Gönderi

Keder ve boyun eğme Hayır, kitleler masum aldatılmışlar değil, bir noktada, belirli bir dizi koşul altında faşizmi istediler. Açıklanması gereken, tam da kitlelerin bu sapkın arzusudur. -DELEUZE VE GUATTARI Güç sahibi olanlar hükmedebilmek için, dönüşümü mümkün kılacak güçleri sürekli olarak bastırmaya ve denetim altında tutmaya ihtiyaç duyar. Tabiiyetindekilerin sadece boyun eğmeleri yetmez, özgüçlerinden de kopartılmaları gerekir. Audre Lorde'un yazdığı gibi, "Her tahakkum rejimi, ezilenlerin kültüründe dönüşümü besleyen güç kaynaklarını yozlaştır mak ya da asıl amaçlarından saptırmak zorundadır." Imparatorluk'un her gün daha duygulanımsal hale gelmesinin sebebi de budur: Utanç, güçsüzlük, korku ve bağımlılığı kışkırtarak duygularımıza, ilişkilerimize ve arzularımıza nüfuz eder. Böylelikle kapitalist ilişkilerin kaçınılmaz olduğu hissini yaratır ve bu ilişkileri (bazıları için) arzulanır hale dahi getirir. Radikal akımlarca ortaklaşılan görüşlerden biri, bu şiddet ve denetim biçimlerinin nihayetinde herkes için toksik olduğudur. Erkeklerin patriyarkal maskülenliğin "tadını çıkarabilmesi" için, yaralanabilir olma ve bakım verme kapa- sitelerinin içinin boşaltılması ve yerine utanç ve mağduriyet üzerine inşa edilen şiddet dolu ve yaşamla bağlarını yitirmiş bir varoluşun geçirilmesi gerekir. Beyazlar beyaz olabilmek için, hayatlarının bir kısmının kurumsallaşmış şiddet ve sömürü üzerine kurulu olduğu gerçeğinden kaçarak, güçlünün haklı olduğu iddiasını ve farklılığa duyulan düşmanlığı içselleştirmelidir. Yerleşimciler, yerinden etme ve süzleştirme politikalarına şükran duyarak, yaşamlarını bu gün hâlâ canlı olan soykırım mirası üzerine kurmalıdır. Im- paratorluk'ta ayrıcalıklı olmak, onun en sert şiddet lama biçimlerinden korunmak, fakat aynı zamanda bu şid- deti yeniden yaratan boğucu bir yaşamın parçası olmak an- lamına gelir. Ayrıcalık olarak adlandırılan çoğu şeyin, serpi. lip gelişmekle veya neşeyle hiçbir ilgisi yoktur; beyaz erkek lerin günümüzde duygusal olarak en kapalı ve zayıf insanlar arasında olmasının sebebi de budur. Bu söylediklerimiz, be- yazlığın, heteropatriyarkal maskülenliğin ve diğer ayrıcalık biçimlerinin memnuniyet, zenginlik ve güvenlik sağladığını inkar etmek anlamına gelmiyor. Daha ziyade, herkesin do- nüştürücü bir mücadelenin bir parçası olarak, ayrıcalıkların -ve bu ayrıcalıkları güvenceye almak için başvurulan şidde- tin-ortadan kaldırılmasında bir rolü olduğunda ısrar etmek anlamına geliyor. Jack Halberstam'ın Fred Moten'in The Un- dercommons kitabının önsözünde yazdığı gibi; ve aşağı O halde Nadir kültür ve kimliklerin mensuplarının görevi, bir şeylerin daha iyi olması için uğraştıklarında, bunu sade- ce Öteki için değil, kendileri için de yapıyor olmak. Erkek- ler feministleştikçe daha "duyarlı" birine dönüştüklerini düşünebilir, beyazlar ırkçılığa karşı çıkarak doğru bir dav- ranış sergilediklerini düşünebilir, ancak karşı çıktıkları ya- pıların sadece bazılarımız için değil, hepimiz için kötü ol duğunun farkına varana kadar, hiç kimse "bu pisliği yer- le bir etme" görevini layıkıyla yerine getirmiş olmayacak. Cinsiyet hiyerarşileri, kadınlar için olduğu kadar erkekler için de kötü; fakat onun ötesinde, geri kalanımız için de kö- tu. Irka dayalı hiyerarşilerin bir mantığı ya da düzeni yok. kaotik ve anlamsızlar; bu hiyerarşilerin onlardan herhangi bir şekilde faydalanan istisnasız herkes tarafından reddedil- meleri gerekir. Ya da Moten'in söylediği gibi, "Koalisyon, bunun bizim için neden boktansa sizin için de o yüzden boktan olduğunu bizim fark etmiş olduğumuz gibi sizin de fark etmenizle kurulabilir. Benim sizin yardımınıza ihtiya- cım yok. Sadece bu bokun, çok daha yavaş da olsa, sizi de öldürdüğünü fark etmenize ihtiyacım var. Aşağılık beyinsiz herif, bunun ne zaman farkına varacaksın?"6 Imparatorluk hepimizi farklı şekillerde öldürüyor; öte yandan hepimiz farklı biçimlerde, toplumsal hareket ve is- yanların efsanevi mirasını taşıyoruz. Imparatorluk'un de- netim biçimleri hiçbir zaman istisnasız ve kaçınılmaz de- ğil. Örneğin, "sabotaj" kelimesi Avrupa'da ilk kurulan fab- rikalardaki makineleri ahşap ayakkabılarını (sabo) fırlatarak parçalayanlardan gelir. Köleler tarladaki aletleri kırıp efen- dilerini zehirlemiş, gizlice okumayı öğrenmiş ve şarkı söyle- yip dans etmenin isyankâr türlerini icat etmiştir. Imparatorluk'un direnişe yanıtı, Spinoza'nın keder dedi- ği şeyin, yani etkileyebilme ve etkilenebilme kapasitemizde- ki zayıflamanın kemikleştirilmesi ve biriktirilmesidir. Keder kavramı Spinoza için önem taşıyorsa da, biz kelimeyi bu ki- tapta çok fazla kullanmak istemedik, çünkü pek çok açıdan yanıltıcı olabileceğini fark ettik. Yine aynı sebeple, neşe de mutlulukla karıştırılır. "Keder" kelimesinin de, Spinoza'nın söylediği gibi "kapasitenin zayıflatılması" değil, tanıdık an- lamıyla, bir duygu olarak kullanıldığını duymak pek de zor değildir. Spinoza açısından kederin tamamen ortadan kaldı- rılması ya da kederden tamamen kaçınılabilmek mümkün değil, keder yaşamın bir parçasıdır. Her şey gelişir, zayıflar ve nihayetinde ölür ve bu sürecin kendisi düşünceyi, direni- şi ve eylemi harekete geçirebilir. Keder ve neşe çok karmaşık biçimlerde iç içe geçebilir. Buna karşın Imparatorluk, kederi çoğaltır ve yayar. Spinoza'dan hareketle, Deleuze şöyle der: Sadece insanların değil yerleşik güçlerin de bizi kederli duygulanımlarla doldurmaktan çıkar sağladığı, çoğunluk- la can sıkıcı bir dünyada yaşıyoruz. Keder, kederli duygu- lanımlar, bunlar eyleme geçme gücümüzü azaltan şeylerin toplamıdır. Yerleşik güçler bizleri köleleştirmek için kede- rimize ihtiyaç duyar. Tiran, rahip, ruhlarımızı esir alanlar, bizleri yaşamın kolay olmadığına ve bir yük olduğuna ik- na etmeye ihtiyaç duyar. Küçük korkularımızı yönetmek ve düzen altına almak için... bize doğrudan baskı uygulamak kadar endişeyi körüklemeye de ihtiyaç duyarlar. Imparatorluk, kederli duygulanımları yayar ve bulaştırır. Keder bize yapışıp kalır; onun düzenini arzulayacak hale ge- tiriliriz. Korkunç olayların yaşanılması kaçınılmazmış gibi hissederiz. Bu nedenle Spinozacı anlamda kederin kemikleş- mesi dediğimiz şey, bizleri donuklaştıran, tüketen, güçsüz- leştiren, bireyselleştiren ve izole eden şeydir. Fakat bu du- rumdan acı, hatta rahatsızlık bile duymamamız mümkün- dür, daha ziyade konforlu veya güvende gibi hissedebiliriz ya da bu durum basit bir can sıkıntısı gibi gelebilir. Bu nok- tada tepeden tabana doğru yayılan bir güç tanımının öte- sine işaret ettiği için "tabiiyet" kavramının faydalı olacağı- nı düşündük. Bir röportajda, eleştirel bir trans akademisyen olan ve örgütleme faaliyetleri yürüten Dean Spade, aktivist- ler arasında daha yaygın olan "baskı" kavramı yerine neden bu kavramı kullandığını şöyle açıklıyor: "Tabiiyet" bu sistemler tarafından özneler olarak konum- landırıldığımız, bu sistemler çerçevesinde direniş bildiğimiz, bu sistemler çerçevesinde yönettiğimiz ve yöne- tildiğimiz ve bu sistemlerin çatlaklarını ve sınırlarını gör- me ve kullanma şansımızın olduğu daha karmaşık bir iliş- kiler dizisine dikkat çeker. Benim de parçası olduğum po- litik çevrelerde pek bilinmese de, gücün işleyişi konusun- daki tezim açısından doğru bir müdahalede bulunduğu için bu kavramı kullanmayı tercih ediyorum.8 Bugün, özellikle de "gelişmiş" olarak anılan ülkelerde- ki büyükşehirlerde özneler yoğun bir denetim ağının içine gömülmüş durumda. Kimimiz aralıksız sömürü ve şiddetle uyum içinde ve ortak olduğumuz yaşam formlarına doğru sürüklenirken, kalanlara da daha yavaş bir ölüm uygun gō- rülüyor. Her isyanın içerilerek bastırılabilmesi için, öznele- rin bu sürece katılımını sağlayan yeni tabiiyet biçimleri orta- ya çıktı. Cezaevleri ve kolluk sistemi, (özellikle beyazlar ta- rafından) bir emniyet ve güvenlik biçimi olarak algılanma- ya başladı. Kadın düşmanlığının erotize edildiğini, nesneleş- tirmenin yeni nesneleştirme biçimleriyle daha da yaygınlaş- urıldığını görüyoruz. Zenginlik ve lüks için duyulan arzu, eşitsizlik derinleşerek artmaya devam ediyor. Denetim ve gözetim; cep telefonları ve sosyal medya yoluyla, insanların giderek daha fazla aktif olarak katıldığı bir süreç haline geli- yor. Bu tabiiyet biçimlerini dayatma olarak algılamıyor, san- ki sıcacık bir kucaklamaymış ya da bizi her daim sarmalaya- rak kendine çeken bir ağmış gibi onları arzuluyoruz.
Sayfa 59
·
177 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.