Gönderi

Esas tehlike geçmişti, öyle görünüyordu, daha çok yeni olmasına rağmen geçmişte kalmıştı; bir şeyin durmasıyla birlikte sanki olanların anlık ve yalancı bir iptale uğraması hem olağanüstüdür, hem de sinir bozucu. "Artık dayak atmadığına göre, neredeyse hiç dayak atmamış sayılır," diye düşünürüz, çılgınca ve sürekli bir artış gösteren şimdiye tapınma halimizde. "Artık yanmadığına göre, neredeyse hiç yanmamış sayılır. Artık bombalamadıklarına göre, neredeyse hiç bombalamamışlar sayılır. Evet, ölülerle sakatlar, yanmış, yıkılmış evler karşımda, ama bu zaten oldu, geçti, artık önceden oldu, geri dönüşü yok, çaresi yok, şu anda en azından öldürmüyorlar, sakatlamıyorlar, yıkmıyorlar, ben işimde gücümdeyim, nefes alıyorum." Büyük ölçüde televizyondan yayınlanan günümüz savaşlarının her birinde bu düşünceler kafamızdan geçer; ağırlığı olan eski savaşlara katılmış babam gibi, Wheeler gibi yaşlıların aşağıladığı savaşlar: Körfez savaşı, Kosova savaşı, Afganistan savaşı, namussuzca amaçlarla, sahte çıkarlar uğruna yapılan, savaşı çıkaranların sınır tanımayan kibri dışında kesinlikle gereksiz Irak savaşı. Çarpışmalar sürer, bombalar hem askerlerin hem sivillerin üstüne yağarken müthiş bir kaygı kaplar içimizi, her gün haberleri seyrederken kalbimiz sıkışır; bu dönem günümüzde kısa sürüyor, bazen sadece birkaç hafta, olsa olsa birkaç ay; bu yüzden alışmaya, dolayısıyla yeterince duyarsızlaşmaya, ister haince olsun, ister dürüst, her savaşın böyle olduğunu, bununla her an bu kadar önemsemeden, başkaları adına, özellikle tanımadığımız, uzaktaki insanlar adına kahrolmadan yaşanabileceğini kabullenmeye vaktimiz olmuyor; oysa insan kendisi ve yakınları adına bile kahrolmadan yaşayabilir, insanın sırası gelmişse gelmiştir, kıyım bir kez başladı mı ötesi yoktur. Bir merminin üzerinde senin adın yazılıysa; yanılmıyorsam bunu ilk söyleyen Diderot'ydu. Günümüzde barışı kavramayı imkânsız kılan savaş haline yerleşmeye vaktimiz yok; bunun tersi de doğrudur, Wheeler bu konuya değinmişti ("İnsanlar savaşla barışın birbirlerini ne kadar dışladığının, hafızamızdan ne kadar uzaklaştırdığının, kovduğunun, yok ettiğinin, hayalimizden ve düşüncemizden çıkardığının bilincinde değildir," demişti); böylece ekranda görülen dehşetin kısa süresince durumun istisnai olduğu gerçeği çok yoğun biçimde yaşanır ve bu dönem bittiğinde garip biçimde bütün olanların sona erdiğine ve bir ölçüde silindiğine inanırız. "Hiç değilse artık olmuyor," diye düşünürüz, hatta iç çekeriz; bu "hiç değilse", önemli bir adaletsizlik barındırır içinde: Olan bitenler sırf artık olmadığı için vahametini, şiddetini yitirir ve o zaman, olay sırasında bizi etkileyen, kahreden yaralılarla ölüleri neredeyse inkâr ederiz. Artık hepsi geçmişte kalmıştır, dolayısıyla birileri, tercihen olaya sebebiyet verenler konuyla ilgilensin, inşa etsin, tedavi etsin, gömsün, evlat edinsin diye düşünürüz; böylece mahvedenler bu kez de onaranlar olarak boy gösterirler: abesliğin ve palavranın dik âlâsı. Dünyanın çocuklaşmasının bir belirtisi daha. Anneler bir kâbusun, yaşanan bir korkunun ya da bir kazanın ardından, çocuk parmağını kıstırdığında, herhangi bir yerini incittiğinde, onu yatıştırmak için, "Geçti, bitti, geçti artık," derlerdi, adeta "Artık olmayan şey olmamış sayılır," der gibi; acı devam etse, daha sonra tene batan bir kabuk oluşsa, parmak morarıp şişse, bazen çocuğun yetişkin olduğunda elini üstünde gezdirip o kazayı ve o günü hatırlayacağı bir yara izi kalsa bile.
Sayfa 246 - IV RüyaKitabı okudu
·
65 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.