Gönderi

·
Not rated
Edebiyat dersi tartışma grubum için kitaptan "Eskici" hikayesini okudum. Bu kadar etkileyeceğini bilmiyordum, bizzat bu hikaye üstüne yazılan inceleme ve analizlerin de etkisi çok büyük bunda tabii ki. Çok metaforik anlatımlara girmeden kendimce birkaç düşüncemi eklemek istedim. Hikâyede eşyaları insanların ayak bileklerine bağlanan zincirler olarak gören karakterimizin fazlalıklarından kurtulmaya çalışarak özgürleşme çabasını okuyoruz. Hikâyenin başlığı da buradan geliyor çünkü bu çabasını karşılayabilecek tek kişi 'eskici', peygamber sıfatını verdiği kurtarıcısı. Kapitalist sistemin getirisi olan eşyaların insanlara sahip olması detaylarına çok girmeden bahsetmek istediğim küçük bir nokta var. Bu sistemin bir parçası hâline geldikten sonra eşyalara olan tutsaklığımızın bir kısmı hislerimiz ve yaşanmışlıklarımızdan besleniyor aslında. Aynı şekilde, belirli bir noktadan sonra eşyalardan kurtulma isteğimiz gibi, kapitalizmin getirdiği sahip olma dürtümüz de hislere ve eksikliklerimize bağlanıyor. Çoğu arkadaşımla konuştuğumda, ben de dahil olmak üzere, değersiz, çirkin hissetmek bir şeyler satın alma ve sahiplenme hevesimizi tetikliyor mesela. Kendimize eşyalarla değer katmaya çalışıyoruz, toplumun bize gösterdiği ya da belki parmağında oynatarak dayattığı şey bu. Güzel bulduğumuz birinde gördüğümüz basit bir tişört bile bizim için büyük anlam ifade edebiliyor; yani istediğimiz, arzuladığımız şey eşyalar değil, kendimizde eksik bulduğumuz şeyler ve tamamlanma arzusu. Kapitalist sistemin etkileri mutlaka var eşyalara olan bağlılığımızda. Sahip olma arzumuzun getirdiği eşyaların bize sahip olması durumuyla kendimizi koca eşya yığınlarına boğuyoruz ve yazarın dediği gibi zincirlerle hapsediyoruz kendimizi o kuyuya ancak kapitalistlikten ziyade daha derin şeylerin de bizi buna sürükleyebileceğini düşünüyorum. Bazen eşyalara bağlılığımız sahip olma tutkumuzdan değil, sadece sahip olduğumuz şeyleri yitirme korkumuzdan kaynaklanıyor, ki bunların farklı şeyler olduğuna inanıyorum. Sürekli yeni, farklı şeylere sahip olmak ile hâlihazırda sahip olduğumuz, anlam yüklediğimiz eşyaları kaybetmekten korkmak aynı anlamları taşımıyor. Bunlar her şey olabilir; kaybettiğimiz bir yakınımızdan bize kalanlar, geçmişte acı ya da tatlı hatırası olan şeyler, aldığımız hediyeler, vermeye fırsat bulamadığımız hediyeler... Vefat eden bir yakınımızdan kalan bir hırkaya duyduğumuz bağlılık ile kapitalist dünyanın almaya zorladığına hissetiğimiz arzu aynı olamaz. Ve bi yerden sonra insan doyma noktasına geliyor, bence her insan mutlaka bir dönemde yaşar bu eşyalardan kurtulma, özgür kalma arzusunu. Kurtulmak istediğimiz şeyler maddi anlamda fazlalık veya sıkışıklık yaratan eşyalardan ziyade taşma noktasına gelen duygularımız, acılarımız, hüzünlerimiz veya özlemlerimizdir belki. O noktaya geldikten sonra, eşyalardan sıyrılarak özgürleşeceğimize inanıyoruz ve bu hikayenin karakterine dönüşüyoruz. Yazarın "Kim kimin sıkıntısını, ahmaklığını, tutsaklığını satın alır?" dediği veya karyolaya da yüklediği anlam gibi, bizi eşyalara bağlı kılan sahip olma arzusundan ziyade yaşanmışlıklarımız çoğu zaman. Babannemin vefatından sonra elinden düşürmediği doksan dokuzlu mor tesbihi hep durur balkonda mesela, kimse dokunmaz, her gün gördüğümüz ve kullanmadığımız hâlde bile dokunmayız çünkü onda, onu eşya yapan şeylerden çok anılar, acı, hüzün, çaresizlik, belki bir tık yüzleşme korkusu var. Bir güç toplayıp dokunmak gerek, belki birine vermek, kurtulmak gerek ama o gücü toplayamıyor kimse. Yani kısaca, eşyalara olan bağlılık gerek manevi gerek maddi anlamda gün gelir boğar bizi, kurtulmak için çırpınır dururuz.
Barış Adlı Çocuk
Barış Adlı ÇocukSevgi Soysal · İletişim Yayınları · 2012219 okunma
·
80 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.