Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Şişesi Yokmuş Hafta sonunu şehir dışında yaşayan halamlarda geçirmiştim. Pazartesi sabahı saat beş buçukta, hiç sıkılmaksızın aynı noktadan yemlenen tavuğuyla meşhur saatin cırlamasıyla uyandım. Hiç bir şey yemeden, halamın uykulu ve dağınık saçlarıyla alelacele vedalaştım. Son derece isteksiz, sokağa çıktım. Kapıyı kapattığım andan itibaren halamın beni hemen unutarak yatağına süzüldüğünü varsayarak birkaç saniyeliğine onun ne kadar vefasız, ne kadar acımasız olduğunu düşündüm. Merdivenlerden inip apartman kapısını buz gibi tokmağı düşmanımla tokalaşır gibi tutarak açtım. Arsız ve soğuk siyah dev bulut beni kucakladı. Sokak pazartesiydi. Islak kaldırımlar karanlık ve hain birer pazartesiydi. İzmir’in havası soğuk olmaz derler. Nah soğuk olmaz! Nem havanın içine süzülüp görünmez sivri buz damlaları üreterek insanın yüzünü ve ellerini öyle bir keser ki ağlamaklı olursunuz. Tren istasyonuna geldiğimde karanlığın ve pazartesinin yanında bir de soğuk havayla kanlı bıçaklıydım. İstasyonda birkaç kişi vardı. Bankta oturan yaşlı amca, sıcacık idare odasının eşiğinde sigara içen bıyığı aşırı koyu görevli, küçük çocuğunu kaşkol ve bereyle sarmalamış kadın ve askerden izne gelmişe benzeyen iki genç. Mütebessim biletçiden tek gidiş istedim. Beyaz floresan ışığının altında oturmuş, radyo dinliyordu. Verdiği yeşil küçük karton bileti cüzdanıma sıkıştırdım. Yaşlı amcadan başka kimsenin bankta oturmadığını diğer banklardan birine ilişince fark edecektim. Öyle soğuktu ki kıçımı değdirmemle kaldırmam bir oldu. Duraklarda, gişe önlerinde insanlar belli etmeden birbirlerini seyreder ya, benim aniden kalkmam gizlemeye gerek duyulmayan bir ilgiyi toplamıştı üstümde. Günün yeni ışıdığı bu vakitlerde istasyondaki az sayıda yolcu uykulu bakışlarla bile olsa bu hareketliliği görmezden gelemezdi. Özür dilermiş gibi tek tek hepsiyle göz teması kurarak çok ağır adımlarla çelik kolonlardan birinin yanına yürüdüm. Bu sırada yaşlı amcanın nasıl olup da soğuk bankta oturabildiğini anlamıştım. Kısa paçalı, kalın yünlü köylü pantolonlarından birini giymişti. Krem rengi keçe çorabını ve ayağındaki kara lastikleri görebiliyordum. Başındaki kasketi, lacivert bol paltosu ve sarı kırmızı renkli eski Göztepe atkısıyla aslında İzmir için pek de alışık olunmayan kışlık teçhizatını tamamlamıştı. Yaşlı adamı süzerken farkında olmadan yanına iliştiğim çelik kolona dayanmışım. Tahta banktan çok daha soğuk olan yüzeye temas eden bacağım ikinci kez irkildi. Kısa bir süre kolonun orada olmasına ve küflü soluk yeşil rengine küfürler mırıldandım. Hava pembe bir renk almaya başlamışken tren geldi. Binip yerimi hemen buldum ve çöktüm. İnsana çok garip bir mutluluk veren o ilk hareketiyle yürümeye başladı tren. Sanki birden kayıyormuş hissi yaşatan o ilk kıpırdama, titreme. Fazla sıcak ve biraz havasız vagonda çarçabuk tatlı uykuma dalarken resmi kıyafeti üzerine dar gelen memurun yanaklarını şişirerek düdük çaldığını gördüm buğulu camdan. “Ayyy her taraf yağ olmuş, ayy basmayın… Basmayın… Ay eteğim!” feryadıyla yerimden sıçradım. Herkes yere bakıyordu. Uykuya dalalı yirmi dakika olmuş. İstasyondaki yaşlı amca ile aynı vagona binmişiz. Oturduğu koltuğun altından koridora ve diğer koltukların altına parlak ve açık sarı renkli bir sıvı yayılmıştı. “E be amca, olur mu hiç, olur mu? Zeytinyağı poşete konur mu?” diyordu kadın. Amca, kasketi elinde, oturduğu yerde büzülerek boynunu bir kedi gibi bükmüş, yerdeki zeytinyağı gölüne bakıyor, sayıklar tonda konuşuyordu: “İki gat dorbaya… İki dene dorbaya baaladıydım… Bağşa dorba olaydı onu da sarardım…” “Ya ikisi üçü var mı ya, şişeye konur yağ. Ay bu nasıl şey! Ay dağ başı mı burası ayol!” Penye eteği uzun, ayak bilekleri kalın, boya sarışını, elli yaşlarında bir kadındı. Öfkesi yanağından, dudağından, kaşından, her yerinden okunuyordu. Kadın uyumuş, poşet patlayınca yağ yere değen eteğine bulaşmış. Çantasından bir kâğıt mendil çıkarıp olabildiğince silmeye çalıştı. Önce ufak hareketlerle, sonra iyice sinirlenerek kazır gibi sertçe. Mendil parçalanmıştı. Bu sırada yan koltukta oturan bir genç kız ona mendil vermek için uzandı. “Kalkma kalkma, kayarsın, ay rezalet!” diye bağırmaya başladı, “Görevliyi çağırabilir misiniz? Lütfen birisi görevliyi çağırabilir mi?” Vagonun yarısı zeytinyağı olmuştu. Bu sırada diğer vagonlardan tuvalete doğru geçmek isteyenler önce anlayamıyor, şaşırıyor, seke seke geçebilenlerin aksine bazıları da geri dönüyordu. Amca, sarı kırmızı atkısını eline aldı, büzüldüğü koltuktan yere eğildi, yağı silmeyi denedi. Başa çıkamayacağını çabuk anladı ama pes etmek de istemiyordu. Dizlerinin üzerine çökerek sayıklamasını sürdürdü: “Dorba bağşa yohtu… Bağşa bulamadım… Hepisi de dökülmüş…” Vagonda herkes söyleniyordu. Kadın velvelesini sürdürürken orta yaşlı, memur giyimli bir adam, “Görevli gelsin de siler, hanımefendi size de geçmiş olsun, olur böyle şeyler. Bak amca da üzüldü,” dedi. “Ay rezalet canım, torbaya koymuş. İnsanları rahatsız etmeye ne hakkı var böyle? Nerde yaşıyoruz ya?” “Şişesi yokmuş,” dedi başka biri. “Şişesi olmayan da binmesin canım trene,” dedi başkası. “Ayıp canım,” dedi en uzaktaki. Her ağızdan bir şey dökülüyor, kimi söylenenler hiç anlaşılmıyordu. Arkamda oturan iki lise talebesi kendi aralarında gülüşmeye başladı. Amca da yerde, dizlerinin üstünde durmuş, atkısını yağa bandırıyordu. Görevli elinde bir paspasla geldi. Bir amcaya, bir yere, bir de vagondaki en kıpır kıpır, eteği yağlı kadına baktı. Amca gözlerini yerden kaldıramıyor, kadın tavana bakarak şikâyetlerini sürdürüyordu. Amcaya “kalk” işareti yaptı. Amca kalktı. Yağa bulanmış atkısını ne yapacağını bilemiyordu. Görevli dikkatlice yaklaşıp yerde duran ölü denizanası gibi yayılmış yırtık poşeti aldı, amcanın eline verdi. Amca çok titreyen elleriyle atkısını poşete koymaya çalıştı, beceremedi. Görevli bunu fark edince paspası bir koltuğa dayayıp atkıyı aldı, poşetin içine tıktı. Bu sırada paspas düştü. Adam ilk o zaman belli belirsiz bir şeyler mırıldandı. Eğilip sapı yağlanmış paspası tuttu. Birinin uzattığı peçeteyi kibar bir hareketle geri çevirdi. Yerleri silmeye başladı. “Ay yayılıyor iyice, ay nasıl şey böyle,” dedi mağdur kadın. Görevli durup kadına baktı. Kadın sustu. Biraz daha sildikten sonra gidip kocaman eski bir kuşet çarşafı ve etiketi aşınmış bulaşık deterjanı ile geri döndü. Yerlere döktü deterjanı. İyice köpürttükten sonra bir daha sildi. Sonra eski çarşafla kuruladı. Basmane’ye varmamıza beş dakika varken işini bitirdi. Hiç kimseye bir şey söylemeden gitti. Amcadan gözlerimi ayıramıyordum. Önüne bakmaya devam ediyor, arada bir yanında oturan asker tıraşlı, kavruk çocuğa dönerek kendisinin bile anlamadığı bir şeyler söylüyordu. İstasyona vardığımızda acele etmedim. Herkes bir an önce trenden kurtulmak istiyor, hızla valizlerini, çantalarını alıp uzaklaşıyordu. Kadın, eteğinin ucunu düğüm yapmış, kilolu olduğundan devrile devrile indi vagondan. Ben çıkarken amca hâlâ oturuyordu. Yanından geçerken yüzüne baktım. Kızarmış gözlerini titreyen, damarlı elleriyle ovuşturuyordu. Hava aydınlanmıştı. İstasyon büfesine doğru yürüdüm. Büfeden bir paket bisküvi alıp açtım. Hemen yandaki banka oturdum. Eteği düğümlü kadın onu karşılamaya gelene bacağını hafifçe kaldırıp elini kolunu sallayarak bir şeyler anlatıyor, eğilip düğüme dokunup duruyordu. Bisküvileri kuru kuru yutarken amca da indi ağır ağır, elinde yağlı poşet. Bir an durup nereye gideceğinden emin değilmiş gibi etrafa bakındı. Gözlerinin altındaki kırışık şişkinlikler parlıyordu. O sırada trende yerleri silen görevli yanına geldi. “Burada bekle” der gibi bir işaret yaptı. Amca karşılık veremeden hızla uzaklaştı. Görevlinin nereye koştuğunu takip etmeye çalıştım. Yola indi, karşıya geçti. Arabalar yüzünden bir an kaybettim. Tekrar gördüğümde markete giriyordu. İki dakika sonra elinde bir küçük teneke zeytinyağı ile geldi. Tenekeyi amcanın eline tutuşturdu. Hiç beklemeden trenin kapısını açıp girdi, yavaşça kapattı.
·
205 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.