gücünü bu edimlerde nasıl kullandığım fark ederse, oğlunu özgürleştirebilir. Özgürleş(tir)me bilinci öncelikle cahilin zihinsel yetkinlikleri­nin dökümüdür. Bir kere cahil dilini bilir. İçinde bulunduğu duruma itiraz etmek veya durumu kendisinden daha çok bilenlere veya bil­diğine inandıklarına sormak için o dili kullanır. Mesleğini, aletlerini ve bunların nasıl kullanılacağını bilir; gerekti mi onları kusursuz­laştırmayı da bilir. Bu kapasiteler ve onları nasıl edindiği üstüne dü­şünmekle işe başlamalıdır. Söz ettiğimiz düşünme sürecini tam olarak kavrayalım. Burada söz konusu olan, halkın ve elin bilgisi ile, işçinin ve aletin zekası ile okulların bilimi veya seçkinlerin retoriği arasında karşıtlık kurmak değildir. Toplumsal düzende inşaatçılarla üreticilerin yerini hatırlat­mak için yedi kapılı Thebai şehrini kimin kurduğunu sormak gibi bir şey de değildir. Aksine iki ayrı zeka olmadığının kabul edilmesi­dir; her sanat eserinin aynı zihinsel potansiyellerin pratiğe geçiril­mesi olduğunun teslim edilmesidir. Her yerde gözlemlemek, karşı­laştırmak, yan yana getirmek, yapmak ve nasıl yaptığını fark etmek­tir söz konusu olan. Bu düşünme süreci, bu kendine dönüş her yerde mümkündür. Ama bu kendine dönüş düşünen bir tözün saf tefekküre dalışı değil, zihinsel edimlerine, katettiği yola ve aynı zekanın yeni toprakları fethederek o yolda daha çok mesafe alması imkanına ka­yıtsız şartsız dikkat edişidir. İşleyen elin ve yetiştiren halkın eseri ile retoriğin bulutları arasında karşıtlık kuran, aptallığa devam eder. Bulut imalatı, en az ayakkabı ve kilit imalatı kadar emek ve zihinsel dikkat isteyen bir insan sanatıdır. Akademi üyesi Lerminier halkın zihinsel kapasitesizliği üstüne metinler yazıyor. Lerminier aptalın teki. Ama aptal dediğin avanak veya serseri değildir. Onun metinle­rinde ahşabı, taşı veya deriyi dönüştüren emeğin, zekanın, sanatın iş başında olduğunu teslim etmezsek biz de aptal oluruz. Ancak Ler­minier'nin emeği'nin hakkını verdiğimiz takdirde en alçakgönüllü­lerin eserinde kendini gösteren zeka'nın hakkını verebiliriz. "Gre­noble civarındaki yoksul köylü kadınlar çalışıp eldiven üretir; düzi­nesine otuz kuruş alırlar. Özgürleştiklerinden beridir, iyi üretilmiş eldivenlere uzun uzun bakıyor, inceliyor, anlamaya çalışıyorlar. O eldivenin bütün cümleleri'nin, bütün kelimeleri'nin anlamını tahmin etmeye çalışıyorlar. Sonunda kentteki kadınların düzinesine yedi frank aldıklarını da konuşacaklar. Makasla, iğneyle ve iplikle konu­şulan bir dili öğrenmektir söz konusu olan. Bir dili anlamak ve ko­nuşmaktan başka bir şey söz konusu değildir (insan toplumlarında)." Dilin maddi idealliği altın ırk ile demir ırk arasındaki her türlü karşıtlığı, elleriyle çalışmaya yönelmiş insanlar ile kafa yarmaya yönelmiş olanlar arasındaki her türlü hiyerarşiyi -terse çevrilmiş olsa bile- reddeder. Her türlü dil eseri aynı şekilde ani anlaşılıp icra edilir. Bu nedenle de kendi kendisini tanıdığı andan itibaren cahil, okumayı bilmese bile oğlunun arayışını kitapta doğrulayabilir: Onun çalıştığı konu'yu bilmiyor olabilir, ama kitapta ne yaptığını söylerse oğlunun araştırma işini yapıp yapmadığını takdir edebilir pekala. Sonuçta arama'nın ne demek olduğunu bilir ve oğlundan is­teyeceği tek şey vardır: Nasıl ki kendisi ararken aletlerini evirip çe­viriyorsa onun da kelime ve cümlelerini evirip çevirmesi. İki zeka arasına yerleştirilmiş olan kitap-Telemak veya bir baş­kası- şeylerin maddiliğine kaydedilen bu ideal ortaklığı özetler. Kitap zekaların eşitliğidir. Felsefi buyruk işte bu nedenle zanaatkara kendi işinden başka bir şey yapmamasını şart koşar ve kitabın demokrasisini mahkum eder. Platoncu filozof-kral yaşayan söz ile ki­tabın cansız lafzı arasında karşıtlık kurar - o kitap ki maddeyle uğ­raşan insanların kullanımına elverişli, maddeye dönüşmüş düşünce-dir, hem dilsiz hem de geveze söylemdir, tek işi düşünmek olanlar arasında rasgele dolaşır. Açıklayanın ayrıcalığı bu yasağı getiren felsefi buyruğun önemsiz bir parçasından başka bir şey değildir. "Ja­ cotot yöntemi"nin kitaba, işaretierin kullanımına, hatırlama tekni­ğine tanıdığı ayrıcalık ise Platon'daki yazı eleştirisinin onayladığı zihin hiyerarşisinin tam tersidir. Artık birbirini birer zeka olarak kabul eden iki cahil arasındaki yeni ilişkiyi kitap mühürler. Bu yeni ilişki de zihinsel tahsil ile ahlaki eğitim arasındaki aptallaştırıcı iliş­kiyi altüst eder. Eğitimin disiplinci kertesi yerini özgürleş(tir)me ka­rarına bırakır. Bu karar da anne veya babayı evlatları için -kayıtsız şartsız irade talebini ete kemiğe büründüren- cahil hoca rolünü oy­nayabilecek duruma getirir. Kayıtsız şartsız talep derken kasıt şu: Özgürleştiren baba iyi kalpli bir pedagog değil, ödünsüz bir hocadır. Özgürleşme buyruğu ödün nedir bilmez. Kendi kendine hükmede­bildiğini varsaydığı bir özneye mutlak anlamda hükmeder. Oğul ki­tapta zekaların eşitliğini doğrularken, annesi veya babası arayışının radikalliğini doğrulayacaktır. Demek ki aile ocağı, zanaatkarı bir hiç olduğunun bilincine vardıran dönüşün mekanı değildir. Yeni bir bi­lincin, bir kendini aşmanın mekanıdır; bu aşma neticesinde her bir insanın "kendi işi" herkesin paylaştığı ortak aklın tam olarak uygulanması haline gelir.
·
129 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.