O gün Mümtaz için hiç tanımadığı lezzetlerin günü oldu.
Hayatında ilk defa bir kadın bütün mahremiyetini ona açıyordu.
Bu ne bir mabudeydi, ne de lalettayin vuslat meraklısı bir
mahluktu. Bu, uzviyetin seçtiği erkeğe bütün hüviyetiyle
kendisini bırakan, bir tarla, bir bahçe gibi bütün özünü teslim
eden, -ben buyum işte...- diyerek her sırrını, imkanını ona açan
kadındı. Fakat olduğu şey, bu hüviyet, ne kadar zengin, ne kadar
değişik alemdi ve kaç insan bu zenginliği kendisinde
keşfetmeden ölürdü. Hiçbir denizaltı, hiçbir masal hazinesi bu
kadar dolu, bu kadar şaşırtıcı olamazdı. Mümtaz onu ilk defa
pancurları sımsıkı kapalı odada, yarı aydınlıkta çırçıplak gördüğü
anı sonraları sık sık hatırladı. Bütün yıldız parıltıları, her türlü
mücevher ışığı buradaydı. Bu aydınlığın cümbüşü, kaside ve
duası, her şeyin bir kamaşma, bir tutuşma olduğu, bir yanının
kendi küllerinden binlerce defa dirilip tekrar tutuştuğu parladığı
andı. Uzviyet dediğimiz cihazın ruhla elele yaptığı o ahenkli
miraç ki, hangi göklere çıktığını bilmeden yükseldiğimizi
duyarız.
Mümtaz sonraları sevgilisine bakarken hep bugünü düşünür,
hangi kaderin kendilerini birleştirdiğini uzun uzun sorardı.
Bütün iyi, güzel, sade şeyler, bu yumuşak ten örgüsü,
kendisinde gizli bir yığın şeyi ilk yaratılışın sırlarından çağıran
bu derin nefesler ve kendi uzviyeti, bütün varlığında ona doğru
bilinmez karanlıklardan kopup gelen, şimdi şefkat, şimdi okşama,
şimdi ölümün başka çeşidi bir baygınlık ve sonra tekrar
dirilmenin, tekrar güneşin dünyasına dönmenin haz ve sevinci
olan şeyler, hulasa bir güneşin mihrabında kendi kendisine
ibadete benziyen bu ürpermeler, bu tükenişler acaba nerelerde,
hangi derinliklerde hazırlanmıştı! Bu derinden kavuşmalar ve
bırakınca duyulan hasret tek başına bir ömre sığmazdı. Bu ancak
derin ve karanlık zamanda biz bilmeden, mevcut olmadan evvel
hazırlanmış şeylerin neticesi olabilirdi. Tek başına tabiat bu
yakınlığa varamazdı. Bir insan kendi içinde bir başka insanı bu
kadar kuvvetle bulabilmek için, sade tesadüfler kafi değildi.
O gün Nuran'da herşey Mümtaz'ı çıldırttı. Kendi kendisini aşka
veriş şekli, hazza sakin bir limanda bekliyen gemi gibi
hazırlanmış, yüzünün mahmur İstanbul sabahlarını hatırlatan
örtülüşleri, yaşanan zamanın ötesinden gelir gibi tebessümler,
hepsi ayrı ayrı lezzetlerdi ki tattıkça hayran oluyor, bir insandaki
bu sonsuzluğa, zamanın birdenbire değişen, adeta birbiri
peşinden gelen ebediyetler gibi ağırlaşan ritmine şaşıyordu. Daha
o günden en büyük sırrı sadelikte olan kadına karşı içinde garip,
her türlü duygunun üstünde bir tapınma hissi başladı. Onu bir
kıt'a gibi yavaş yavaş keşfediyor ve ettikçe hayranlığı ve bu
tapınma hissi değişiyordu.
Ne Mümtaz bu kadar sevebileceğini, ne Nuran bu tarzda
sevileceğini düşünmüştü. Sümbül Hanım bir gece evvelden
herşeyi hazırlamış, sabahleyin erkenden gitmişti. Yemeklerini
aşağıda, mutfakta yemişler ve orada Nuran kendi eliyle
kahvelerini pişirmişti. Evden çıktığını Mümtaz'ın da bilmediği,
fakat Macide'ye ait olduğu muhakkak olan eski kimonosunun
içinde, onun aralıklarından genç kadının tenini, vücudunun çok
plastik şekillerini görmek, onu karşısında şu ve bu vaziyette bir
aydınlık külçesi halinde seyretmek, o kadar yavaş ve tatlı bir
sarhoşluktu ki...
Mümtaz yemekten sonra sandalla gezinti düşünmüştü. Fakat
genç kadın kendilerini teşhir etmeği doğru bulmadı. Sonra bu ev
o kadar tenha ve kendilerinin idi ki, bütün aynalar Nuran'ın
çıplaklığiyle Mümtaz gibi çıldırmışlardı. Bütün duvarlar, bütün
tavanlar, her döşeme parçası bir mukaddes ziyaretin takdisini
almış gibiydi.