Gönderi

NOTLAR: Tarım farklı zamanlarda ve farklı yerlerde birbirinden bağımsız olarak ortaya çıktı. Örneğin M.Ö. yaklaşık 8500’de Yakın Doğuda, M.Ö. yaklaşık 7500de Çinde ve M.Ö. yaklaşık 3500de Orta ve Güney Amerikada tarım yapılmaya başlandı. Besin üretiminin temel bir aracı olan tarım teknolojisi de bu üç merkezden başlayarak dünyaya yayıldı. * Modern avcı-toplayıcılarda şöyle bir kural vardır: Kampa yiyecek getiren kişi, getirdiği yiyeceği, yemek isteyen herkesle paylaşmak durumundadır. Bu kural kıtlıklara karşı bir “sigorta” işlevi görür. Sıradan bir günde yeterli besin bulmanın hiçbir garantisi olmadığı gibi en usta avcılar bile yalnızca birkaç günde bir hayvan avlayabilirler. Eğer herkes bencil olup yemeğini yalnızca kendisi için saklarsa insanlar her daim açlıkla boğuşmak zorunda kalırlar. Çünkü kaynakların ele geçirilmesini temel alan rekabet, hem kaynakların aşırı sömürüsüne yol açabilir, hem de mülkiyet üzerine çıkan anlaşmazlıklar grubun parçalanmasıyla sonuçlanır. Bir kez daha besinlerin paylaşımı burada galip gelmiştir; çünkü paylaşım, bu pratiğe sahip olan gruplara sınırsız avantajlar sağlamaktadır. * Ancak yerleşik yaşam ve tarıma geçişle birlikte, insanları zenginlik ve statü peşinde koşmaktan alıkoyan kurallar değişmeye; hiyerarşik bir yapılanmaya karşı insanın özünde var olan eğilimleri bertaraf etmek üzere geliştirilmiş toplumsal mekanizmalar aşınmaya başladı. Zaten bir yeri kalıcı olarak mesken tuttuğunuzda artı ürünle birlikte diğer şeylerin birikimini yapmaya başlamak mümkün hale gelir. Böylece toplumsal farklılaşmanın ilk emareleri belirginlik kazanmaya başlar: Evlerin diğerlerine kıyasla daha büyük olduğu; nadide bulunan deniz kabukları ya da gösterişli işlemeleri olan eşyalar gibi saygın görülen parçalara sahip köyler ile kimi mezarların kıymetli eşyalarla dolu olduğu, ama aynı dönemdeki diğer mezarlarda bunların bulunmadığı mezarlıklar... Tüm bu şeyler özel mülkiyet anlayışının hızla kabul edildiği anlamına gelmektedir (Paylaşmak durumunda kalındığında statü kazandıran eşyalara sahip olmanın bir anlamı yoktu). Süreç içerisinde, bazı insanların diğerlerine göre aha varlıklı olmasından hareketle toplumsal bir hiyerarşi kendini göstermeye başlar. * Küçük eşitlikçi köy topluluklarından büyük, tabakalı şehir toplumlarına geçiş, nüfusun bir kısmının kendi ihtiyacının ötesinde bir besin üretimini gerçekleştirmesi, diğer bir deyişle tarımın daha yoğun bir şekilde yapılması sayesinde mümkün olabilmiştir. * M.Ö. 2000’li yıllara gelindiğinde insan nüfusunun büyük bir bölümü tarıma geçmişti. Bu öylesine radikal bir değişimdir ki, insan dilinin ve genlerinin yeryüzüne dağılımı, üzerinden binlerce yıl geçmiş olsa da bugün bile tarımın gelişimini yansıtmaya devam etmektedir. Tarımsal birer ürüne dönüştürülme süreci boyunca bitkiler nasıl insanlarca genetik olarak yeniden şekillendirildiyse; tarıma geçmeyle birlikte bu sefer insanlar bitkilerce genetik olarak yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır. * Arkeolojik bulgulara göre avcı-toplayıcılara kıyasla çiftçiler diş minesi rahatsızlıklarına daha fazla yakalanmaktaydı. Avcılık ve toplayıcılığa nazaran tarım daha az çeşitli ve daha az dengeli bir beslenme biçiminin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Buşmanlar birkaç çeşit besin maddesiyle idare etmek yeri ne yaklaşık yetmiş beş farklı tip yabani ot yemektedir. Tahıl ürünleri, yüksek kalorili besin depoları olsa da bunlar temel besin öğelerinin tamamını içermezler. İşte bu yüzden çiftçilerin boyları avcı-toplayıcılara göre daha kısadır. Yerleşik yaşam tarzının bir getirisi olarak çiftçiler aynı zamanda cüzam, tüberküloz ve sıtma gibi bulaşıcı hastalıklara karşı da daha hassastı. * Yaratılış efsanelerinin modern, bilimsel versiyonlarıdır. Bugün şunu söyleyebiliriz ki, -avcılığın ve toplayıcılığın terk edilmesi, -bitkilerin tarımsal birer ürüne dönüştürülmesi, -hayvanların evcilleştirilmesi ve çiftçiliğe dayalı yerleşik yaşam tarzına geçilmesi, insanlığı modern dünyaya giden rotanın içine sokmuştur. * Tarımsal üretkenlik bir süre sonra yetersiz gelmeye başlayınca köyler birbirlerine saldırmaya başlar. Köylerden biri diğerini mağlup edince, savaştan galip çıkan köy diğerinin toprağına el koyar ya da elde edilen hasattan her yıl kendisine belli bir miktar pay verilmesi için mağlup köyün halkına baskı yapar. Bu şekilde, bölge içerisindeki ENgüçlü köy yönetici sınıf olarak ortaya çıkmaya başlar; zayıf olan köylerse ürettikleri artı ürünü elden çıkarmaya zorlanır. Bu durumun sonucunda kurulmaya başlanan sistemde fakirler, zenginlerin karnını doyurmak için çalışır. Bu teorinin iddia ettikleri akla yatkın geliyor; ne var ki tabakalı toplumlann ilk ortaya çıktığı yerlerin hiçbirisinde insanların tarımsal üretkenliğin sınırlarına gelip dayandıklarına dair bir kanıt yoktur. * Köylerin şehirlere dönüşmesiyle ortaya çıkan daha büyük yerleşimler eskiye nazaran çok daha büyük bir siyasi örgütlenmeye ihtiyaç duyar. Çünkü anlaşmazlıklar baş gösterdiğinde nihai kararı verecek bir yetkili makamın olmaması, köylerin belirli bir ölçünün ötesinde büyümesini engeller. * Besin, ilk uygarlıklar döneminde gerek takas işlemlerinde gerekse ücret ve vergi ödemelerinde para gibi kullanılmaktaydı. Besin, çiftçilerden yönetici seçkinlere doğru farklı kanallar altında el değiştirmekte ve sonrasında da seçkinlerin inşaat, idare, savaşların finanse edilmesi gibi işlerini destekleme amacıyla ücret ve erzak olarak tekrardan dağıtılmaktaydı. * Kira benzeri vergiler de besin olarak ödenmekteydi. Vergi tahsildarları, topladıkları besinleri bölge idari merkezlerine getirir; bu merkezlerden dağıtım gerçekleştirilir; memurlara, zanaatkârlara ve devlete çalışan çiftçilere buradan ödemeler yapılırdı. İşçiler sulama sistemlerini inşa edip bunların onarım ve bakımlarını yaparlar; mezar ve piramitlerin inşaatında çalışırlar; madenlere inerler ve askeri hizmetlerini icra ederlerdi. Bazen birkaç ay süren çalışma sürecinde işçilerin yeme, içme, barınma ve kıyafet ihtiyaçları devlet tarafından karşılanırdı. * Benzer bir durum, toprağın varlıklı aileler, tapınaklar, şehir konseyleri ya da sarayca mülk edinildiği Mezopotamya için de geçerlidir. Çiftçiler topraktan aldıkları ürünün bir kısmını kiralanan toprak için ayırırlar. Kral da sarayın mülkiyetinde olmayan topraklardan vergi alır. Bu şekilde artı ürünün büyük bir bölümü krala, tapINaklara ve toprak sahiplerine gitmiş olur. * Öte yandan besine haraç olarak da el konulmaktaydı. Bu daha çok bir savaş yenilgisi sonrasında askeri gücün zorlamasıyla mağlup edilen halktan egemen devletlerce zorla alınmaktaydı. * Modern dünyada besinin zenginlik ve güçle kurulan denklemi artık geçerliliğini kaybetti. Tarım toplumlarındaki insanlar için besin bir tasarruf aracı, para ve zenginliğin bir göstergesi olarak iş görmektedir; zaten tam da bu yüzden insanlar besinin üretimi için gün boyu ırgat gibi çalışmak durumundadır. Ancak modern kent toplumlarında tüm bu rolleri para yerine getirir. Para, zenginliğin çok daha esnek olan bir formudur; kolayca saklanması ve taşınmasının yanında süpermarket, bakkal, kafe ve restoran gibi yerlerde anında besine dönüştürülebilmektedir. * Zenginlik insanları toprakta çalışmaktan alıkoyma eğilimine sahiptir. Aslına bakılırsa çiftçi durumunda olmamak, zenginliği bir başka açıdan tanımlamaktır.Bugün en varlıklı toplumlar, besin için harcanan giderin oranı ile besin üretiminde istihdam edilen işgücünün miktarının en düşük olduğu toplumlardır. * Elde edilen tarımsal artı ürünün bir diğer neticesi de toplumun zengin ve yoksul; güçlü ve zayıf olarak bölünmüş olmasıdır. İnsanın var oluşunda büyük bir yer kaplayan avcı-toplayıcı yaşantısında böylesi ayrımları ya da farklılıkları bulmak mümkün değildir. Avcı-toplayıcıların sahip olduğu servet ya çok sınırlıdır ya da servetleri yoktur. * Baharatların cazibesi, gizemli ve egzotik oluşlarından, zaman içerisinde fiyatlarının yükselmesi ile statü sembolleri olarak kullanılmalarından ve gerek mistik gerekse de dini çağrışımlara sahip oluşlarından (tabii bunlara koku ve lezzetlerini de eklemeliyiz) kaynaklanmaktadır. * Fransa Kraliçesi Marie-Antoinette’in, ekmek kıtlığının yaşandığı bir dönemde, köylülerin yiyecek ekmeklerinin olmadığını işittiğinde, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler,” dediği söylenir. * Kolomb’un Amerika kıtasına varışından üç yüz yıl sonra bitkilerin, hastalıkların ve insanların Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki mübadelesi zaman içerisinde dünya nüfusunun ve bu nüfusun dağılımının değişmesine neden olmuştu. * Yakıt olarak odunun yerine kömürün kullanımına geçiş, İngiltere’nin sanayileşmesine katkıda bulunan ikinci gelişmeydi. O zamana kadar insanlar evlerinde genellikle kömürden çok odun yakmayı tercih ediyordu. Ancak toprakların daha fazla oranda tarıma açılması ile önceleri kereste üretimi için kullanılan alanlar gitgide daralmaya başladı. Tabii bu gelişme yakacak odun fiyatlarında ani bir artışa neden oldu. 1700 ila 1800 yılları arasında fiyatlar, Batı Avrupa kentlerinde üçe katlandı. Sonuç olarak insanlar, daha ucuz bir yakıt olması sebebiyle kömüre yöneldiler. * Gıdanın bozulma mekanizmasının henüz anlaşılamadığı bir dönemde, çoğu kişi, “kendiliğinden üreme” teorisine itibar etmekteydi. Kökeni Antik Yunana kadar giden bu teoriye göre kurtçuklar şu veya bu şekilde bozulmuş etten, fareler de çürümüş tahıl yığınlarından üremiştir. * Stalin’in 1920’li yılların sonlarında başlattığı sanayileşme programına kadar uzanmaktaydı. Liderliğin endüstriyel dönüşümle ilgili saplantısı, köylülerin sanayi işçilerine göre daha az kıymet görmesi, bu yüzden de onların çok daha az ücrete tabi tutulmaları anlamına geliyordu. Bunun sonucunda köylerde yaşayan insanlar şehirlere göç etmek ve fabrikalarda çalışmak için her türlü yola başvuruyordu.
75 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.